2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

29 Şubat 2012 Çarşamba

Hadi Bu Yaz Fransa'ya Gidip İleri Geri Konuşalım!

Dün Fransa Anayasa Konseyi'nin Ermeni Soykırımını İnkar Yasa Tasarısı'nı iptal ettiği haberi yurtta yankılandı ve büyük bir coşkuyla kutlandı. Türkiye bürokrasisinin bu müthiş zaferi, Fransızların yüzüne çarpılan sağlam bir Osmanlı tokadı oldu. Türk'ün gücünü bütün düny...

Yukarıdaki paragraf, mübalağa gibi duran lakin ne yazık ki gerçek olan bir hissiyatın anlatısı. Hani neredeyse yazının başlığının anlattığı gibi kampanyalar düzenlenecek. Fakat milliyetçi kardeşlerime dostane bir uyarıda bulunmak istiyorum: Kazın ayağı öyle değil.

Ayağın nasıl olduğunu anlamak için, Türkiye basınından kimsenin okumadığına emin olduğum yasa tasarısının metnine bakmamız lazım. Tasarı "ırkçılıkla mücadele kanununu değiştirme ve Ermeni soykırımını inkarı cezalandırma" olarak adlandırılmış, her ne kadar biz sadece "Ermeni soykırımı" kısmına baksak da. İlk kısmı vurguluyorum, çünkü bu yasa tasarısı şapkadan çıkmadı, var olan kanunlara dayanarak hazırlandı.

Açıklayayım, daha doğrusu yasa açıklasın:

"Avrupa Birliği sözleşmesininn 34. maddesi ve 2008 tarihli bir çerçeve karar (décision-cadre, framework) uyarınca, ırkçılık ve zenofobi (yabancı düşmanlığı) etkili, orantılı ve caydırıcı biçimde cezalandırılmalı. Avrupa Birliği sınırları içinde sergilenen ırkçı ve zenofobik davranışlar 1 ilâ 3 yıl hapis ile cezalandırılmalı. İlgili kararın 1. maddesi uyarınca, cezalandırılacak suçlar arasında soykırımı, insanlığa karşı işlenen suçları ve savaş suçlarını onaylama, inkar etme ya da aşırı önemsizleştirme (Uluslararası Ceza Mahkemesi yönetmeliği), yahut bu davranışları şiddet ve nefret yaratıcı şekilde sergileme (Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi sözleşmesi) de var. Çerçeve kararın 3. maddesi de bu suçların 1 ilâ 3 yıl hapis ile cezalandırılmasını öngörüyor.


Fransa, Ermeni soykırımının varlığını 2001 tarihli bir yasa ile tanımış halde, lakin halihazırda sadece Yahudi soykırımını inkar bir suç olarak cezalandırılıyor. 1990 tarihli Gayssot Yasası uyarınca, Nazi suçlarının inkarının karşılığı 1 yıl hapis ve 45.000 Euro para cezası.


2008 tarihli çerçeve kararı emsal uyarınca uygulamak adına, bütün soykırım, insanlık suçlarını ve savaş suçlarını kamuda mazur göstermek, reddetmek ya da önemsizleştirmek 1 yıl hapis ve 45.000 Euro ile cezalandırılmalı.


Ayrıca 1881 tarihli Basın Özgürlüğü Kanununda da bu doğrultuda değişiklikler yapılmalı."

Özetle:

1. Fransa Ermeni soykırımını tanıdığı için bu yasa tasarısı öneriliyor.
2. Fransa'da ırkçı ve zenofobik davranışlar zaten cezalandırılıyor.
3. Anayasa Konseyi, bu yasa tasarısını "ifade ve iletişim özgürlüğünü fazla kısıtladığı" için reddetti. Yasadan Basın Özgürlüğü kanununa dair kısımlar çıkarılıp/revize edilip tekrar yazılırsa şaşırmayın.

