2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

30 Ocak 2010 Cumartesi

Milliyet internet sayfasında rehberli bir gezinti

Yılmaz Özdil'in çığır açan yazıda yalınlık yaklaşımından ilhamla ben de görsel yalınlık tekniği ile bir mesaj vermek istiyorum: En yukarıdayız. Milliyet logosunun hemen yanında Renkli hayatlar linki var. Tıklayınca bir milyarderin çıplak kızı sigara içiyor. Gelelim günün manşetlerine: Dünyanın paylaştığı market çılgınlıkları. Habere, pardon foto galeriye bağlantıyı veren fotoğrafta iç çamaşırlı hanımlar herşey gayet normalmiş gibi alışveriş yapıyorlar. Merak edip bağlantıya tıklıyoruz. Fotoğrafların çoğu marjinal görünümlü, değişik kıyafetler giymiş kadınlı erkekli insanlara, değişik objelere ait. İç çamaşırla dolanan erkekler de var. Hakikaten manşetlik(!) bir 'haber' olmasını geçtim de ana sayfadaki fotoğrafın seçimi Milliyet'in erkek egemen, erkeği değil sadece kadını fantazi objeliğine indirgeyen kafa yapısına takıldım desem. Gülmekten kırıp geçiren fotoğraflara tıklamamız için bizleri içeriye davet eden bir çıplaklık lazım tabi. Neyse adil olmak lazım, bu sefer ilgilenenler için boxerlı erkekler de var. Gelelim suçüstü yakalananlara. Yanlış anlamayın bu da haber değil, sadece foto galeri. Yine en çıplak fotoğraf baş sayfada. Galeride gerisini arayanlar hüsrana uğrayabilir. Ha bu arada gıdığından rahatsız olanlar, daha ince bir gerdan isteyenler de unutulmamış. Biraz daha aşağılara iniyoruz. Soldan sağa göremeyenler için geliyor: 'Göğsünü açtı tarihe geçti' -insan nasıl tarihe geçtiğini hakikaten merak ediyor değil mi?- , 'transa sokup taciz etti' -bu sayfada rastladığımız ender haberlerden ama o buğulu fotoğraf başka taraflara mı hitap etmeye çalışıyor yoksa ben mi kötü niyetliyim bilemedim- , 'Fener'in gözü N'onda'... Daha N'ediyim... İn in biraz daha aşağıya in. İşte burası gazetenin en samimi en sıcak kısmı. Bazı başlıklar şu şekilde: Taciz maduru ünlüler, Ünlüler onu paylaşamıyor, Nefesleri kesen modeller, Gözler onun üzerinde, Futbol takımının böylesi. Daha yukarılarda gördüğümüz başlıklardaki dolaylılık veya alakasızlık burada pek yok. İfadeler daha öznel. Neyse o kardeşim, bizim buralarda göte göt derler kayıtsızlığı hakim. E normal. İyice aşağılardayız sonuçta. Eren yasası: Internet gazetelerinde aşağıya inildikçe dolaylılık azalır. Milliyet gazetesinin internet sitesini üç kelimeyle tanımlarsak: libido yükseltici(!), yarı pornografik, seksist. 'Porno ve saçmalıklar sitemiz için aşağıdaki linke tıklayın' deseler ve tüm alakasızlıkları bir yerde toplasalar o kadar da itiraz etmeyeceğim. Ama saf olmamam lazım. Türkiye'de gazeteciliğin amacı sadece porno ve saçmalık severleri memnun etmek değil. Siteye başka amaçlarla -haber almak falan gibi demode şeyler için mesela- gelen erkek güruhunu derinlerdeki fantezileriyle yüzleştirmek gibi ulvi bir görev söz konusu. Milliyet iktisatçıların tabiri ile marjindeki okuyucuyu hedeflemiş gibi duruyor.

29 Ocak 2010 Cuma

Baba Beni Hapse Gönder

Biliyorsunuz, Ergenekon Soruşturması kapsamında "Baba Beni Okula Gönder" kampanyası da incelenmiş, bu incelemenin yapılış biçimi çok tepki uyandırmıştı. Ben o kampanyanın örgütle ilişkisinin ne olduğunu anlamakta güçlük çekmiş, o yüzden bekleyelim görelim demiştim. Ama ne yalan söyleyeyim, altından bu denli bir büyük plan çıkacağını hiç düşünmemiştim doğrusu.
15 yaşındaki Berivan, polise "taş attığı" için 13.5 yıl hapse mahkum oldu tek celsede. Sonra da cezası -dalga geçer gibi- 7 yıl 9 aya indirildi.
Meğer devletimizin derdi şu imiş: Eğer kızlar okula giderse polise "taş atacak" vakitleri kalmaz, biz de hapishanelerin neşe kaynağı olan kız çocuklarımızdan yararlanamayız. Hapiste bir sürü Kürt çocuğu olmalı ki oralardaki gardiyanlar insani tutumlar içine girsinler. Türk - Kürt kardeşliği sağlansın, Diyarbakır Cezaevi yılları bir daha yaşanmasın.
Kim ki bugün devletimizin çocuk haklarını, azınlıkları falan önemsemediğini söylerse çarpılır. Bu denli ince düşünen bir devlet var karşımızda. Devlet hakikaten karşımızda.

