2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com
Gezi Rehberi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gezi Rehberi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ekim 2011 Çarşamba

Atina-Oropos - İkinci ve Son İzlenimler

Yazıya başlık atayım diye düşünürken böyle yazdım, sonra "lan" dedim kendi kendime, "ikinci izlenim olur mu hiç?". Sonra da "olur, niye olmasın?" dedim ve ilk izlenimin altında yıllardır ezilen bu garibi gün yüzüne çıkartmaya karar verdim. Evet, Atina-Oropos, ikinci izlenimler. Hepiniz aya ilk ayak basanın kim olduğunu biliyorsunuz değil mi? Peki ya ikinci ayak basan? N'oldu? O garibanı hiçbiriniz tanımıyorsunuz değil mi? Diğer şerefsize bir dirsek atıp da aşağı ilk kendisi adımını basıp afili laflar edeydi, hepimiz onu tanıyor olacaktık. Neyse.

Ecnebinin de dediği gibi zaman uçuyor adeta. 4 gün önce buradaki 1 ayımı doldurdum. Geriye kaldı 2-2.5 hafta zamanım. Hüzünlenmiyor değilim, zira beklediğimden daha keyifli, daha enteresan her şey. Öyle akıcı gidici birbiriyle bağlantı bir hikayem yok şu anda Oropos'a gelişimde olduğu gibi, dolayısıyla notlar notlar halinde anlatayım meramımı:

- Öncelikle, derdimi anlatacak kadar Yunanca öğrendim 1 ayda. Alfabeyi okumayı iyi kötü, en azından yazanı tamamlayıp ne yazdığını anlayacak kadar ilk 1 haftada söktüm. Başta çok karmaşık görünse de, lise yıllarında yok fizikti, yok matematikti, yok istatistikti derken yarısını öğrenmişiz meğer harflerin. Ohm simgesi omega, istatistik belasi chi ve psi, matematiğin bel kemiği pi (bu esnada pi sayısı da yanlışmış ya la?) ve daha neler neler... Gerçekten kolay oldu, sadece bağlantıları kurmak ve birazını da öğrenmek gerekiyor. Alfabeyi geçince de "ena pita kalamaki hirino parakalo" (bir domuz şiş Yunan dürümü lütfen) ve "ena bira parakalo" (bir bira lütfen) demeyi öğrendim. ki bu şekilde de günlük besinimi sağlayarak hayatta kalmayı başardım.

- Yunanistan'ı ziyaret eden her Türkiye insanının dikkatini çekecek ilk nokta ortaklıklar olacaktır. Özellikle de bir şeyler yemeye gidildiğinde sipariş verilirken ortak kelimelerin gani olduğu hemen fark edilir. Bu zaten sürekli de yapılan bir muhabbet; imam bayıldı, baklava, kadayıf, midye, cacık, dolma, midye... Yemeklerin yapılış ve yeniş şekli yer yer değişse de, genelde benzer. Örneğin baklavaki ve kadaifi gayet aynı. Gerçi benim için biraz fazla şerbete boğulmuştu ama sadece bir tatlıcıdan yediğim için genellemeyeyim. Lokma! Lokumades dedikleri ve bizim lokmaya tekabül eden tatlı biraz daha farklı. Beni misafir edip kahrımı çeken arkadaşımın üst komşusu bir gün "lokumades yer misin?" diye getirmişti. Önce salyaları salgılamaya başladım, sonra bir baktım bir tabak dolusu hamur topçukları. E zaten lokma da o değil mi aslında? Evet, ama bizdekinden farklı servis ediyorlar. Hamuru doğrudan kızgın şerbetin içinde pişirmek yerine, sade olarak pişirip, daha sonra üstüne bal ve tarçın dökerek yiyorlar. Tatlıların olmazsa olmazı tarçın bu esnada. Bayılıyorlar! Ama kadayıfta ben beğenmedim şahsen. (Lokma konusunda güncelleme: 2 farklı kişinin daha yaptığı lokmayı yeme fırsatı buldum, gayet bizimki gibi yapanlar da varmış, hatta geneli o şekilde imiş, evet.)

Alternatif loukoumades

- Ortak besin demişken temel besin kaynaklarından bir başkasında da çok önemli bir ayrılık yaşıyoruz: rakı/uzo! Burada (ve genel olarak Balkanlarda) "raki" (veya Balkanlarda daha çok "rakija") dediğiniz zaman erikten yapılmış, sert, genelde sek ve shot olarak içilen mazotvari bir içki anlıyorlar. Bizim halis muhlis rakı da onların beklentileri için fazla yumuşak/tatlı kalıyor. Kurban olun siz ona be! Neyse, geldiğiniz/gittiğiniz zaman Türkiye'ye gelmemiş birileri "raki raki" derse dikkatli olun, siper alın.

Bunun dışında, uzo içen gençler de gördüm ve kendilerini, rakıya yıllarını ve malvarlığının yarısını vermiş 50 yaş üstü bir rakı üstadıymışımcasına kınadım! Zira kendileri "rakı on the rocks" eyliyorlar. Bildiğin böyle bardağa buzu boca edip ağzına kadar buzla doldurup, üstüne terbiyesizce rakıyı döküyorlar. Daha fazla anlatmaya kalbim dayanmayacak. Aydın Boysan ettiniz lan beni!

- Ortak yemek kültürü demişken (laf lafı açıyor gördüğünüz üzere), bir uyarı yapmakta fayda var: her gördüğünüze, duyduğunuza kanmayın! Zira örneğin bir vejetaryen kişi iseniz, fırına/pastaneye gidip "usta bana sarıver ordan bi' 'peinirli'" dediğinizde size verecekleri şey jambonlu/peynirli/kıymalı poğaça olabilir. Yok o zaman ben poğaça alayım bari, kendimi güvende hissedeyim derseniz yine zor, bu sefer de "pogatsa" diye aldığınız şey size pudra şekerli ve tarçınlı leziz bi' pay (pie?) olarak yaşadığınız en büyük hayal kırıklığını yaşatabilir. Tadı bence hakikaten nefis olsa da, tuzlu bir şey beklerken tatlıyla karşılaşmak çok isteyeceğiniz bir şey olmayabilir o an. Bizim dolmaya da bu esnada (ilk fotoğraftaki) yemista deniyor, yaprak sarmaya da dolma... 

Bir başka şaşkınlık da, yemek pişirirken yaşadık. Elimizde makarna var, pirinç var, mercimek var. Dedik hep makarna hep makarna, bugün de pilav yiyelim. İsveçli arkadaşın pilav yapma anlayışı da mantıken makarnanınkiyle aynı olduğu ve benim hiç olmayan anlayışımdan haliyle daha makul olduğu için "hadi bakalım" diyerek koyulduk pişirmeye. Ne zaman ki o pirinç tanelerinin hepten makarna sarısı olup şişerek makarna kıvamına geldiğini gördük, o zaman kendisinin "Oh, this is pasta!" (Vay arkadaş, bu makarnaymış ya la!) demesi ve akabinde "kurban olduğumun Yunanları" esprilerinin gırla gitmesi bir oldu. Meğer gerçekten pirinç tanesi şeklinde makarnaymış kendisi ve özellikle bazı et yemeklerinin yanında kullanılırmış. F'li bir adı vardı ama hatırlayamadım şimdi. Aman diyeyim.

 Vay arkadaş, bu makarnaymış ya la!

- Ortaklığın hepten dibine vurmuşken; ortak kelimelerden biri, biraz daha farklı bir tepki/dikkat çekiyor: efendim. Ben birkaç sefer refleks olarak "efendim?" deyince, "aslında efendi'yi çok kullanmasan iyi olabilir, zira bazıları için sinir bozucu olabilir. Malum, 'efendi'lerle çok iyi anılarımız yok.." dedikleri anda kafamda dedemin dedesi Selanikli Hacıcıkzade Mehmet Efendi'nin karakalem resmini aydınlatan bir ampul yandı. Diyaloğu duyan komşunun "Evet efendim! Tamam efendim!" diye seslenmesiyle ampulüm zenon oluverdi. Kaderin cilvesine bakın ki, efendi kelimesinin kökeni Yunanca: afendis. Soyadlarında sık geçen "hacı" ve "oğlu" ifadeleri de bizden (ya da Arapçadan mı desek?) onlara miras.

- Akropolis'e henüz gidemedim (5 hafta oldu ben geleli) ama tarih delisi bir arkadaşla birlikte Akropolis Müzesi'ne gitme şansını yakaladım, süper oldu. Yazın sıcağında, insanların gerçekten utanmasa çıplak gezeceği bir sıcakta gittik. En alt katında içeri doğru girdiğimizde önce yukarı doğru bakıp sırıtan bir güvenlik gördüm. Kulağında kulaklığı var, yukarı bakıp bakıp gülüyor. Lan dedim n'oluyo' acaba? Ki ben o sırada ayağımın altındaki cam zeminden yerin altındaki devam etmekte olan kazıya ve sergilenen eserlere şaşkın şaşkın bakmakla meşguldüm daha ziyade. Sonra kafayı bi' kaldırdım, meğer insan denen varlığa hiç bu açıdan bakmamışım! Ne demiş şair, "Akropolis Müzesi'nin zemin katından yukarı bakınca bir dizi don göreceksin, şaşırma!". Evet, şeffaf cam zemin değişik bir fikir. Altındayken gerçekten çok farklı bir bakış açısı, üstündeyken çok farklı bir hissiyat. Neyse ki tamamen şeffaf değil, üzerinde siyah noktalar var da kompil havada olma hissi yaşatmıyor (Yazıyı tamamladığım bu gün itibariyle Akropolis'e de gitmiş oldum. Ne yalan söyleyeyim, müze veya kendisinin akşam uzaktan görünüşü daha etkileyiciydi, dibim düşmedi).