Netice itibariyle:


Sakın bir gazla Fransa'ya gidip de "Ermeni soykırımı yoktur, esas onlar bizim soyumuzu kırdı, kestiysek de kestik, bugün olsa gene keseriz" demeyin, ırkçılık olarak değerlendirilebilir söyleminiz. Hatta oradan gaza gelip Yahudilere, Nazilere falan hiç referans vermeyin, tercümede kaybolur aman Tengri muhafaza.

Ben uyarayım da günah benden gitsin.

26 Şubat 2012 Pazar

Bugün pazar faşistler azar

26 Şubat 2012, Hocalı'da yaşanan katliamın 20. yıldönümüydü. Hakkında hiç fikri olmayanlar, bir aramayla tonla bilgiye erişebilir, tekrar anlatmayalım. Ama özetle, insanlık tarihindeki soy temelli yüzlerce aşağılık katliamdan biri, bunların da en yakın tarihte yaşananlarından olduğu için en rahat kayıt altına alınabilenlerinden olduğunu söyleyebiliriz.


Taksim'de korkunç bir nefret toplantısı düzenlendi bugün. Anma değil, yas değil, iyi niyetli hiçbir şey değil. Hocalı'da dökülen kanları, 1915'tekilerle temize çekmeye çalışan, nefretin bini bir para olan bir miting. Orada değildim ama medyaya yansıyanları, medyanın bunları ele alışını, destekleyişini, hele ki memleketin başına gelmiş en büyük felaketlerden biri olan bir "hükûmet parçası"nın da saçtığı salyalaları görünce tüylerim diken diken oldu. 


Aslında bu yazıda bir yerlerden arakladığım iki resim kendini anlatıyor zaten. Ayrıca böyle bir karşılaştırma yapmayı dahi kendi adıma çok üzücü buluyorum ama anladığınız dilden konuşmak için iki resim arasındaki 7+ fark (7'ye sığmadı, daha da vardır) bence şöyle:

- Hrant'ı anma etkinlikleri, benim kişisel olarak bugüne kadar tanık olduğum ve katıldığım eylemlerin içinde en barışçıl olanı, iken; bugün düzenlenen Hocalı toplantısı savaş çığırtkanlığının her şeyin önüne geçtiği bir nefret eylemidir. Resimde de görüldüğü üzere Hocalı anısına açılan her bir pankarta karşılık, nefret söylemi içeren ya da ırkçı iki pankart taşınıyor belki.

- Hrant Dink, 5 yıldır kendi katlinin özelinde anılırken; Hocalı için yapılan eylem ne hikmetse Fransa'ya tepki, Sarkozy'ye tepki, "hepimiz Ermeniyiz!"e, "sözde yalandan varmış gibi ama olmayan Ermeni yalanı"na tepki olarak bu yıl patlamıştır. Aslında bu 20. yıldönümü olduğu için bu kadar patladı değil mi? Bak sen!

- Hrant anılırken atılan "Hepimiz Ermeniyiz!" sloganının soyla sopla alakası yoktur, bir ırkı diğerinden üstün görmeyenlerin gocunmaksızın attığı slogandır; bugün atılan "Hepimiz Azeriyiz, hepimiz Türküz!" sloganı ise bunu anlamayan, soyuna sırtını dayayanların yine aynı soyundan duyduğu gururuyla attığı bir slogan...  

- 19 Ocak'ta "Katil devlet hesap verecek!" diye cinayetin asli sorumlusu hedef alınırken; bugün bütün bir Ermeni ırkı ve benim gibi "Ermeni dönmeleri" alenen tehdit edilmekte, aşağılanmakta, nefret söylemine maruz kalmaktadır. 

- Hrant'ı ananlar "Uğur Mumcu'yu andınız, Hrant'ı niye anmıyorsunuz!" diye kimseye hesap sormazken; bugün meydandakiler "Bir Ermeni öldü hepiniz Ermeni oldunuz, bugün neredesiniz ulan!?" deme cüretini en gevşek şekilde göstermektedirler.

- Hrant anılırken "Hrant için, adalet için!", "Hepimiz Ermeniyiz!" sloganları atılıp bunların yazılı olduğu dövizler taşınırken; bugün "Ermeni yalanına sessiz kalma!", "Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz!"  sloganları/pankartları baskın (mesele sadece nicelik değil elbet) çıkmıştır . Yeri gelmişken soralım; faşizm orada, anma nerede?