24 Ocak 2010 Pazar

Yozdil'in En İyi İşi

Biliyorsunuz bu blog'da Yılmaz Özdil'e çok sataştık. Yazılarında enter tuşunun takılı kalması sebebiyle değil; yaptığı dezenformasyon, attığı yalanlar, "gerçek" diye sunduğu uydurma bilgiler vs. sebebiyle yaptık bunu. "Abi öyle ya da böyle, güzel yazmış adam" deyip yalanı da beğendiğini belli eden yorumlar da geldi, şaşırdık.
Ama bakınız, bu, öyle böyle bir şey değil. Şu ana kadar okuduğum en iddialı yazısı (link). Eğer Yılmaz Özdil takipçisi olursa, kendisine Pulitzer Ödülü'nü bile getirebilir aslında bu.
Biz yine de inceleyelim. Öncelikle teknik bir kaç ayrıntı.
1. ABD'de parlamento yok, eğer gelip burada "parlamenter" falan derseniz suratınıza aval aval bakarlar. Bir meclis (Temsilciler Meclisi), bir adet de senato vardır, bunlar birleşip Voltran'ı oluşturunca da adı Kongre olur.
2. ABD federal bir devlet olduğundan, Anayasayı lağvettiğiniz anda bütün eyaletler teknik olarak başıboş kalırlar. Anayasayı lağvetmek demek, federal tüm yetkilerden vazgeçmek demektir. O yüzden bu planın ilk aşamasının anayasa olması tutarsızca olur. Anayasa'da bireysel özgürlükleri garanti eden "ek maddeler"in (amendment) kimileri lağvedilebilir ama.
3. ABD'de zaten bir adet "İstihbarat Müsteşarlığı" mevcut, yani İstihbarat Bakanlığı kurulması büyük bir olay değil, James Clapper'ın maaşı artar en fazla.
Bu ufak ve önemsiz ayrıntıları geçtikten sonra esas konuya gelelim. Yozdil'in bahsettiği sanırım ABD sıkıyönetim yasası. Her sene "martial law" ile ilgili düzenlemeler geçmekte, ama böyle detaylısını görmedim, duymadım ben. Yani kod adı falan olan, filmleştirileni bilmiyorum. İnternette arandığında bulunamıyor, kendi hafızama güvenmediğim için konuyla daha yakından ilgilenebilecek Siyasi Bilimler (Government) mezunu bir iki arkadaşa sordum, onlar da bilemediler.
Sanırım Yozdil "The Day After Tomorrow" filmini izlemiş yakın zamanda, bunun etkisinde fazlasıyla kalmış, ve bizi yemekte.
Hadi diyelim bütün anlattıkları gerçek. Bu gene "elma ile armutu karşılaştırdığı" gerçeğinin üstünü örtemez. Kendisi, Amerikan kongresinden geçmiş, başkanın imzasıyla yasalaşmış bir plan ile, ordunun gizli tuttuğu, içinde kendi uçağını düşürüp kaos yaratma gibi ifadeler olan bir devleti arka planda bırakan güvenlik senaryosunu onaylamaya çalışıyor. Devletin bildiği ve basında tartışılmış, hatta filmi bile yapılmış bir belge ile kimsenin -devlet personelinin dahi- bilmediği bir belgeyi karşılaştırıp "Ne olacak ki?" gibi masum bir soru soruyor hesapta. Kendisinin müritleri de "Yaa yaa yaa yaa yaa, güzel yazmış adam, bak ABD'de aynısını yapmış" diyecekler.
Şu internet çağında şu adama inanmayın yahu, lütfen, rica ederim.