Atina'nın ikinci en yüksek tepesinden (adını hatırlayamadım) Akropolis görüntüsü

Akropolis'te aslında görmek istediğim bir etkinlik de Ağustos dolunayında düzenlenen özel konserler idi, ama geçen sene giden ve ezilme tehlikesi yaşayan arkadaşların uyarısıyla çok cesaret edemedim. Ki sonradan yine gidenleri duyunca çok da pişman olmadım.

- 15 Ağustos Aziz Meryem günü olarak kutlanıyor. Sanırım bütün Avrupa için geçerli bu, emin değilim ama... Herrr yer kapalı. Ama her yer! Benzin istasyonlarının bile nöbetçileri var, onun dışında inanılmaz derecede ölü oluyor memleket. Zaten Ağustos ayı, özellikle de 15'inden itibaren tatil zamanı, 15 Ağustos'taki özel günle birlikte Atina sokakları böyle Ankara'da akşam saat 11 olmasa bile saat 9 boşluğunda. Öyle bir hareketsizlik. İnsan yok, trafik yok, karmaşa yok... Ben de ne yaptım? O fırsatı Atina'dan Oropos'a bisikletle gelerek değerlendirdim! Daha önceki yazıda yazmış mıydım hatırlayamadım ama yazmadıysam yazarım (Vazgeçtim, yazmam ya... Bu yazıyı zor bitirdim lan şu tarihte. Ona da söz vermeyeyim de, biraz daha bisiklet macerası biriktirdim, belki yazarım diyeyim). Bu esnada Meryem'e adanan bu günün çok enteresan bir önemi de var; bir kadına ithaf edilen tek dini gün olması! Hiç öyle yaklaşmamıştım, öyle düşününce hepten garip geliyor.

- Benim için en çarpıcı şeylerden biri de, Oropos'ta, Türkiye'den mübadele zamanı yerinden edilen Palatialıların müzesi oldu. Onbinlerce insan gibi, onlar da yerinden olup, daha sonra da buraya yerleşmişler. Geldiğimden beri zaten bir Umut Sarıkaya karikatürü misali, bir ucundan Selanik muhacırı olmanın çok ekmeğini yedim, ama orada da konu olunca bize müzeyi gezdiren amca "aşkolsun canum, aşkolsun!" diye diye yıllar önce kaybettiği evladını bulmuşçasına sarıldı. Anladığım kadarıyla, benim de içinde bulunduğum Fransız grubuna pek de sansür uygulamadan, her zamanki gibi anlattı, gezdirdi müzeyi. Fotoğraflar, giysiler, hatta sergilenen bir kitap! O kadar tanıdık ki her şey... Osmanlı'dan kalma fermanlar da sergileniyor, Türkçe bir kitap da.

Mevzubahis Türkiye (veya "Asya yavrusu") haritası

Müzeye girdiğimizde, anlatmaya Türkiye haritası üzerinden başladılar. Yani öyle Yunanistan haritası, bir kısmında da Türkiye görünüyor falan değil, bildiğiniz Türkiye haritası. Zira evleri, eşleri, dostları Palatia Köyü'nde imiş zamanında. Palatia, İngilizce'deki "palace" kelimesinin Yunanca karşılığı. Yani Saray. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de şaşırtıcı şekilde, köyün adını çok da değiştirmeyerek, Saraylar Köyü olarak Türkçeleştirmiş onları denize döküverdikten sonra. Saraylar Köyü, Marmara Adası'nın kuzey kısmında yer alan bir köy. Gerisi hep bildiğimiz zorlu süreç, acılı anılar, buğulu gözler.

Bu esnada buraya geldiğimden beri Selanik ve Serez'e gitmek istiyorum. Hatta mümkün olursa annem ve babamla birlikte gidelim istiyorum. Zira baba tarafından bir "oralılık"
 olduğu için hep merak ediyor, görmek istiyorlar. Hazır ben de buradayken bundan daha güzel bir fırsat olamaz. Sonra geçenlerde Orkun'un "Parakalo!" yazısını okurken tekrar hatırladım: Buradaki insanların İstanbul'u anarken gözlerindeki anlam Orkun tarafından sıla hasreti olarak adlandırılırken, "çoğunluk" tarafından "eziklik" olarak anılıyor. Aslında benim de, babamın da aynı "ezikliği" Selanik için yaşıyor olduğumuzu fark ettik. Belki biraz daha farklı, ama sonuçta aynı yere çıkan, aynı şeyleri düşündüren hisler. Hala buradan oraya bisikletle gitmenin hayalini kuruyorum bu esnada, planlamaya henüz geçemedim ama zor görünüyor.

"Aşkolsun canum, aşkolsun!"

- Bizden çok farklı olan bir şey de televizyonları. Hemen her kanal bizim cnbc-e gibi, dublajsız ve altyazılı veriyor yerli malı olmayan bütün programları. Diziler, filmler, şovlar. Hepsi orijinal dilinde, altyazılı. Benim gibi dublaj sevmeyenler için süper. Ayrıca gençler de "biz İngilizceyi beyle beyle öğreniyoruz" diyor, o da var.

- Atina uyuşturucu kullanımı açısından bir cennet. "Kime göre, neye göre?" sorusunu "kullanana göre" olarak yanıtlamak gerekiyor bu noktada (böyle keyif veren şeyler cehennemde yok, onlar hep cennette ya, o yüzden.). Şehrin belli kurtarılmış noktaları var özellikle, polis çok sık karışmıyor, sadece ara sıra uğrayıp ilgiliymiş gibi görünüyor. Atina'da gezdiğimiz bir günde de 20'ye yakın insanı toplayıp götürdüler örneğin. Çok sık olmuyormuş bu. Exarcheia Meydanı örneğin cuma ve cumartesi akşamı şehrin gençlerinin eğlenmek üzere toplandığı bir kısmı ve meydana yaklaştıkça soluduğunuz havanın değiştiğini hissediyorsunuz. Bu hava değişikliği, gece 3 civarı yağmaya başlayan biber gazıyla da bambaşka bir hale bürünebiliyor. 

Bir operasyon sonrası gözaltılar

- "Nerelisin hemşerim?" sorusunu "Türkiye" olarak yanıtladığınız zaman, ilk olarak "Şehrazat!" karşılığı geliyor. Herkes manyak gibi Türkiye yapımı dizi izliyor. Biriyle yabancı damattan çıkıp baklavaya gelmiştik, ama çoğunluk nedense bir Şehrazattır tutturmuş gidiyor. Onun dışında televizyonda Ezel'i de gördüm, o da epey popüler sanırım. Hatta televizyon dergileri ek olarak Türkiye dizisi veriyor!

- Ecnebinin "Türk gibi sigara içmek" dediği şey gerçekten çarpıtılmış. Baca gibi, fosur fosur sigara içiyorlar. Şu 1.5 aylık yaşantımda çoğunluğu genç (35 yaş altı) belki 20 tane Yunanla vakit geçirdim, sadece ikisi sigara içmiyor. Ya örneklemim çok kötü, ya da başka bir sorun var.

- Atina'da "gökdelen" olarak adlandırılan 2 bina var, 10 küsur katlı. İstanbul'un silüetine (devasa gökdelenleri) sokan bir neslin torunları olarak bize garip gelebilir ama "Akropolis'ten daha yüksek bina inşa edilmeye!" denildiği için şehrin tüm binaları belli bir yüksekliği geçemiyor.

- Şehir içi toplu taşıma gayet güzel işliyor. Metro ağı şehrin göbeğini sarmalıyor zaten. Troleybüs ve otobüsler de kalanına yetiyor. Yazının yazıldığı tarih itibariyle 1,40 € olan 1.5 saatlik bilet fiyatı nedeniyle insanlar biletsiz binmeye veya metro çıkışlarında birbirleriyle paylaşmaya alışkın. Ankara'da bitmiş 10'luk kartı vermenin oradaki muadili bütün biletler için geçerli. Birkaç kez bu yöntemi kullandım, gayet de güzel işliyor. Bir nevi "hareket" olmuş bu bilet fiyatlarına karşı, dolayısıyla da belediye biletlerin arkasına "başkasına verdiğini görürsem yakarım" yazmış ama bilet isme kesilmiş olmadığı için sanırsam hukuki olarak çok da bir geçerliği olmasa gerek bu ifadenin. Kimse de sallamıyor zaten, herkes barut gibi, birbirine yanaşmıyor dolayısıyla.