- Hrant'ın anılması ve katlinin aydınlatılması amaçtır; Hocalı'nın ve orada kanı dökülenlerinki çok yazık ki ırkçıların nefretine araçtır. 

- Hrant'ın anması, "halkların kardeşliği" içindir; Hocalı eylemi "Türklerin kardeşliği"...


Yaşanan tüm bu aşağılık saldırılara ve nefret söylemine karşın yine de, faşist bir gazetenin reklamından alıntı olsa da; "Türkiye'de güzel şeyler de oluyor". Kin ve nefret içermediği, kansız olduğu için duyulmuyor belki ama, yine de oluyor.

Burada Ermenilere ve hatta kendileriyle çelişerek, kendileri ölçüsünde "milliyetçi" olmayan Türklere dahi kin kusan faşistler: sizin burada yaptıklarınızın aynısı, bire bir kopyası Almanya'da, Bulgaristan'da, Çin'de, Karabağ'da yapıldığında sakın ha gıkınızı çıkarmayın. Buna zerre hakkınız yok! Orada aynı b.ku yiyen "ülküdaş"larınızdan ufacık bir farkınız yok zira... 

Birkaç başka yazı daha:

- 'Yaşasın Xalqların Qardaşlığı' diyebilmek (Pınar Öğünç): http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1079991&Yazar=PINAR-OGUNC&CategoryID=97

Hepiniz ırkçısınız, hepiniz aşağılık!


--
*Başlık tanıdık gelmiş olabilir. Bkz: Bugün Pazar Yahudiler Azar

22 Şubat 2012 Çarşamba

Kamu Güvenliği Birimi Bilmecesi

Türkiye gündeminin genel işleyişinin aksine bir türlü geride bırakamadığımız Fidan Olayı (aslında x-y kavgası demek isterdim ama kim x, kim y hala bulamadım) tartışılırken dile getirilen argümanlardan birisi de MİT'in yeniden yapılanma süreci ve Hakan Fidan'ın yaptıkları idi. Bunu Fehmi Koru 16 Şubat tarihli yazısında şöyle açıklıyordu:

"Devletin ‘iç düşman’ kabul ettiklerinin peşinde bir örgütü, ‘yeni Türkiye’ için hayati önem taşıyan dış ilişkilere uyumlu gözü dışarıda çağdaş bir istihbarat birimi haline getirmek... Bu amaç bile, tek başına, MİT’in yıllardan beri işbirliği içinde bulunduğu başka istihbarat servislerinin huzurunu kaçırmış olmalı.

Gözünün dışarıda olması beklenmiyordu MİT’in; dış istihbarat başka ülkelerin örgütlerinin sağladığı bilgilerle karşılanıyordu çünkü..."


Bunu dile getiren sadece Koru da değildi, ve hatta bu argüman ilk defa da dile getirilmiyordu. Zaten bu yazının başlığındaki bilmece de bu sebepten.

Öncelikle, 2010 yılında zaten "iç düşman" peşinde koşmak üzere yapılanmış bir kurum oluşturuldu. Adı Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı. Websitesindeki bilgiye göre kurumun amacı "terörle mücadeleye ilişkin politika ve stratejileri geliştirmek ve bu konuda ilgili kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak." Şu an istihbarat ile yükümlü üç kurum olduğunu düşünürsek (MİT, Genelkurmay ve Emniyet) devlet açısından mantıklı bir hamle. Özellikle de Eylül 2011'de Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı'nın "internet andıcı" davası sebebiyle tutuklandığını düşünürsek.

Bu kurumun müsteşarı da (süper müsteşar da deniyor) ilginç bir isim: Muammer Güler. Hani makamında Hrant Dink'in tehdit edildiği valimiz, HSBC saldırılarında yeterli önlemi almamakla suçlanan isim, 1 Mayıs kutlamalarının fatihi. (Düzeltme: 16 Kasım 2011 itibariyle Bağdat Büyükelçisi Murat Özçelik bu kurumun müsteşarlığına atanmış. KDGM'nin sitesinde müsteşar sekmesi bomboş olduğundan bu bilgiye ulaşmak kolay olmuyor tabii. merdogan23'e teşekkürler.)