Tarihte Bugün, Ömürde Bir Yıl

Bugün Türkiye tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı araştırmacı gazetecisi Uğur Mumcu'nun ölümünün 17. yılı. Tabii ki Mumcu cinayeti hala faili meçhul, hala daha o kan kimin elinde bilmiyoruz. O yüzden elimizden gelenin en iyisini yapıp hafıza tazeleyelim biz de:
Tarihte Bir Yıl - 1993
(kronolojik toparlama için sözlük yazarı dopermen'e teşekkür ederim.)
24 Ocak 1993: Cumhuriyet Gazetesi yazarı Uğur Mumcu arabasına konan bomba sonucu öldürüldü. Uğur Mumcu öldürülmeden önce kaleme aldığı 7 Ocak 1993 tarihli yazısında MOSSAD - Barzani ilişkisinden bahsetmiş, 8 Ocak 1993 tarihli "Ültimatom" başlıklı köşe yazısında "Yakında yayımlanacak bir kitabımda, Kürt milliyetçileri ile istihbarat örgütleri arasındaki ilişkilere ışık tutacak çok ilginç belgeler açıklayacağım” demişti. Emekli Orgeneral Baki Tuğ, 26 Ocak tarihli Milliyet Gazetesi'ne verdiği demeçte Mumcu'nun kendisiyle Öcalan ile MİT arasındaki ilişkiyi konuşmak için randevulaşmış olduğundan bahsetti.
Saldırıyı "İslami Hareket Örgütü" üstlendi, fakat bu örgütün daha sonra adı sanı duyulmadı. Sesi duyulan ise, "Türkiye Laiktir Laik Kalacak" sloganı ile sokağa dökülen halktı.
5 Şubat 1993: ANAP milletvekili ve eski Maliye ve Devlet Bakanı Adnan Kahveci, geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Trafik kazası Kahveci'nin otoyolda ters yöne girmesi sonucu gerçekleşti. Kahveci'nin arabadan sağ çıkan oğlu Cihan, babasının çantasının trafik kazasından sonra kaybolduğunu söyledi.
Adnan Kahveci, Haziran 1992 tarihinde Turgut Özal'ın isteği üzerine "Kürt Sorunu Nasıl Çözülmez" isimli bir rapor sunmuş, bu raporda Kürt sorununun çözümü için demokratik hakların önemini belirtmişti. Rapordaki en can alıcı cümlelerden birisi şudur:
"Askeri çözümle hiçbir ülke çözüme ulaşamamıştır. Bugün Kürt sorunu siyasal bir kriz halini almıştır. Çözüm için cesur siyasal adımlara ihtiyaç vardır. Bu nedenle Kürt realitesi, Kürt kimliği ve dili hızla kabul edilerek, Kürtler’in siyasal hakları verilmelidir. Bu durum Türkiye’de demokrasiye ufuklar açmakla kalmayıp, PKK gibi terör örgütlerine olan halk desteğini de ortadan kaldıracaktır."
17 Şubat 1993: Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, helikopterinin düşmesi sonucu hayatını kaybetti. Orgeneral Doğan Güreş'in "helikopterin buzlanma sonucu düştüğü" açıklamasına karşın, İTÜ'nün hazırladığı bilirkişi raporunda bunun aksi savunulmuş, motorda deformasyon olmadığı söylenmiştir.
Eşref Bitlis, Çekiç Güç'ün varlığını ciddi şekilde eleştirmiş, PKK sorununun çözümünün komşu ülkelerle ilişkileri güçlendirmek ve de PKK'nın lojistik desteğini ana hedef yapmak olduğunu dile getirmişti. Bitlis'in Doğan Güreş ile de ihtilafı olduğu bilinmekteydi. Eşref Bitlis'in helikopteri, 17 Aralık 1992 Kuzey Irak üzerinde bir yanlış anlama sonucu Amerikan uçaklarınca taciz edilmiş ve inişe zorlanmıştı.
17 Nisan 1993: 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Özal'ın ölüm sebebinin kesinleşmesi için yapılması gereken otopsi yapılmadı; bu konuda ailesinin ısrarcı olduğu fakat otopsinin yapılmadığı ve tam aksine, otopsinin ailesinin isteği üzerine yapılmadığı söylentileri dolaştı durdu, kesinliğe kavuşmuş bir bilgi yok. Turgut Özal'a 18 Haziran 1988'de bir suikast girişiminde daha bulunulmuş, Özal bu olayın soruşturması ile ilgili belli bir noktadan sonraya git(e)mediğini dile getirmişti.
Turgut Özal, Adnan Kahveci ve başka isimlerin de hazırladıkları Kürt raporlarından sonra, danışmanı Cengiz Çandar aracılığıyla Abdullah Öcalan ile görüşmeleri başlatmış, Öcalan 20 Mart 1993'te ateşkes ilan etmiş, bu ateşkesin kalıcı yapılması için DEP milletvekillerini görüşmeye yollamış ve Öcalan'dan kalıcı ateşkes açıklaması gelmişti. Özal'ın, meclisin tepkisine karşı başka bir planı da bir kararname ile genel af çıkarmak ve dağdaki teröristin teslim olmasını sağlamaktı, fakat bu planı gerçekleşemeden vefat etti. Genel af 25 Mayıs 1993'te toplanacak Bakanlar Kurulu'nun gündemindeydi, fakat Öcalan'ın hakkında "Emrini merkezden vermedik" dediği 24 Mayıs 1993 tarihli Bingöl katliamı ile ateşkes bitti, af konusu da rafa kalkmış oldu. Orgeneral Necati Özgen'e göre o gün şehit edilen 33 silahsız erin katliamından alay komutanları ve jandarma komutanları sorumlu tutuldu, mahkemeye verildiler, fakat kendisi cezalarını bilmemekte/söylememekte.