- Syntagma Meydanı genel olarak kaynıyor olsa da, 1-2 sefer gittiğimiz eylemler daha çok 10 kişilik küçük bir grubun protesto eylemiydi, büyük çaplı bir şeye denk gelmedik. Ama yine de memleket kaynıyor, her tarafta onu hissedebiliyorsunuz.

Syntagma Meydanı'nda solo eylem

- Ona ayrı bir yazı ayırayım diyecektim ama sanırım şu an gerekli enerjim yok, dolayısıyla burada değinmeden de geçmeyeyim: benim orada olma nedenlerimden biri de Yunanistan ve Türkiye'den birer STK ortaklığıyla düzenlenen "Avrupa Gençlik Müzesi Festivali" idi. 21-26 Kasım 2011 tarihleri arasında Oropos'ta ilk ayağı düzenlenen ve 12-21 Nisan 2012'de ikinci ayağı Ankara'da düzenlenecek olan festival Yunanistan ve Türkiye'den pek çok genci, müzisyeni, pandomimcisinden kuklacısına, perküsyoncusundan heykeltıraşına sanatçıyı bir araya getirdi. 6 gün boyunca düzenlenen atölyeler ve etkinliklerin sonunda Avrupa Gençlik Müzesi'nin resmi açılışı gerçekleştirildi. Müzenin fiziksel olarak Oropos'taki, zamanında hapishane olarak kullanılan yerde oluşturulması düşünülüyor. 

Festivalin resmi kapanışı ve müzenin de bir o kadar resmi açılışında Yunanistan'daki evsahibi organizasyon, Türkiye'ye "Mevzubahis barışsa, size bırakın zeytin dalını, ağacı köküyle veririz!" mesajı verdi.

İşte böyle sevgili İşkembeseverler. Bir "düşman komşu ülke" yazısının daha sonuna geldik. Gerçi Türk'ün Türk'ten başka dostu olmadığı için nereyi yazsak olur bu başlığa ama idare edin. Bu arada Biraz uzun oldu bu yazı, ikiye bölmek lazımdı belki ama Ermenistan yazımın son bölümünü hala yayınlamadığımı fark ederek yekpare yayınlayayım da gümbürtüye gitmesin istedim bu yazı da.  

Barış diliyorum cümleten, zeytin bahçeleri...


ευχαριστώ πολύ Ελλάδα!

7 Ağustos 2011 Pazar

Atina-Oropos – İlk izlenimler

(5 Ağustos 2011)

Cennet vatan Yunanistan’dan selamlar sevgili İşkembeseverler! N’oldu? Böyle deyince beğenmeyenler için söylüyorum, gelin görün ondan sonra konuşun allasen.

Geçtiğimiz Çarşamba Sivas’tan Ankara’ya dönmüştüm, sonra dün itibariyle de Oropos’a ulaştım. Oropos, Atina’nın 50 km kadar kuzeyinde, otobüsle 4,80 € ve 1 saat karşılığında ulaşılabilen bir sahil kasabası. Buradaki 24 saatim henüz doldu, ama kanım kaynadı gayet. Ki düşünün, öyle deniz sevdalısı bir insan falan da değilim.

Oropos’un karşı tarafında boylu boyunca bir sahil şeridi görünüyor ve özellikle gece de tepeden bakıldığında manzara müthiş. Yunanistan’ın en büyük ikinci adası oluyormuş. Buradan oraya geçiş 2,5 €. Çadırım olmasa da, bir şekilde bulup, buradayken 1-2 günümü bisiklete atlayıp karşıya geçerek (deniz bisikleti : p) geçirmek gibi bir niyetim var.

Daha önce sanırsam Natura Horror Vacui Atina’yla ilgili bir yazı yazmıştı. Ben de bu yazıyı hem bir lokma Atina ve Oropos izlenimi, hem de yolculuk rehberi olarak yazayım istedim.

Yolculuk-Vize
Ankara’dan yola çıkıp Oropos’a varmam toplam 36 saatimi aldı. Hepsi yolda geçmedi tabii ki, ama 2 geceyi yolda geçirdim. Öncesinde vize mize...

“Yunanistan’dan Schengen Vizesi nasıl alınır? Vize için x gerekli mi?” gibi sorularınıza yanıt vermeye çalışalım biraz. Hz. Google’a en çok sorulan şeylerden olsa gerek.

Vize için 2 aylık davet mektubum geldi. Yunanistan’dan ekspres postayla 14 günde geldi sanırım. İki Akdeniz arasındaki benzerlik... Oradan postaya vereceksin, ama vermeden önce bir yemek. Sonra üstüne belki sigara, sonra kahve... Postacı kalkacak, o sıcakta dolaşıp yerine götürecek, bir soluklanacak, su ikram edilecek, iki muhabbet edip aile üyelerinin halini hatrını soracak, sonra oradan bizim tarafa gelecek, memur dayılar yerinden kıpırdayacak edecek, öğle paydosuydu bilmem neydi derken... Neyse, 14 gün, ekspres. Beklemedim haliyle ve faks çekmelerini istedim, onunla başvurdum, gayet de işimi gördü. “Hanimiş orijinali?” demediler.

Vizeye başvurmaya gittiğimde evraklarım tamamdı. Schengen formunun bir .doc dosyası var büyükelçiliğin sitesinde, yazım yivrenç olduğu için bilgisayarda doldurdum, sorun çıkmadı. Neden 2 ay istediğimi sordular, açıkladım. Banka hesabında 1.200 TL gösterdim. Çok girişli istemiştim, nedenini sordular, “tezim için bir gelmem gerekebilir” deyince 2 girişli vermişler. Ayrıca 2 Ağustos’ta başvurdum, 4 Ağustos-4 Ekim arasında istedim, aynen öyle verdiler, ertesi gün de aldım pasaportumu yola koyuldum. 1 günde çıktı yani, ama önceden de Schengen vizesi almıştım zaten, o da kolaylaştırmıştır mutlaka. Daha öncekinde Euro olarak götürmüştüm parayı, bu sefer de öyle yaptım. Dayı “144 TL lutfen” deyince kaynar sular dökülüverdi. “Efendim?” dedim, tekrarladı. “Yok, bozdurup gelsem olur mu?” dedim, tamam deyince “60 Euro karşılığı mı o?” dedim, “beyefendi benim ağzımdan Euro diye bir şey çıkmadı, 144 TL” diye fırçamı yedim, koştur koştur gittim bozdurmaya. Bu da böyle bir anım, aklınızda bulunsun.

Bu esnada sabah 8’de büyükelçilik önündeydim, birinci sırada girdim içeri. Ertesi sabah da gidip pasaportumu aldım vizemle birlikte. 9.30’da açılıyor, çok da erken gitmenize gerek yok yani.

Gelelim yol sorularına. “Türkiye-Yunanistan deniz yolu” araması yaptım epey bir. Alternatifler var. Ayvalık-Midilli (Mytilini)-Pire veya Çeşme-Sakız (Chios)-Pire en mantıklıları. Çeşme’yi kullandım ben. Ankara’dan Pamukkale’ye atlayıp, 9.30 saatlik yolun ardından Çeşme’ye vardım. Sakız Adası’na geçen feribotların epey bir kısmı –sanırım tek yön- 25 €. Bir de Ege Birlik var, ki hafta içi tek yön 7, gidiş dönüş 11 €. (Biletinizi internetten satın aldıktan sonra, feribotun kalkışından önce limandaki ofisine uğrayıp check-in damgası vurdurmanız gerekiyor). Fiyat farkının nedenini sordum, diğer şirketler Çeşme kökenliymiş zaten, Ege Birlik’in sahibi İzmirli bir iş adamı olduğu için promosyon babında böyle bir kıyak yapıyorlarmış. Ama tek neden o olmasa gerek, zira feribot da her an yolda kalıverecekmiş gibi geldi yol boyunca, yalanım yok. O kadarcık paraya yerime vardım mı, vardım. Sorun yok.


Çeşme Limanı’nda bisikletten korkan insanlar

Sakız Adası’na geçtiğimde saat sabah 10’u geçiyordu, feribota kadar yaklaşık 12 saatim vardı. Güneş hepten tepeye çıkmadan ben bisikletle tepeye tırmandım, güzel bir çardak bulup hem orada bir şeyler yedim, hem dinlendim, müziğimi dinleyip kestirdim (Bu vesileyle 3 gündür beni yollarda yalnız komayan Melis Danişmend’e çok teşekkür ederim! Hastasınım Melis! Anahtar Sözcük, Büyük Kaçış, Kettle, Ucuz... Hepsi mikkembel adeta. Akustik gitar, piyano ve güzel bir ses arzu edenlere çok fena tavsiye ederim.) . O civarda her nevi yaşamsal ihtiyacımı giderdikten sonra, tekrar aşağı doğru inmeye başladım. Yaklaşık 3 km bir yol tırmanmışım. Adanın biraz da öbür tarafına gittim. Ülkenin en büyük beşinci adası olduğu için, -Bozcaada’yı görmedim, karşılaştıramıyorum ama- bizim Büyükada, kendisinin yavrusu gibi kalıyor. Dolayısıyla alıp başımı gideyim diyemiyorsun fazla. Zaten güneş, 20 kilo kadar yük ve yol yorgunluğu izin vermezdi. Ben de orada limanda bir internet cafe ve bir başka cafenin keyfini çıkardım. Oh mis!