Buraya kadar her şey Türkiye Cumhuriyeti devleti açısından normal gözüküyor, kabul. Kafa karışıklığımın sebebi, 14 Şubat1994 tarihli bir haber:


Meğer 2010 yılında oluşturulan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı'nın oluşturulması 1994 yılında tasarlanmış. Haber metnine baktığımızda kullanılan ifadeler KDGM'nin sitesinde yer alan ifadelerle birebir örtüşüyor. Lakin bu tarihten sonra bu kurum ile ilgili hiçbir haber yok Milliyet'in arşivinde. İnternette "Kamu Güvenliği Birimi" aramaları da sonuç vermiyor. Yani bu kurum ya kurulmuş ama bahsi geçmemiş, ya da hiç kurulmamış bile.

İşleri daha ilginç hale getirmek için ise 14 Mayıs 1994 tarihli Aydınlık haberine bakalım.


Bu habere göre: KGB yapılanmasının başında daha çok Genelkurmay yer alıyor, bünyesinde Özel Harpçi 60 adet subay var. MİT'in "iç ve dış istihbarat" olarak ikiye bölünmesi ilk defa Özal zamanında gündeme gelmiş. Çiller zamanında MİT fiilen tasfiye edilmiş. Aydınlık'ın yorumuna göre bu, 2 Ağustos 1987 yılında 2000'e Doğru dergisinde yayınlanan ve Özal tarafından yürürlüğe konan "sivilleştirme" stratejisinin 3. aşaması. 4. aşamada ise Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanacak.

Bu haberi kaleme alan isim muhtemelen Soner Yalçın. Haberdeki "bu kurum MİT'i tasfiye etmek için kuruluyor" vurgusu ilginç. Bu vurguyu yapan, MİT eski Müsteşarlarından Teoman Koman'ın danışmanı. Teoman Koman ismi size bir şey çağrıştırdıysa yardımcı olayım: Sevilay Yükselir'e göre Ergenekon örgütünün 2 numarası kendisi.

İnsanın aklına kimi sorular geliyor tabii:

- 1994 ile 2010 arasında 16 yıl değil de 16 saat varmışçasına yaşanan bu geçisin sebebi ne?
- Kamu Güvenliği Birimi Müsteşarlığı neden kurulmadı? Kurulduysa neden gizlendi? Gizlenmediyse neden kimse yazmadı, etmedi?
- Kamu Güvenliği Birimi'nin faaliyetleri nelerdi? Bu birimin MİT ile alakası var mıydı? Genelkurmay bünyesinde mi çalışıyordu?

Baransu, Uslu, Koru vs. ile dostluğu, arkadaşlığı olan varsa bir soruversin, rica ederim.

Benim gördüğüm şu: Fidan olayı, "AKP - Cemaat kavgası" değil illaki. Burada istihbarat ile sorumlu birimlerin yetki çatışması da söz konusu olabilir. Aynı isimlerin, kurumların tekrar tekrar karşımıza çıkması tesadüf olabilir tabii, ama olmaması daha mümkün.

Bir de bonus materyal ile bitirelim: DYP eski Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Dülger "Jandarma, emniyet ne güne duruyor. Bu işler tehlikeli. ... Bütün anayasal hakları ayak altına alarak perişan edersiniz vatandaşları" uyarısında bulunmuş bu kurum için. Müthiş bir öngörü? (Dülger daha sonra 2002-07 yılları arasında AKP milletvekilliği yaptı, 2009 yılında DP'den İstanbul Belediye Başkanı adayı oldu, seçilemedi.)