Temmuz'un ilk haftası: Önce 2 Temmuz'da Sivas'ta Madımak oteli ateşe verildi, sonra 5 Temmuz'da Başbağlar'da meydana toplanan köy halkı kurşuna dizildi ve köy ateşe verildi. Sivas'ta 37 kişi, Başbağlar'da 33 kişi hayatını kaybetti. Madımak katliamının faili aşırıdinciler iken, Başbağlar'da fail PKK idi. Bu olay sol kesimin 6 ay içinde İslamcılar'dan aldığı ikinci darbe olurken, dindar kesim Başbağlar'ı hep "solcuların intikamı" olarak gördü, Madımak ne zaman gündeme gelse bu argümanı öne sürdü. Aleviler ile Sünniler arasında bir hesaplaşma olarak irdelendi bu iki olay.
Madımak'ta binlerce kişinin katıldığı görüntülerle tespit olan eylemden 124 sanık tutuklandı ve idam (müebbet hapis) istemiyle yargılandılar; 13 yıl sonra hala cezaevinde olan sanık sayısı 33 idi. Başbağlar katliamının tutuklanan 20 sanığından 18'i beraat etti, bir daha da dava açılmadı.
22 Ekim 1993: Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, Jandarma Bölge Komutanlığı'na saldırı düzenlendiği haberi üzerine helikopterle gittiği Lice'de karakol kapısında iken keskin nişancı tüfeğiyle (Kanas suikast silahi) vurularak öldürüldü. Olay "Teröristlerle girdiği çatışmada şehit oldu" diye medyaya yansıdı, bir PKK itirafçısı olayın JİTEM tarafından yapıldığını iddia etti. Bu cinayeti PKK üstlenmezken, Türkiye bahsi geçen Lice saldırılarıyla ilgili "köy yakmak" suçundan AİHM tarafından 225 bin Euro tazminata mahkum edildi.
Bu cinayetten 12 gün önce, Başbakan Tansu Çiller Viyana'da AB toplantısında "Bask modelini uygulamayı düşündüğünü" söylemiş, gelen tepkiler üzerine geri adım atmıştı.
4 Kasım 1993: Eski JİTEM Başkanı Binbaşı Cem Ersever kafasına ateş edilerek öldürülmüş halde Elmadağ'da bulundu. Ersever, devletin terörle mücadele stratejisini beğenmediği için 22 Mart tarihinde istifa etmiş, bu tarihten sonra çeşitli eleştirilerde bulunmuş, Soner Yalçın ile JİTEM konusunda röportaj yapmaya başlamış, fakat röportaj tamamlanmadan hayatını kaybetmiştir. Ersever'in nüfus cüzdanı suikastten sonra Soner Yalçın'ın evine postalanmış, o da bu cüzdanı kitabın kapağında kullanmıştır.
Ersever'in itirafları arasında Yeşil'in kimliği ve HEP kurucusu Musa Anter'in cinayeti bağlantısı, PKK itirafçıları, PKK ile işbirliği yapan devlet görevlileri, faili meçhul cinayetler gibi konular bulunmaktadır. Ersever'in düzenlediği operasyonlar arasında iddialara göre 1991 yılında HEP Başkanı Vedat Aydın evinden alınıp 2 gün işkence gördükten sonra öldürülmesi de vardır.
***********************************************************************************
Bu olayların üzerinden 16-17 yıl geçti. Bakalım:
Adnan Kahveci'nin raporunda söylediklerine benzer bir açılım yapılmaya çalışıldı, Reşadiye baskını gerçekleşti. DTP kapatıldı. Genel af olmasa da, 34 teröristin affedilmesi yeterince infial havası yarattı, halk birbirine girdi. Tarlabaşı'nda protesto gösterisinde silah sıkanlar serbest bırakıldı, ifadelerinde "Para verdiler kurşun at dediler attım" dediler. Belediye başkanları apar topar tutuklandı. Şeriat hala daha geliyor, şeriatçı partinin oyu onca önleme(!) karşın 1991'deki %16'dan %47'ye çıktı. Ordu arada göreve davet ediliyor, bu zaman zarfında iki adet muhtıra verildi.
Arada neler mi oldu? 12 Ağustos 1995'te JİTEM ile PKK bağını araştıran Albay Rıdvan Özden girdiği çatışmada hayatını kaybetti. Rapor gözünün üzerindeki kurşun izinden bahsederken, eşi "Yüzünde yara yoktu" dedi. 1995 yılında TÜSİAD siyasal özgürlükler konulu raporlar hazırlamaya başladı (Demokrasi Raporu ve Dizi Raporu), Sakıp Sabancı "Bask modeli" dedi, 9 Ocak 1996'da Özdemir Sabancı öldürüldü. 24 Ocak 2001'de, yani 9 yıl önce bugün, Diyarbakır halkı tarafından çok sevilen, döneminde faili meçhul cinayet sayısı azalan "barışçı" Emniyet Müdürü Gaffar Okkan pusuya düşürüldü. Ölümünden sonra Kuvayı Milliye tarafından "HADEP işbirlikçisi ve vatan haini" olmakla itham edildi.
Sevinelim bence, çok istikrarlı bir ülkede yaşıyoruz. Aynı senaryo aynen oynanmaya devam ediyor, biz de izliyoruz.
Öncelikle Mumcu ve Okkan; sonra bu yolda şüpheli şekilde hayatını kaybetmiş herkes: Nur içinde yatın.