Sakız Adası’nın tepesinden bir görüntü. Karşı taraf Çeşme.

Sivas’tan Sakız Adası’na geçince kültür şokuna girdim bu esnada. Limana bir indim, etraf mobilet üstünde yarı çıplak kadın kaynıyor! Dedim “bre zındıklar, yanacaksınız!” ama hepimiz kompil yanıyorduk zaten cayır cayır gavur gibi. Beynim pişti. Saçımı da kazımıştım, kafam acıdı adeta yanmaktan. Kask bile fayda etmedi.


Batının ahlâksızlığı.

Sakız Adası’na sabah 9.30’da veya akşam 18.00’de geçilebilir. Oradan Pire’ye hareket eden seferler gece 22.00 ve 00.00’da sanıyorum. Ben 22.00’yi (Nel Lines) tercih ettim, zira 8.5 saat kadar sürüyor ve diğerinden (Hellenic Seaways) daha ucuz. Diğeri 6 saat kadar sürüyor ama kalkış zamanlarının farkından dolayı yaklaşık olarak aynı sürede varıyorlar. Nel Lines biletini Maskot Turizm satıyor. Bileti satın aldıktan sonra, Sakız Adası’nda check-in gerektirmiyor. İçerideki pulman koltuklar hizmet bedeli dahil 36 €, plastik güverte koltukları 33 €. Zaten mülteci gemisi gibi, herkes yerlerde yatıyor, dolayısıyla kamaralardan almadığınız sürece, bileti bu ikisinin hangisinden aldığınız çok fark etmez. Ben her ihtimale karşı pulman aldım, ama koltuğuma bir kere yerini görmek için gittim, onun dışında güvertede oturdum bir süre. Sonra da yere uyku tulumumu serip, sızdım. Açık havada uyumaya zaten bayılıyorum, püfür püfür mis gibi oldu.


Çeşme-Pire feribotunda iki ayrı katta çalıp söyleyen iki ayrı gruptan biri.

Güvenlik açısından kaygılananlar olabilir –benim gibi- ama herkes zaten deli gibi yüklü olduğu için kimse kimsenin çantasına ıvırına zıvırına bulaşacak halde değil gibi geldi bana. Değerli şeylerimi koyduğum çantamı kafamın altına yastık niyetine aldım, diğeri zaten üst baş kitap falan dolu. Cüzdan da uyku tulumunun içinde kaldığı için görece rahat uyudum. Ki, sabah bir uyandım, güvertede bir tek ben kalmışım, herkes kalkmış gitmiş. Birileri çantamı alsa gitse ruhum duymazdı. Bir dahakine saat kursam iyi olur. Bisikletimi de aşağıya bağlamıştım, onu da sağ salim aldım.

Pire (Piraeus) Limanı’na inince etrafıma baktım ve çok açık söylüyorum, bu kadar çirkin bir ilk görüntü beklemiyordum. Yalebbim ne kadar çirkin yaratmış orayı! Gerçi liman yani, ne bekliyorum... Ama gerçekten çirkin. Neyse, 8 kere çirkin dedikten sonra geçebilirim burayı. Ama bir saniye; Limandan Atina merkezine giderkenki yol da fazlasıyla çirkin. Ankarasal kavramlarla ifade edecek olursak, yol böyle Dışkapı-İskitler civarı gibi. Yarısı oto galeri, diğer yarısı tamirci mamirci ıvır zıvır. Pire-Atina arasındaki 10 km civarı olan esas yol bu şekilde yani. Alternatif rotaları bilmiyorum.

Limandan yola koyuldum, hedefim Oropos otobüslerinin olduğu nokta. Şehir merkezini gösteren Aθina tabelalarını takip etmeye çalıştım. Oysaki önceden dersimi de çalışmıştım Google Maps’ten, çıkarmıştım haritayı ama yardım gerekti.

Trafikta bol miktarda “iki teker” olduğu için hem sürücüler daha alışık, hem de her ne kadar “şöyle benzeriz Yunanlarla böyle de aynı sudan içmişiz biz” deseler de, gerçekten çok daha medeniler. Korna çalmıyorlar her saniye ve “bisiklete-motorsiklete” de araç muamelesi yapıyorlar. Dolayısıyla trafikta hiç zorlanmadım Oropos otobüsüne kadar. Genelde 15-20 km arası bir hızda gittim yüklü olduğum için, yoksa oldukça düz bir yol, rakım fazla değişmiyor. Hiç tahmin etmezken bir anda bir yerden fırlayan köpekle bir süre paralel koşu yaptık ve o koşunun sonunda itin oğlu pes ettiğinde kendimi üçüncü şeritte ve 34 km hızda buldum. Yokuş indiğim zaman dışında o yükle ilk defa 25 km’yi aşmıştım. Hala hayattım ama, itoğlu it!

3 kişiye yol sordum, İngilizce bildikleri kadarıyla yardımcı oldular sağ olsunlar. Haritaya da bakmış olduğum için gayet rahat buldum yolumu. Ama Hani bizim Eskişehir Yolu’nda veya ne bileyim Meşrutiyet’te öyle kabak gibi caddenin/bulvarın adı yazmıyor ya, burada da yaşadım o sıkıntıyı. Atina’ya gittiğini gösteren tabela göremiyorsun bazı belirsiz yol ayrımlarında ve inisiyatif kullanmak durumunda kalıyorsun. Neyse ki iyi kullanmışım o inisiyatifleri.

Yolun özeti:
Ankara-Çeşme: Pamukkale Turizm, 50 TL, 9.5 saat. Bisiklete gıklarını çıkarmayıp, inince çok da yardımcı oldular, Zeus razı olsun.

Çeşme-Sakız: Ege Birlik, 7 €, 1 saat. Bisiklet zaten ücretsiz, ofisteki hatun da pek yardımcı, çok sevimli. Promosyon süresinde bence kaçırmayın.

Sakız-Pire: Nel Lines, pulman 36 €, 8 saat. Sanırım 8 saat yani. Ben uyandığımda 8.30 olup her yer boşalmıştı, dolayısıyla bilmiyorum. Ama gayet rahat gittim.


Oropos’un yolları taştan


Oropos otobüsüne binerken çok kaygılandım. Travego işliyor Atina-Oropos arasında ve “ya muavin sorun çıkarırsa” hissiyle gittim otobüse. Ama zaten kimse sallamıyor, bagaj kapağı otomatik açılıyor, içeri dolduruyorsun varını yoğunu. Çoğunluğu Hintli/Pakistanlı olan bir kalabalık işporta tezgahlarını koyuyor. Epey mülteci varmış, ben şaşırmıştım. Çiftçi ve işportacı olarak çalışıyorlar.

Atina-Oropos arası 50-55 km olduğu için bisikletle gitmeyi düşünmüştüm, ama iyi ki beni buraya davet eden arkadaş “tavsiye etmem” demiş. Zira 55 km olan yolda hem 400 metreye tırmanmak gerekiyor, hem de yolun bir kısmı girişimizin yasak olduğu otoban. Eğer ki kısa olan yolu tercih edersem de 600 metreye tırmanmam gerekiyor ve dağ yolu. O çantalarla ve o yorgunlukla cesaret edemedim. İyi ki de etmemişim, 1 saatte vardım otobüsle Oropos’a. Otobüs Havaş gibi, biniyorsun Skala Oropou otobüsüne, birisi hareket ettikten epey sonra gelip bilet kesiyor.



Akdeniz Mutfağı


İşte böyle sevgili İşkembefilitzkiler. Yazımı leziz bir şekilde bitireyim dedim. Kokoreçleri de var, “kokoretzi” diyorlar ve bizimkinden daha mı sağlıksız bilemedim, anlatayım siz karar verin. Bildiğim kadarıyla bizimkinde yediğimiz şey, “rulo şeklinde sarılıp iç yağıyla birlikte pişirilmiş ince bağırsak”. Onlar ince bağırsağı ak/karaciğer ve başka sakatatın üstüne sararak rulo yapıyormuş. Tabii ki yiyeceğim, yediğimde ayrıca rapor ederim.

Mayıs sonunda beden kitle endeksimle ilgili hepten kaygılanıp, nefes alamaz hale de geldiğim için zayıflama niyetine girdim ve son 2.5 aydır toplam 7 kilo kadar verdim. Buraya gelirken de “Sivas’ta hamur ve etle beslendikten sonra Akdeniz mutfağına gidiyorum, oh mis, çok sağlıklı!” diyoridis. Ama arkadaşlar uyardı “bak, Yunanlar da senin benim gibi sefa pezevengi, gelsin mezeler gitsin uzolar şaraplar, aman dikkat” diye. Dün akşam demek istediklerini anladım. 4 Yunan arkadaş ve ben yemeğe gittik, masaya peynirli bir meze, ıspanakgillerden bir şey, kuzu ızgara, patates kızartması, salata ve tatlı niyetine karpuzi ile yoğurt üstü bal+fındık geldi. Bu saydıklarımdan hangi ikisinin masada kaldığını ve hatta hangi birine hiç dokunulmamış olduğunu tahmin etmek isteyen? Ispanakgilin yarısı yendi –ki onu da ben yedim zaten neredeyse-, salataya da hiç dokunulmadı! Onun üstüne etsiz yemek olmayacağına ilişkin muhabbet de gırla zaten. Çok yanlış tanımışım Yunanları çok...