Ekleme: Murat Özçelik, rivayetlere göre Beşir Atalay ile olan anlaşmazlığından ötürü bu kurumun başından alındı. Beşir Atalay, aylardır (ve hatta daha öncesinde de) Emre Uslu'nun yoğun ataklarına maruz kalıyor. Mealen "sorun bakalım Atalay'a PKK neden silah bırakmamış" cümlesini sıklıkla tekrarlayan, her PKK'dan sonra Atalay ismini almayı ihmal etmeyen Uslu, Rasih Yılmaz ve Abdullah Akadiroğlu'nun bu tutumunu anlamlandıracak bir gelişme de bu olabilir.

3 ay açık kalan "bu hassas pozisyon"a 3 Ağustos 2012 tarihli kararname ile eski Malatya Valisi Ulvi Saran atandı. Atamanın Malatya'da Alevi aileye oruç saldırısı başlığı altında gerçekleşen olaylardan üç gün sonra gerçekleştiğini de hiçbir imasız, sadece ilginç bir gelişme olarak not düşeyim.

15 Şubat 2012 Çarşamba

Biletix'i Boykot Ettim, Le Le Le Hanım

Birkaç gün önce Biletix'in Grup Yorum bileti satmama kararı alması sosyal medyada infial yarattı, ve "bir edinilmiş refleks olarak tt (trending topic) yapma aktivizmi" mefhumuna bir örnekleme daha yaşandı. Aslında tt yapmanın en çok işe yarayacağı durumlardan biri bu, zira şirketler imaj konusunda oldukça hassas olduklarından bu yönde bir açıklama yapmak zorunda hissedebilirler kendilerini. (Öte yandan devletlerin tt denen olguyu çok sallamadıklarını biliyoruz, aylardır tt yapılmaya çalışılan Abdullah Demirbaş'ın hala çözümlenmemiş dramı var mesela en güzel örnek olarak) Bu bağlamda Biletix boykotu ile hiçbir sıkıntım yok, lakin Biletix boykotunun esasen ne olduğu, ve buna karşın neye dayandırılmak istendiği konusunda çok fazla derdim var.

Kısım I - Biletix'in Derdi


Öncelikle olaya Biletix açısından bakalım. Biletix, tek derdi bilet satarak kar etmek olan bir monopol. Sırf şu cümleden bile Biletix'ten "etik kaygılar" beklemenin ne kadar yersiz olduğu anlaşılır zaten. Bu şirketin yöneticileri bir haber okuyorlar, ve bakıyorlar ki "Grup Yorum konserine bilet satmak" örgüt üyeliği delili olarak sunulmuş. Efendim sonra bu yöneticiler gidiyorlar Türkiye'nin esas anayasası Terörle Mücadele Kanunu'nu açıyorlar ve okuyorlar. Orada iki adet madde var:

Madde 2 - Birinci maddede belirlenen amaçlara ulaşmak için meydana getirilmiş örgütlerin mensubu olup da, bu amaçlar doğrultusunda diğerleri ile beraber veya tek başına suç işleyen veya amaçlanan suçu işlemese dahi örgütlerin mensubu olan kişi terör suçlusudur. Terör örgütüne mensup olmasa dahi örgüt adına suç işleyenler de terör suçlusu sayılır ve örgüt mensupları gibi cezalandırılırlar.
Madde 8 - Her kim tümüyle veya kısmen terör suçlarının işlenmesinde kullanılacağını bilerek ve isteyerek fon sağlar veya toplarsa, örgüt üyesi olarak cezalandırılır. Fon, kullanılmamış olsa dahi, fail aynı şekilde cezalandırılır. Bu maddenin birinci fıkrasında geçen fon; para veya değeri para ile temsil edilebilen her türlü mal, hak, alacak, gelir ve menfaat ile bunların birbirine dönüştürülmesinden hasıl olan menfaat ve değeri ifade eder.

Yani olay açık: Örgüt üyesi olmasan da, örgüt üyeliği ile ilişkilendirilmiş bir suçu işlemek senin de yargılanman anlamına gelir. Buna "kullanılmasa dahi" finansman sağlamak da dahildir. Grup Yorum bileti satmak örgüt üyeliği kanıtı olarak nitelendirildiyse, Biletix'in de başına bir şey gelebilir.