23 Ocak 2010 Cumartesi

Yunanistan'dan İlginç Çıkış!

Papandreu: "İsrail tahtımıza oturamaz." Yunanistan Başbakanı Yorgos Papandreu, 27 Ocak St. Crisostomos günü ile ilgili düzenlemeleri halka aktarmak için yaptığı basın toplantısında kendisine yöneltilen bir soru üzerine İsrail - Türkiye ilişkilerini değerlendirdi. Papandreu "Son zamanlarda İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilerin gerildiğini gözlemliyoruz. Bu durum bizde endişe yaratıyor. Bugüne kadar Türkiye ile en saçma diplomatik krizleri yaratan ülke bizdik, ve bu şekilde Avrupa'nın gündemine oturuyorduk. Fakat son olaylardan görülüyor ki, açıkça geride kalmışız." diye konuştu. Yunanistan'ın Novos Shafakis gazetesi muhabirinin "Herhalde İsmail Cem ile birlikte başlattığınız barış sürecinin bizi buraya getirdiğinin farkındasınız. Bu yüzden pişmanlık duymuyor musunuz?" sorusu üzerine hiddetlendiği gözlenen Papandreu'nun, "Biz 21. yüzyılın akıl ve mantık yüzyılı olacağını düşünmüştük, o yüzden bu tür olayları geçmişe gömmeye karar vermiştik. Özellikle milli takımımız Avrupa Şampiyonu olunca "Herhalde gündemden inmeyiz artık" gibi bir yanılgıya büründük. Fakat kazın ayağı öyle değilmiş. Bu noktada hatırlatmak isterim ki, suçlu sen ben değil, hepimiz." dediği bildirildi. "Unutmayınız ki üzerinde keçilerin yaşadığı bir kayalık yüzünden savaşın eşiğine biz geldik. İcabında kara sularını 18 mile çıkartırız. Tümer Metin'i Yunan ordusuna alırız. Gider Mevlana'yı, Kahramanmaraşlı Abdullah'ı sahipleniriz. Tuğçe Kazaz'ı tavlamak için bir Yunan çocuk daha bulur, geri Hristiyan yaparız. Öyle TV dizisi ile kriz çıkarmakla bu işler olmaz. Çocuk oyunu değil bu." diye açıklamasına devam eden Papandreu, sözlerine "Teksas usülü pokerde river'a kadar hiçbir şey belli değildir" diye son verdi. Şimdi Papandreu'nun "Ayşe tatile çıksın." benzeri bir şifre kullanıp kullanmadığı kulislerde tartışılmakta.

Salaklık vergilendirilmeli

Ya çok özür diliyorum sevgili İşkembe takipçileri ama insanların zihinsel/fiziksel ne bileyim, çeşitli yönlerden, doğuştan gelen yetersizliğinin/"ortalama altı"lığının dışında, kendilerinde mevcut olan beyinlerini kullanmamaları da hepimizi dellendirmiyor mu? Düşünmeden davranmak, özellikle de sanal dünyada otomatiğe bağlayıp gözü kapalı ona tıklayıp bunu forwardlamak bu kadar kolayken, gerçekten salaklık vergilendirilse, hatta artan oranlı vergi uygulansa, dünya çok daha müthiş bir yer olur. Buna can-ı gönülden inanıyorum.
Çok basit bir şekilde özetlemek gerekirse;
Salaklık vergilendirilir -> Gelen vergiler salaklıkla savaşta kullanılır -> İnsanlar daha az salaklık yapar -> Daha az spam oluşur, mail kutuları daha az taciz edilir -> Bu tacizlere kanan insanların sayısı azalır -> Spam sayısı daha da düşer -> Ekolojik denge daha iyi korunur -> Düşen spam sayısıyla salaklık vergilerinde de düşüş olur -> Salaklıkla savaşa daha az kaynak ayırmak gerekir ve gelir de azaldığı için öyle de olur -> Vergi ve salaklık denge noktasına ulaşılırken dünya çok daha süper bir yer olur.
Allasen ya, biliyorum, sizin de beyniniz var. Ebat ve kapasite olarak yaklaşık hepimizinki kadar. N'olur kullanın! Gönderdiğiniz linkte 2004 yazdığını, 2012 olimpiyatlarının zaten Londra'da yapılacak olduğunu görün/bilin; görmüyorsanız bakın, bilmiyorsanız öğrenin! Başımıza Hürriyet kesilmeyin!
----------------