29 Temmuz 2011 Cuma

Yeni başlayanlar için Sivas ve Cumhuriyet Üniversitesi (2/3)


1. bölüm için tıklayın.
Cumhuriyet Üniversitesi'nin mevzubahis olduğu 3. bölüm için tıklayın.

Otobüs demişken, İ. Melih'in en son Ankara'nın başına saldığı ABBÖTTAlarla (Ankara Büyükşehir Belediyesi Özel Toplu Taşıma Aracı) sağlanıyor bütün ulaşım. Dünyanın en çirkin midibüsleri ve onların trafik anlamında bir o kadar çirkin şoförlerince. Şehrin toplu taşımasının tek güzel yanı, ücret ödeme sisteminde Ankara'nın çoktan önüne geçmiş olması; tekrar doldurulabilir kartlar kullanılıyor.

Üniversitenin açık olduğu zaman yaklaşık 3-5 dakikada bir 2 farklı hatta kalkan bu midibüsler, yetersiz kalıyor. Yaklaşık olarak kampüs içindeki 3 ya da 4. duraktan sonra içeride nefes alacak yer bile kalmıyor. Ama yine de buna rağmen kimsenin çıtı çıkmıyor arkadaş! Bu nasıl iştir ben anlamıyorum.

O dönemlerde araçların günlük hasılatı 400-500 TL'yi geçiyor. Bu para kimlerin cebine giriyor, bunu da çok merak ediyorum. Masraftı ıvırdı zıvırdı diyorlar, neyin masrafı, hangi masraf allasen? Trafiğin t'sinden haberdar olmayan, yeşil ışıkta bir kere ezilme tehlikesi atlattıktan sonra Ankara'dan daha vahşi bir yerde olduğumu algılamamı sağlayan şoförler. Fena. 

Şeker hastalarıyla çalıştığım için, yemek sık sık konu oluyor. Şekere aldırmayıp "günde 1.5 kilo et yerim diyen!" adam beni en çok şaşırtanlardan. Bir kangal yavrusu kadar et yiyor olsa da, 1.5 m boyu ve 108 kilo ağırlığıyla boydan 3, kilodan 8-10 tane yavru kangal eder kendisi. Ayrıca bana bakıp "sende de göbek var ama sen hantalsın" demiş olması da bambaşka. Lan yanında yavrun gibi kalıyorum be vicdansız! Kangal sucuk! 

Erkekler ete ne kadar düşkünse, kadınlar da hamura bir o kadar düşkün. Çok enteresan. Yani erkekler ete düşkünlüğünü söylüyor, kadınlar hamura. Teyzelerim zaten maşallah hamur gibi. Görüştüğüm yaklaşık 100 kadının en az 85'inin beden kitle indeksi 30'un, o 85'in epey bir kısmının da 40'ın üstünde olduğunu söyleyebilirim. Bu vesileyle bir lokma demografi daha: Memlekette okumak yok, spor/yürüyüş yok, en az 5-6 çocuk var, yoksulluk var. Görüştüğüm kadın hastaların yine en az yarısının okur yazarlığı yok.

Konuya dönelim; et ve hamurun bu kadar popüler olması haliyle pide fırınlarıyla et lokantalarını beraberinde getiriyor. Adım başı pideci görebilirsiniz. Pideci olmayan dükkanlar da zaten ya etçi, ya telefoncu. Ramazan gelse de yesek diye yolu gözlenen pideler burada her gün üretiliyor/tüketiliyor. Etten yana da Sivas'ın kendine has bir "Sivas Köfte"si (çok yaratıcı, evet) varmış. Özellikle baharatsız, et tadını sevenler için çok başarılı. Böyle nasıl anlatsam, safi et! Güzel, ben seviyorum, öneririm. Bir de çok sevip önerebileceğim Gülen Pizza var. Google Maps'ten bakmayın yerine, yanıltıyor. Ama meydanda, Kongre binasının biraz arka tarafında bir yerlerde kalıyor. İncecik, büyük, ucuz ve gayet başarılı pizzalar yapıyor. Demişken, gitmeden yiyeyim bari son kez. Küçük boy 6, orta 9, büyük 13 TL. Küçüğü bile büyük.

Buradaki maceramın başlarının özellikle Mart sonuna denk gelmesi daha fazla Muhsin Yazıcıoğlu'na maruz kalmama neden oldu. Her taraf Yazıcıoğlu'nun görüntüsü, sözleri, şiirleriyle bezeliydi, tam bir kâbustu (Haziran ayında da onun adına bir bisiklet turu düzenlendi)! Yazıcıoğlu'nun Mart-Nisan yoğunluğundan sonra da anlayamadığım bir şekilde otobüs duraklarını Said-i Nursi dizeleri ve görüntüleri kapladı ve son 1-2 aya kadar onlar hep orada kaldı. Kimin neden nasıl hangi parayla bu imkânı bulduğuna dairse en ufak bir ipucu yok.

Belediyenin Gençlik ve Kültür Merkezi Yazıcıoğlu'nu en çok özleyenlerden

Bir de, hemen her gün türlü türlü irticai nitelikli derneğin/örgütün kermesi oluyor. Bu da çok enteresan geldi bana. Arada mutlaka başkaları da vardır ama ne zaman geçsem kermes mekanının önü ve duvarları gül motiflerinden ve Allah'tan geçilmiyor. İyi niyetli naif dini dernekler diye yumuşatamadığım için üzgünüm. Küpe takmam ve şort giymem günahken bunu yapamıyorum.

Bugünkü kermesimiz Sivas Kemal İbni Hümam Vakfı'nın

Madem irtica dedik, Madımak'tan da bahsedelim. Ben geldiğimde yıkılıyordu, 2 Temmuz öncesinde bir kültür merkezi olarak açıldı. Yakanlar ve yananları koyun koyuna andıkları bir yer olarak. Henüz gidip göremedim, ama istiyorum. Bilmiyorum içim kaldırır mı ama deneyeceğim. O gün yarın olabilir hatta.

Dışarıdan hiçbir şey görülemeyen "Bilim ve Kültür Merkezi"; eski Madımak. Birazcık olsun utanıyor olmalılar.

Ekönömi
Şehirde (birkaç Bim ve bir Migros dışında) 2 büyük market var: Marka ve Öncü. İkisinde de alkol yok tabii. Benim tercihim Öncü oluyor, zira meyveni sebzeni seçerek alabildiğin tek yer. Bunların dışında meyve-sebze satan "mini hal"ler var. Bildiğin manav, ama kurumsallaşmış manav zinciri gibi. Ve bunlardan da çok var. 

Burger King ve McDonalds ben buradayken açıldı. Özellikle McDonalds, Türkiye’nin en büyük McDonalds’ı olduğunu iddia ediyor, 6 katlı bir bina. Terası falan da varmış. Benim gelip dünyaları yediğimi haber almış olmalılar! Her ne kadar tüketmekten ısrarla kaçınsam da kütle çekim işte herhal... Ama gerçekten nefis köfte dururken ne gerek vardı, hiç bilmiyorum.

Türkiye'nin en büyüğü. Aferim. Bir leylek kalmıştı gerçekten.

Şehirlerarası ulaşım için treni hiç düşünmeyin. Şehirlerarası otobüs firmalarından da Metro Turizm şehir içi serviste sıkıntı yaşattı, Sivas Huzur Ankara yolunda kaza yaptı, Sivas Tur ise 2 yolculuğumdan birinde bisiklete para istedi. Para istemek şirketin politikası olmaktan ziyade sürücünün çakallığı olduğu için, bu üçünden Sivas Tur'u önermek istiyorum. Umuyorum ki o herife denk gelmeyin. Sivas-Ankara 7, Sivas-Bursa 12, Sivas-İstanbul 15, Sivas-İzmir 15 saat.

Şehrin bence bir artısı, henüz AVM müessesesinin teşrif etmemiş olması. İki ana cadde (birisi tabii ki “Mecburiyet Caddesi”), bir meydan, tamam. Alışveriş için buralar. Onun dışında da yemek bölümü ve oturmalık yer niyetine de gani gani güzel yemekçiler, parklar bahçeler var. Oh mis.

Yemek için Çimen, Mis Kebap veya Özen Kebap genelde önerilenler oluyor. Çimen’de daha çeşitli yemekler var, ben hastasıyım şahsen. Diğerlerinden bir parça daha pahalı gibi, ama 15 TL’ye Çorba, ana yemek, salata, ayran, tatlı ve su menüsü var, ki gayet makul.

Yazının amacı “Sivas’ın tarihi turistik doğal güzellikleri neyin” olmadığı için, bir gezelim görelim bölümüne gerek duymuyorum. Zira dediğim gibi daha çok buradaki 5-6 aylık deneyimimden yola çıkarak bir şeyler yazdım. Zaten herrrhangi bir kent için “of şurası çok süper, mutlaka görün” yazısı zilyon tane bulabilirsiniz.

Bu vesileyle bir de açıklama yapayım; yazıyı tekrar okuyunca ve üstüne düşününce bir garip geldi, zira çok alışılmış bir şey değil “x nasıl bir yerdir yaşamak için?” yazısı ve bu kadar olumsuz görünen şeyin sayılması. Ki, kötüleme amacıyla yazmıyorum ama burada yaşadığım çok fazla olumlu şey yok, yaşamak için keyifli bir yer değil özetle. Hele ki öğrencilik için... Üçüncü bölüm “Cumhuriyet Üniversitesi nasıl bir yer?” olacak.

22 Temmuz 2011 Cuma

Yeni başlayanlar için Sivas ve Cumhuriyet Üniversitesi (1/3)

(Cumhuriyet Üniversitesi'nin mevzubahis olduğu 3. bölüm için tıklayın.)


Başlamayın! Yol yakınken dönün! 

Kusura bakmayın, böyle de spoylır oldu, yazının sonunu başından söylemiş oldum ama böyle aslında daha ilginç olacak, gerçekten. "Neden bu kadar ateşli söylemiş lan bunları?" diyeceksiniz. Diyorsunuz, diyorsunuuz ve dediniz! Evet. Öyleyse anlatayım (ne yazık ki şu an fotoğrafsız, belki yarın öbür gün çeker korum):

Bir araştırma için Mart ayından beridir Sivas'tayım. Aslında sürekli Sivas'ta değilim, ortalama haftada 3 gün buradayım, diğer 4 gün yollarda ve Ankara'da geçiyor. Geçiyordu yani. Asker deyimiyle şafak 7. Hatta "ne kola ne fanta sadece yedigün" de diyebiliriz.

Burada anlatacaklarımın çok büyük kısmı kişisel deneyimlerime ve burada geçirdiğim zamana, bir kısmı da burada okuyan ve çalışan insanlara dayanıyor. "Hadi lan!" diyip karşı çıkmaya kalkışmayın, siz de o biçimlisini yaşamışsınızdır, itiraz edilecek bir şey yok.

Önde üniversite, arkada şehir

Bir lokma demografi bir lokma coğrafya
Şehrin tabelasında nüfusunun 320 bin civarı olduğu yazıyor. Merkezde bu kadar, bir bu kadar da ilçelerde var. Denizden yüksekliği 1280 m civarında (ki Ankara'da şehir merkezi ve ova kısmı 850-950 m arasında değişir). Dolayısıyla görece serin, ama yine de İç Anadolu, yine de bozkır. Yüzölçümü bakımından Konya'nın ardından ikinci sırada ve 8 şehrin komşusu. Son seçimlerde AKP %63 oy aldı Sivas'tan. Belediye yanılmıyorsam BBP'de ve en son seçimlerde Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümünün ardından oy patlaması yaşamıştı.


60 küsur mahalle var ve yanılmıyorsam bunlardan sadece meşhur "Ali Baba Mahallesi" Alevi mahallesi olarak geçiyor. Buralı olanlar, Alevilerin şehir merkezinden çok ilçelerde olduğunu söylüyor.


Kimi içine edilmiş pek çok Selçuklu eseri var şehirde. Şehrin meydanındaki medrese, çay içip biraz keyif yapmak için güzel bir yer.

Günlük yaşantı
Çok uzun zamandır (Kayseri'deki ilkokul yıllarımın ardından) küçük ve tutucu bir yerlerde yaşamamıştım, bu deneyim o anılarımı depreştirip üstüne yenilerini koydu. Sivas zor bir şehir. Ankara'ya yaklaşık 450 km. Ki böyle deyince hemen "e İstanbul kadarmış?" deniyor, ama kazın ayağını bir görseniz... Ha deyince gididilip gelinecek yol değil. Otobüsler kendini titreşime alıp yola çıkıyor ve Ankara-Sivas arası titreşim modunda geçirilen bir 6.5-7 saat oluyor. Şehirde servis müessesesi var otobüslerin ama zaten otobüs şehrin içinde bir tur atıp döküyor yolcuları.

Türk-İslam sentezi şehrin iliklerine işlemiş. Etrafta her nevi Alperen, Nizam-ı Alem, Ülkü Ocağı mevcut. Kurumsal yapının dışında zaten bıyıksal olarak da o muhafazakarlığı ve Türk-İslam sentezini sezmek mümkün. Maça insanlar "loy loy loy" ya da "siiivassiiipooor" gibi tezahüratlar yerine "ya allah bismillah allahüekber!" nidalarıyla ve ülkücü selamlarıyla gidiyor. Lan? Maça gidiyorsunuz olm, huop! Buradaki Beşiktaş maçı haftasonu buradaydım ve ona gitmiştim de. Pii...

Şehir içi ulaşım resssmen pahalı! 2 hafta önce tüm yurt çapında yapılan "ulaşım zammı" etkinliklerinde Sivas da yerini aldı ve 0,80/1,25 TL olan öğrenci/tam biletler 1,00/1,35 TL olarak düzenlendi. Yani öğrenciye %20, tam bilete %8 zam kilitlenmiş oldu. Öğrencilerin esas kullandığı Üniversite-Merkez hattı 6 (altı) km ve bu mesafe için bu para çok büyük haksızlık. Ancak her şeyi muhafaza eden şehir bunu da ediyor; burası Sivas, burada itiraz yok! Öğrencilerin yürüyerek 1.5 saatte, bisikletle kan ter içinde kalmadan yaklaşık yarım saatte gidebilecekleri mesafe için gidiş dönüş 2 TL harcıyor olmaları acıklı.

Demişken, şehirde bisiklet kültürü yok. Çocuklar, yoksullar ve servis elemanları için var sadece. Üniversiteye 3-4 sene önce bir kiralama noktası açılmış, 2 aya topu dikmiş talep olmadığı için. Bisiklet satan dükkanlar "Abi talep yok ki halktan? Belediye de ileri görüşlü değil zaten" diyor bisiklet yolunun ve bisiklet kültürünün yokluğu için. O kadar da uygun bir şehir ki bisiklete! Eğim neredeyse yok gibi. Ankara'ya benzer bir yapısı var, bir tarafı açık çanak. Ama zaten büyük olmadığı için çok yükseklere çıkılmıyor. İki tepesi var sayılır, ikisine de tırmandım. Şehirde bisiklete dair bir tek meydan yakınında 8-10 bisikletlik bir park var, o kadar. 35 bin öğrencisi olduğu söylenen bir üniversitenin bulunduğu ve bu kadar da elverişli olan bir şehir için çok enteresan. 2 gündür kampüste 4-5 kişilik antrenmana çıkan bir grup görüyorum ama onlar da "selam alma ve verme engelliler takımı" sanırım. Perşembe Akşamı Bisikletçileri Sivas grubuna da yazmıştım Feysbuk'tan ama oradan da ses çıkmadı. Dolayısıyla şehir içindeki bisikletçi esnaf haricinde bisikletlilerle iletişim kuramadan geçti 6 ay.

Son zamanlarda izafiyetin ne kadar enteresan bir şey olduğunu kendi kendime yeniden ve yeniden keşfediyorum, yer yer şaşırıyorum, yer yer üzülüyorum. Köyden çıkıp hastaneye gelen insanın "değişik bir şey oldu hayatımda" sevinci buruk bir şey. Ben de burada üniversite şehre şöyle yakın böyle yakın derken, bugün teyzenin biri "ya şehre çok uzak, ben nasıl geleyim buraya, bu kadar uzak olmasa gelirim de ben gelemem ki" diye yıkılıyordu tekrar gelmesini söyleyen doktorun karşısında. Oysaki yaklaşık 5 dakikada bir otobüs var karşılıklı olarak.

Ya arkadaş ben niye meramımı kısa kısa anlatamıyorum insan gibi? Yine uzadı gitti yazı. Kendimi kontrol edemiyorum. Burada kesiyor, Sivas'a bir sonraki bölümde, üniversiteye de daha sonraki bölümde devam ediyorum. Size de yazık yahu, siz de insansınız, sizin de canınız var.

29 Haziran 2011 Çarşamba

So far no matter how close: Ermenistan (4/4)


Dağınık Notlar
(Buradan sonrasını çok derli toplu yazamadım, biraz daha ufak tefek notlar şeklinde sunuyorum. Gecikmeden dolayı özür dilerim.)

- Şehrin The Northern Avenue adında bir mekânı var, 1-2 arkadaş Champs-Elysees diye takılıyordu. Kimsecikler yoktu ortada, çok popüler bir yer gibi görünmüyordu ama sanırım şekil şemal ve içerik olarak benzetilmeye çalışılmış. En lüks ve Avrupa kökenli mağazalar burada bulunuyordu.



- Türkiye’deki “Ermeni vilayetleri”nin isimlerinin Erivan’da ilçelere/mahallelere verilmesi gibi bir uygulama da söz konusu bu esnada. Şu haritada görebileceğiniz gibi, Malatya, Maraş, Arapgir gibi isimler verilmiş. Bu isimlerin arttığını söylüyordu bize müzeye giderken eşlik eden Areg.