K.D. -  TÜRKİYE'YE SADECE 1 DK 2012 OLiMPiYATLARI iCiN iSTANBUL 9 ADAY SEHiRDEN BiRi...ŞU ANDA iSTANBUL OYLAMADA BIRINCI DURUMDA!... MOSKOVADANSADECE 50.000 OY ÖNDE... 1 DAKiKANIZI AYIRIP OY VERIN LÜTFEN, SADECE ASAGIDAKILINKI TIKLAYIP, iSTANBUL KUTUCUGUNU SEÇiP VOTE'YE TIKLAYIN... HERKESE YÖNLENDiRiN LÜTFEN http://www.cnn.com/2004/SPORT/01/16/olympic.bids

18 November 2008 at 00:44 · Report" -------------- P.S. Bu aptal forward, Feysbuk'ta 18 Kasım 2008 tarihinde bir grup duvarına yazılmış ve tarafımdan az önce görülmüştür. En son geçen sene gelmişti bi' tanesi mail kutuma, bu forwardın bittiğini, modasının geçtiğini düşünüyordum, yanılmışım.

Asker vs. Sivil

Müjdeler olsun! Anayasa Mahkemesi memleketi bir kez daha iç mihraklardan kurtardı ve askerin sivil mahkemede yargılanabilmesini sağlayan kararı iptal etti. Siviller ise hala daha askeri mahkemede yargılanabiliyor. Demokrasimiz emin ellerde, korkuya mahal yok.

Cennete Gidilir Mi Yahu?

Neredeyse her dinde bir "öbür dünya" konsepti vardır, ve bu konseptin ayrılmaz parçası da "cennet-cehennem"dir. Tabii her dinin cennet ve cehennem yorumu farklı, ama Semavi dinlerde İslam'daki kadar iyi tanımlanmışı yok. Demek istediğim şu ki, cennetin ve cehennemin nasıl yerler oldukları açıkça belirtiliyor, bizim hayalgücümüzden ibaret değil tam olarak. Ve şunu açıklıkla söyleyeyim, İslam'daki tanımı itibariyle cennet o kadar iyi bir yer değil.
Cenneti sorgulamam ilk küçük yaşta başladı benim. Din dersi hocamız cennette kimseyi tanımayacağımızı, ailenin vs. olmadığını söylemişti, ben de bu yüzden oturup ağlamıştım "Öbür dünyada annemi babamı unutacağım böhühühü" diye. Ondan sonraki cennet tasvirleri de aklıma pek yatmış değil.
Sürekli dile getirilen bir sütten ve baldan ırmaklar durumu var. Şimdi efendim, ben laktoz sindirme zorluğu olan ve de tatlı yemeyen bir insansam önüme sadece bal ve süt ırmağı konmasını hoş karşılamıyorum. Hem ırmak olarak akabilen bir bal sulandırılmış olacağından gayet de kalitesizdir kesin. Hadi bal gölü olsa neyse, bir derece anlarım da...
Cennetin betimlemeleri arasında "herkesin mutlu olduğu, olumsuz duyguların olmadığı bir yer" de var. Şimdi böyle insanlarla gerçek hayatta Pollyanna diye dalga geçilir biliyorsunuz. Sen bütün hayatın boyunca "Poli, Poli ehuehue" diye dalga geç, sonra cennete gidince bir bakmışın sen de dahil herkes Pollyanna. Olmaz, bozar.
Bir de cennette herkesin en pahalı kıyafetleri giydiği, en gösterişli koltuklarda oturduğu, en lüks yaşam tarzını benimsediği söylenmekte. Bir kere herkes böyle kokoş, tiki falan olacaksa orada benim işim olmaz arkadaşım. Benim için cennet, herkesin çenesini kapayıp oturduğu, kütüphane havasında bir yerdir. Böyle sessiz sakin mutlu takılacaksın, yok pembe incili kaftan falan, rüküş şeyler bunlar.
Kadınlar için inisiyatif ise iyiden iyiye az. Cennette cinsel ilişkinin dünyadakinden 100 kat daha zevkli olduğu söyleniyor; erkeklere huriler vaat edilirken kadınlar için belirtilen bir şey yok (en iyi ihtimal kocalarıyla olacaklar). Erkek açısından bakalım, eh onlar huriler varken karılarının suratlarına zaten bakmayacaklar. Onların cinsel ilişki zevki artacakken, kadınların can sıkıntısı 100 kat artacak. Diyelim kurdular, kadının cinsel ilişkiden zevk aldığını bilmeyen moronların cennet versiyonu demek, kadın için 100 kat daha zevk yerine sıkıntı demek. Hadi kadınların hemcinsleriyle cinsel ilişki kurma şansları var; bu erkekler için daha da büyük ödül demek, otur çekirdek çitlerken izle, oh. Hiç adil bir durum değil bu.
Ey Müslümanlar! Sırf cennete gitmek amacıyla ibadet etmeyin. Yoksa gittiğiniz yerde hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz, baştan söyleyeyim. Dava açalım deseniz, cennette avukat olacağını pek zannetmiyorum ben. Hem belki de cehennem o kadar da kötü bir yer değildir...