- “Olm Türk olduğunuzu belli etmeyin ha!” diyen arkadaşların tavsiyesini özellikle göz önünde bulundurmaya çalışmadık, ama Yılmaz’ın deri ceketi sağ olsun, zaten çok çaktırmıyorduk. Yani yüzdeki ortalama kıl tüy ve metal parçası miktarı itibariyle ve elimizde fotoğraf makinesi olduğunda çok belli etsek de, yine de insanlar bizimle Ermenice konuşup, bizim şaşkın bakışımızla karşılaştıklarında dili bilmediğimizi değil, sadece anlamadığımızı/duymadığımızı düşünerek aynen tekrarlıyorlardı. Sonra biz İngilizce yanıt verince bir gülümseme. Pazarda da 2 kişi Türkçe konuştu. Biri İstanbul’a gidip geliyormuş, ticaret yapıyormuş, Türkçe biliyor. “Yardıma ihtiyacınız var mı?” diye sordu, teşekkür ettik. Öbürü de benim magnet aldığım, şiş kebaplı magnetlerini ilginç bulmadığım –haliyle- bir amca idi. Türkçe konuştuğumuzu duyunca “Türkiye’den mi geliyorsunuz? Kebap sevmiyor musun?” diye sordu. Dedim seviyorum da, yeter artık kebap kebap.

- Havaalanı çıkışı çok enteresan geldi. Normalde yüzlerce kez kontrolden geçip, soyunup dökünüp, işkence çekip girilmesine alışkın olduğumuz için, Erivan uygulaması garip geldi. Bazen bavuldaki yiyecek/içeceğe bile takılındığı ve bavullar da kaçakçı bavulu gibi olduğu için (alkollü içkilerin ucuz olduğunu söylemiş miydim? Peki ya orada 3 €'ya aldığım votkayı önceki gün Migros'ta 80 TL'ye görmem?) biraz kaygılandım şahsen. Ama havaalanına gidince kaygımın yersiz olduğunu gördüm. Zira girdik havaalanına, dümdüz yürüyüp kontuara çantayı koyup pasaportları verdik, çantalar yürüdü gitti. Bütün bu kısım yaklaşık 3 dakika falan aldı sanırım. Güvenlikmiş, kontrolmüş, olmadı öyle şeyler, çok da güzel iyi oldu. Bu esnada çıkışta yine yeşil pasaportlu arkadaş ufak bir sıkıntı yaşadı; vizeyi bakanlıktan aldığı için üzerinde mühür yoktu, ona takılmışlar, ama kolay çözüldü bu sefer.

- Ben pek sevdim Ermenice’yi. Normalde hani bilinmeyen diller kulağa çok böyle acele acele konuşuluyormuş gibi, hepten karmaşıkmış gibi gelir ya, Ermenice sanki aksine, böyle tane tane konuşuyorlar. Ermenice konuşan birinin konuşmasını çok rahatlıkla metin haline getirebilirmişim gibi hissettim. Ama o alfabesi yok mu... Arapmış, kirilmiş, halt etmiş. Konuşması ne kadar sade/sakin geldiyse, alfabesi de bir o kadar karışık...

- Ermenistan kökenli bir a cappella üçlüsü olan Zulal’in albümünü almak istedim, aradım mamafih bulamadım. Sorduğum 3 müzik dükkanı ve birkaç Ermeni genç bilmiyordu, çok şaşırdım. Dinlettiklerim “bilmiyordum ama çok süpermiş ki bu!” dediler. Ben Türkiye’den böyle çok beğenebileceğim ve bir başkasından duyup da bilmeyeceğim bir grup düşünemiyorum, değişik geldi. Bu esnada orijinal albüm bulmak da çok kolay değil. Normal müzik marketleri bizim Maltepe Pazarı korsancıları gibi, dükkanlardaki hemen bütün albümler/filmler korsan.

Sonuç olarak
Sonuç olarak, benim için oldukça yorucu –özellikle de toplam 36 saat süren gidiş ve dönüş yolu itibariyle- olsa da, çok keyifli bir deneyim oldu Ermenistan. İçimdeki MEB müfredatından çıkmış faşistin biraz daha ufalmasına da vesile oldu mesela. 

6 Nisan 2011 Çarşamba

So far no matter how close: Ermenistan (3/4)


Yerli malı yurdun malı
Nedense hiç Türkiye’de üretilmiş bir şey göremeyeceğimi düşünmüştüm (acaba neden?). Ama kahve aralarında sıcak su için kullanılan su ısıtıcılar “Tuğra” marka idi örneğin. Veya pazara da gittik, pazarda birçok ürün “Metin Tekstil” gibi, “Çıldırın” gibi Türkçe isimli ve Türkiye kökenliydi (Bkz. Foto).

Önde “Kemal Bebe”, arkada “Çıldırın”

Az önceki bahsettiğim Pazar, bizim sosyete pazarı gibi bir yer. Kılık kıyafet var bolca, işte arada oyuncaklar falan. Meyve-sebze pazarı gibi değil. Bir de bit pazarına gittik bunun dışında. O da özellikle Artvin’de yaşadığım 1 senede sık sık gittiğimiz “Rus pazarı” denen pazarlara benziyordu. Oldukça yoksul bir ülke Ermenistan ve bu “Rus pazarı” görünümlü pazarda, bir evde bulabileceğiniz hemen her şey satılıyordu. Evdeki dekoratif eşyalardan tutun da, avizeye, eski oyuncaklara, Sovyet Rusya pasaportlarına, elektrik sayacına, contalara kadar.

Tanıdık bir şeyler gören?

500 dram = 1 € = 2 TL yaklaşık olarak. Sigaralar 1 €’dan ucuz, alkollü içkiler oldukça ucuz (doğrudan kötü alışkanlık odaklı düşünmüşüm, evet), benzinin litresi yine 1 €’nun altında.

Post-Sovyet / Post-Komünist haller
Ülkede Sovyet Rusya’nın etkisi oldukça fazla hissediliyor. Yani özellikle eski filmlerden aşina olduğumuz o “komünist yapılar” şehrin her tarafında. Şehrin merkezi olan Republic Square’de (Cumhuriyet Meydanı) devasa taş binalar var. Biri ünlü bir oteller zincirine ait şimdi, biri müze, bir başkası Dışişleri Bakanlığı... Çok geniş meydanlar ve bol miktarda heykel var bütün şehirde. İlk planlandığı zaman oldukça güzel planlanmış şehir. Sovyet Rusya’da bir “şehir planı”na göre tasarlanan ilk şehir Erivan. 150 bin kişi için tasarlanmış o zaman ama şimdi 1.5 milyon insan yaşıyor. Ülkenin tamamının nüfusu 3 milyon civarında bu esnada, yüz ölçümü de 30 bin m2, yani Ankara’dan biraz küçük.

Mevzubahis taş yapılara bir örnek. Dışişleri Bakanlığı'nın da bulunduğu bina

Güzel büyük taş yapılara eşlik eden çirkin apartman dizileri de var insan deposu olarak. Yoksulluk had safhada ve şehrin göbeğindeki o taş yapıların hemen ardından şehir hızla varoşlaşıyor. Bu özensiz apartmanların önünde de arabalar dizili; çoğu eski model Lada ve envai çeşit 4x4’ler. Neden ve nasıl çözemedim ama bu ikisinin arası çok yok sanki. Arabaların çoğunun camları (onların da çoğunun bütün camları) filmli, içerisi görünmüyor. Daha önce Ermenistan’a giden bir arkadaşımın söylediğine göre, özellikle Amerika’da yaşayan Ermeni diasporasının araçları imiş onlar. Ki bu biraz benim soruma yanıt oluyor; zira Ermenistan’da ve yurtdışında yaşayan Ermeniler olarak ikiye bölündüğünde, bu fark bir ölçüde açıklanıyor.

Çok anlaşılmıyor ama butik ülkenin butik benzin istasyonlarından biri. Yoldan geçerken alıyorsun benzinini.

Yaşamın oldukça ucuz, ülkenin fakir olmasına rağmen özellikle kadınlar için biraz abartılı bir bakımlılık/süslülük sözkonusu. Hemen hemen bütün kadınlar kuaförden az önce çıkmış gibi. Çeşitlilikten çok, bir tek tiplik söz konusu hem erkekler hem kadınlar için. Gerçi moda dediğimiz de insanların kendi kendine tektipleşmeye çalışması değil mi zaten? Ama yine de farklı moda akımları yok, 80 sonu 90 başı modası devam ediyor sanki. Kadınlar için dar pantalonlar, yüksek topuklu ayakkabılar, büyük gözlükler; erkekler için deri ceket, pantalon ve mokasen, yer yer spor ayakkabı.


                  Bu esnada modayı bir kenara bırakıp insanları Türkiye-Ermenistan vatandaşı olarak karışık dizerseniz, kimin nereden olduğunu kestirmek oldukça zor. Özellikle Türkiye’nin doğusundan birilerini ayırt etmek hepten zor. Zaten tahmin edilebilecek bir şey bu tabii ve tanıdığım sayılı Ermeni arkadaşımdan da biliyordum ama bu kadar olacağını tahmin etmemiştim. Eninde sonunda bu söylediğim “Erzurumlularla Erzincanlıları karışık diz, valla ayıramazsın” demek gibi bir şey. Sıradaki şarkı Manga’dan gelsin o zaman: We Could be the Same.

29 Mart 2011 Salı

So far no matter how close: Ermenistan (2/4)

Genel olarak Ermenistan’a geçelim. Çok yönüyle “arada kalmış”, öte yandan da Türkiye ve Azerbaycan’ın devlet politikalarını da düşünürsek, “arada bırakılmış” bir ülke Ermenistan. Coğrafi olarak olduğu kadar, kültürel olarak da Türkiye ve Azerbaycan arasında. “Geleneksel Ermeni müziği” konseri vardı örneğin bir akşam. Konserde temel olarak 5 enstrüman vardı. Adını bilmediğim bir davul, ki Azeri müziğinde de bu çok kullanılır; zurna, duduk, kanun ve yine özellikle Azeri müziğinde de çok kullanılan tar (bkz. aşağıdaki fotoğraf). Konuştuğum arkadaş bunların hepsinin halis muhlis Ermeni enstrümanları olduğu düşüncesindeydi. Doğrudur belki, enstrümanların kökenine dair bilgim yok sonuçta. Ama şu çok açık ki, Ermenistan’da duduk diye çok sahiplenilen enstrümanın aynısı o coğrafyanın doğusunda “balaban”, batısında da “mey” adını alır ve halk müziğinde gayet kullanılır. Zurna, bizde de zurnadır, kanun ha keza... Yani –en azından benim bildiğim kadarıyla- oradaki 5 enstrümanın 2 tanesi Türkiye ve Ermenistan’da, 2 tanesi Ermenistan ve Azerbaycan’da, 1 tanesi de her üç ülkenin halk müziğinde kullanılıyor. Keyifli. Müzik konusunu kapatmadan, çaldıkları şarkılardan biri Sarı Gelin, bir başkası Ata Barı idi. Demişken, Sarı Gelin bizim için sadece bir türkü de değil hani...

Geleneksel Ermeni Halk Müziği Orkestrası (Davul, duduk, zurna, kanun, tar)

Bir başka akşam da “geleneksel Ermeni halk oyunları” öğrendik. Çok bilgi sahibi değilim yine bu alanda da ama bildiğim kadarıyla figürler de  aynı coğrafyanın figürleri. Biraz Türkiye, Biraz Azerbaycan gibi, biraz kendi gibi. “Coğrafya” diye bir kere daha vurgulayayım. İster Kafkas deyin, ister Mezopotamya, ister Orta Doğu...
Şehri gezmeye de fırsat bulduk toplantıdan artan zamanlarda. Türkiye’den gelen 4 kişi olarak Soykırım Müzesi’ni ve anıtını görmek istedik ama 8 Mart Salı Dünya Emekçi Kadınlar Günü nedeniyle tatildi ve Pazar-Pazartesi ile birleştirip, müzeyi de kapatmışlar. Son günümüz olan 6 Mart’ta gittiğimiz için ne yazık ki göremedik. Çeşitli ülkelerden gelen ve soykırımı tanıyan diplomatların diktikleri ağaçlarla birlikte anıtı görebildik sadece.
Anıtın adı Tsitsernakaberd ve “küçük kırlangıçların hisarı” anlamına geliyor. Ağrı’nın karşısında bir tepede, iki temel parçadan oluşuyor. Biri gökyüzüne doğru yükselen, “sonsuzluğa” giden ve Ermeni halkının yeniden dirilişini simgeleyen, öbürü 12 parçadan oluşan ve “Batı Ermenistan” olarak adlandırılan, bugün Türkiye topraklarında kalan Ermeni vilayetlerini (Vilayet-i sitte) simgeleyen bloklar. Bu blokların ortasında da sürekli yanan bir ateş var. Ateşin etrafındaki çiçekleri görünce merak ettim, “sürekli geliniyor mu buraya?” diye sordum. Özellikle yurtdışında yaşayan Ermeniler ülkeye geldiklerinde ilk uğradıkları yerin bu anıt olduğunu söyledi Areg. Bunun dışında Erivan’da yaşayan pek çok insan da zaman zaman gelip ziyaret edermiş anıtı.

Soykırım Anıtı ve sol taraftaki uzun duvar

Anıtın yan tarafında üzerinde bir şeyler yazan alçak ve enlemesine uzuun bir duvar var (Fotoğrafta sol tarafta). Bu duvarda da bir sürü kent ismi; Maraş, Sivas, Muş, Diyarbekir, Trabzon, Konstantin... Bize eşlik eden arkadaşın söylediğine göre Ermeni soykırımı sırasında Ermenilerin en yoğun yaşadığı yerlerin isimleri imiş. Ağrı’nın kendilerinin olduğuna dair inançları zaten tam, bunun yanında Kars, Van, Ağrı ve Erzurum’un da dahil olduğu bazı şehirleri “Ermeni şehirleri” olarak adlandırıyorlar.
  
Yemek
Organizasyon boyunca vejetaryenler aç kaldı desek yalan olmaz. 3 öğünde mutlaka türlü türlü et vardı. Kahvaltıda sosis, hamburger köftesi ve kıymalı börek; öğle ve akşam yemeklerinde de kırmızı et-tavuk-balık üçlüsünden herhangi ikisi. Babamın Iğdır’da geçirdiği 2 senede bir gün lokantaya gidip “ya allasen etsiz bi’ yemek yok mu?” diye sormasının üzerine “etsiz yemek oluur?” diye şaşıran garson hikayesini gerçekten çok iyi anladım. Iğdır’ın biraz ilerisinde de durum aynıymış haliyle. Neyse ki bir etobur olarak hiç sıkıntı çekmedim. Kolesterol-puanları toplayıp döndüm eve. Gün detoks günüdür!
Hemen herkesin sıkıntı çektiği bir başka nokta da yemeklerin ardından tatlı alışkanlığının bulunmamasıydı. Bir önceki toplantıda Ankara’da tatlıya boğduğumuz insanlar için özellikle zor olmuş. Kahvaltıda çıkan rulo pasta gibi pastaların dışında gerçekten öğle ve akşam yemeklerinin ardından sadece meyve vardı. Fazla sağlıklı olduğu için çok hoşlanmadım durumdan, evet.
Yemeklerin dışında pestil, pastırma, lavaş, alıç, hurma, shaurma (çevirme – Türkçesi döner) gibi bir sürü ortak şey var tabii ki. Ha, bunlar sunulurken yine “Armenian pasturma”, “Armenian lavaş” diye sunuluyor ama biliyoruz ki nereye gidersen oranın yiyeceği hepsi.

Simgeler
Ülkenin simgesi olan birkaç şey var; Ağrı Dağı, duduk, nar ve nazar boncuğu. Ben gitmeden bilmiyor idim, konyağı da meşhur imiş. Hemen her şeyin bir Ararat isimlisi var. Yani en meşhur konyakları zaten Ararat marka, Ararat adında otel de var, mağaza da var, her şey var. Ama haksız da değiller. Öyle bir heybetli görünüyor ki Ağrı Dağı... Hani bizim için Ağrı Dağı deyince daha çok Büyük Ağrı’dır ya, onlar “Ararat” dediğinde Büyük ve Küçük Ağrı’yı bir arada kastediyorlar. Bütün şehirden görünüyor bütün heybetiyle, Soykırım Müzesi’nin oradan daha bir güzel görünüyor. Ama tabii ki biraz geç de olsa Müze ve Ağrı Dağı arasına bir otel kondurmayı ve görüntünün içine etmeyi başarmışlar. Büyük Ağrı “Masis”, Küçük Ağrı “Sis” olarak adlandırılıyor. Masis aynı zamanda da erkek ismi.

İnsan depoları, Sis ve bulutların ardında Masis

Bir başka önemli simge nar. Hayatın ve doğurganlığın simgesi olarak görülen narı herr yerde görebiliyorsunuz. Şarabını yapıyorlar, nar şeklinde şişelerde satıyorlar. Bütün hediyelik eşyalarda ya nar var, ya Ararat. Gerçek nardan yapılan anahtarlık, kolye vs. Kültürlerinde çok önemli bir yerde özetle.
Duduk da yine simge olarak gördükleri önemli nesnelerden. Daha önce dediğim gibi, Türkiye’de ve Azerbaycan’da da farklı isimlerle çalınıyor olsa da, adı her neyse, o enstrümanın sesini duyunca benim de aklıma Djivan Gasparyan ve Ermenistan gelir. Almak istedim bir tane ama pazarda en ucuz 20 € civarında satılıyordu, paranın dibini görmüştüm çoktan. Bir dahaki sefere.
Bir başka sembol de nazar boncuğu. “Bizim lan o!” mu diyorsunuz? Onlar da öyle diyor, evet. Diğerleri kadar yaygın olmasa da, bizdeki gibi kem gözlere karşı nazar boncuğu görebiliyorsunuz hediyelik eşyacılarda.