21 Ocak 2010 Perşembe

Türk erkekleri çok süper!

Radikal'in anasayfasindaki başlık yukarıdaki gibi. S.S.C.B. döneminde erkekler kendilerini alkole verdiği için şimdi 6 kadına 1 erkek düşen Moğolistan, gözlerini Türk erkeklerine dikmiş. 20,000 adet delikanlı istiyormuş Türkiye'yi ziyaret edecek olan Moğol heyeti. Alman ve de bilimum Avrupalı kadınlardan sonra, Moğollar da Türk erkeğinin cazibesine kapıldılar. Tüm dünyanın aynı şeyin farkına varması yakındır. (Bir de ikinci elden aldığım bir ayrıntı var. Bu haber televizyon kanallarında da yer almış. Sokak ropörtajında, bir vatandaşa 6 kadına 1 erkek oranından bahsedilince, verdiği tepki "Altısı bir arada mı olacak?" olmuş.)

Türkiye'nin İşgali

Dün bunu Fatih Altaylı (ki kendisini ne kadar sevdiğimizi şurada anlatmıştık) ve Mine Kırıkkanat (kendisi en son "kıllı donlu göbekli halk" tamlamasını kullanmıştı, sonra duyduk ki Vatan'a geçmiş) dile getirmiş. Demişler ki, "ABD Haiti'yi işgal etti, bizde deprem olunca bizi de işgal edecek!"
Efendim, birincisi, Haiti ABD'nin burnunun dibinde olan bir ülke. Fakirlikten kırılıyor, doğal kaynağı yok. Sadece insani yardımlarla ayakta duran bir ada. Halihazırda 9000 adet BM Güvenlik Birimi (ki bunların ne kadar etkili(!) olduğunu Sudan tecrübesi öğretti bize) orada görev yapmakta zaten, zira uyuşturucu kartelleri mevcut, hafiften çatışma ortamı var. Durum hiç de iç açıcı değil.
Peki ne yapıyor ABD? Haiti'ye 11.000 asker yolluyor yardım faaliyetleri için. Bu rakamı gören bizler de "ABD işgal etti!" diyoruz. İyi de, Haiti'nin insan gücüne ihtiyacı olduğu çok açık, ne yapacaktı ABD, 11.000 sivil mi yollayacaktı? Teksas Gönüllüler Derneği mi gitseydi oraya? Peki başka yerlerde deprem olduğunda biz de Mehmetçik'i yollamıyor muyuz sağa sola? Doğal afetlerde en kolay mobilize edilen birlikler askeri birlikler değil midir?
Ya ABD sadece asker mi gönderdi Haiti'ye? Hayır, yanında 130 milyon dolar da var. Kanada ile birlikte en çok yardımı yapan ülke. AB'den 3 Milyon Euro çıktı şimdilik, bağımsız olarak gönderilen yardımlar hariç (ki onun en büyüğü 33 milyon dolar ve Brileşik Krallık'tan geldi)
Bunların hepsinin altında temel bir neden var. Eğer bugün ABD yeterince yardım etmese, tüm dünya "Gördünüz mü, burnunun dibinde ülke yıkıldı, adamların kılı kıpırdamadı, işte pis ABD" diyecek. Yalan mı? Bugün ABD'yi eleştirenler ilk bunu demez miydi?
Sizce ABD, daha geçen gün Afganistan'a daha fazla asker gönderecek diye inanılmaz tepki almışken, bir de Haiti'yi işgal eder mi? Ki elde daha Irak var. Bu dış politikanın neresi mantıklıdır? Tabii siz ABD'nin amacının bir gün tüm dünyayı fiziksel olarak ele geçirmek olduğunu düşünüyor olabilirsiniz, o zaman haklısınızdır.
------------------------------------------------------------------------------------------------
Teybi geri saralım. Bir Millennium Challenge 2002 kasırgası kavurmuştu ulusalcı cenahı bir aralar. Bu tatbikatı kimse bilmezdi, ama rivayetler muhtelifti:
1. Bir adet Akdeniz'de ada sorunu olan, iki kıtayı birbirine bağlayan ülkede o ada ülkesi ile ilgili bir siyasi kriz sonrası asker başa geçiyor, ABD'de burayı işgal ediyor. (ekşisözlük)
2. Bir adet ülkede yıkıcı deprem meydana geliyor, bu depremle eşzamanlı olarak uluslararası bir mahkeme ülkenin çıkarlarına ters bir karar alıyor, bu ülkede darbe oluyor ve ABD 96 saat içinde burayı işgal etmeye başlıyor. (stratejikboyut: Bu adreste daha fazla komplo mevcut, özellikle 96 saat seçilmesinin çok önemli olduğu, bütün NATO ülkelerinin davet edildiği ama Türkiye'nin edilmediği falan yazıyor.)
3. (Üste ek olarak) Tatbikat Lozan'ın yıldönümünde başlıyor, zaten Associated Press de Türkiye'nin işgal edildiğini yazdı. (Ulusal Kanal)
Peki gerçek ne? Millennium Challenge tatbikatı, Ortadoğu'da Basra Körfezi'ne kıyısı olan, ve de bir diktatörce yönetilen bir ülkeye karşı düzenleniyor. Zaten bu tatbikattan belli bir süre sonra ABD'nın Irak'ı işgal etmesi çok da şaşırtıcı olmasa gerek. Ama tatbikatta işgal edilen ülkenin generalinin (ki kendisi açığa alınmıyor, çünkü zaten emekli) beklenmedik başarısı, tatbikatın kurallarının değişmesine, önceden planlanmış şekilde oynanmasına yol açıyor, bu da ufak çaplı bir skandal oluyor. (The Guardian: Hoş Ulusal Kanal ya da Stratejik Boyut kadar güvenilir değil ama...)
Bu konuyu zamanında çok araştırmıştım, birçok yabancı gazeteyi, forumu vs. okumuştum. Bütün yorumlar Irak ve İran üzerine yapılıyordu, bir adet de Türkiye diyenini duymadım. Türkiye ancak "Oradaki müttefik, tatbikatta etkin olarak kullanılmıyor, bu bir eksiklik" falan tarzı yorumlarda geçmekte idi. Hatta bunun üzerine Cumhuriyet yazarı Ümit Zileli'ye mesaj atmıştım, tabii ki yanıt gelmemişti. Komploist inançlarımın geri dönülemez tahribatı o zamanlarda başlar, sene 2004.
İşin garibi, bu konu Kozmik Oda olayında falan da gündeme gelmiş, forumlarda dile getirilmiş. Ben unutulup gitti sanıyordum, ama unutmayanlar, hala daha Türkiye'nin işgalini bekleyenler varmış meğer. Geçenlerde de eski Sağlık Bakanı Osman Durmuş'un bir açıklaması vardı "AKP'nin icraatı çok kötü, savaş çıksa yeterli ilaç stoğumuz yok" diye. Bu bizimkilerdeki süreklilik kazanmış "Soğuk Savaş zihniyeti" hali beni endişelendirmekte açıkçası, yazık, üzülüyorum cidden. Mesela yeri geliyor, 1924 yılında Lord Bilmemkim'in "Biz bunları şimdi veriyoruz ama, sonra geri alacağız" diye, tamamen gözdağı vermek, üstünlük kurmak amaçlı söylediği politik bir cümleyi "Bak, İngilizler tam 85 yıldır planlıyorlar" diye sürüyorlar piyasaya.
Aslında süper bir rahatlık bu: "Abi Yahudiler ABD'yi yönetiyor, ABD dünyayı, herşey planlı, Kabala Mabala Tombala, feomidyum, bor minerali..." Amcam olayı çözmüş bitirmiş, millet boşuna 4 yıl Uluslararası İlişkiler okuyup üzerine master, doktora falan yapıyor. Ne güzel değil mi, kimsenin bilmediğine vakıf olma hissi. Bu bizdeki "Abi herkesin gözü bizde, çok mühim bir ülkeyiz" inanışı, ve arkasındaki milli gurur/eziklik karışımı duyguların hastasıyım ben. "Bütün dünya bir oyun aslında, bunun farkındayız, yapacağımız bir şey yok" deyip sal gitsin deme, herşeyi ucu belirsiz bir komploya bağlama, böylece rahatlama, kendini tatmin etme. Bu düşünce şeklinin, Milli Tarih eğitimi ile oluştuğunun farkına varamama, sürekli "O düşman, bu düşman" denerek yetiştirilmenin bu sonuca vardırdığını es geçme.
Hayat size güzel abilerim ablalarım. Bu arada Yahudi bir arkadaşla konuştum, yakında İsrail bir tatbikat yapacakmış, hazırlıklı olun.