Bu olasılığı afaki bulabilirsiniz. Haklısınız, afaki zira. Fakat Biletix'in karar alma mekanizması işlerken bir ölçütü var: "Hangi eylem bana daha çok kâr getirir?" Düşünmüşler, taşınmışlar, "biz hiç bilet satmayalım daha çok faydası var" demişler. Zaten tamamen de dememişler şimdilik, avukatlarının benim bahsettiğim olasılığa dair görüş bildirmesini bekliyorlarmış.

Biletix'in yaptığı "sansür" değil, zira Grup Yorum biletini satabilecek tek kurum Biletix değil. Yaptıkları insan haklarına da aykırı değil, sadece bir iş anlaşmasını termine ediyorlar. Ben zaten hayatımda Grup Yorum konseri biletini Biletix'ten almış değilim, zira eskiden Biletix de yoktu. Ha, Grup Yorum biletini Biletix'ten satıyorsa zaten bu işlerliği kabul etmiş demektir.

Kısım II - Koltuktivizm Adres Sormaz Ki


Bu durumda Biletix boykotunun ne olduğunun adını koyalım: Bu bir "tüketebilme" mücadelesidir, sınıfsal bir değerdir, ve hatta "Cihangir solculuğu" diye dalga geçilmesi mübahtır. Çünkü:

- Grup Yorum bileti satan çocuklar hapse konurken kimsenin sesi çıkmamıştır.
- Grup Yorum dahi, Biletix vakası ile ilgili olarak "Sorun illaki Biletix'in tavrı değil, Biletix'e bu tavrı koyduran korku" manasında konuşmuştur.
- Biletix'in kararı almasına sebep olan kanun 5. yaşına girmesine karşın, bu kanunla ilgili hala daha ciddi bir tepki mekanizması ortaya konamamıştır.
- Biletix boykotunun gözüken amacı "Boykot edelim de Grup Yorum biletini yeniden satsınlar" düşüncesidir. Biletix bileti satmaya ikna olunursa, bugün onbinlerin mağduriyetine yol açan kanuna hiçbir şey olmayacak, sadece protestoyu yapanlar "biletlerini Biletix'ten satın alabilme fırsatı"nı kazanmış olacaklardır.

Sonuç - Maddenin Kanıksama Hali

Şirketlerin eylemlerini "etik açıdan" sorgulamak yer yer etkili ve mantıklı olabilir, lakin aynı tepkiyi devlete karşı veremeyen bir muhalefetin sloganı akıllara "al gülüm ver gülüm Kezban" şarkısını getiriyor. Daha önce "Muhalefet Sıkıntısı" adlı yazıda da değindiğim denklemdeki gibi temel sorun yerine, sorunun mahalleye yansımasına verilen tepkiler ile elde edilecek olan uzun vadede sıfıra yakınsayacak kazanımlardır.

En alakasız insanlar bile örgüt suçlamasına maruz kalıyorken, TMK ve CMK (Ceza Muhakemeleri Kanunu) kudretinden sual olunmaz bir "polis-yargı cihazı" yaratmışken, "ama o hocayı tanıyorduk iyiydi yapmaz o, ama bileti nereden alacağız şimdi" gibi endişelerin ötesine geçemeyen bir muhalefet ile ancak Grup Yorum bileti kurtarılır, o bileti sattığı için 13 yıl hapis yatan insan değil.  

20 Ocak 2012 Cuma

Muhalefet Sıkıntısı

Hrant Dink davası, şaşırtıcı olmayan bir şekilde devletin "ne, örgüt mü?" demesiyle sonlandı. Haklarını verelim, tam öyle demediler, daha çok "ya örgüte inanmıyorum ama bir güç var" dediler. O gücün adı da devletin kendisi olduğundan döngü böylece tamamlanmış oldu.

Bu karardan sonra dün onbinler sokağa dökülüp adalet isteklerini yeniden dile getirdiler. Güzel bir manzaraydı, bir rahatsızlığın dışavurumuydu neticesinde. Bu kadar kalabalığı ne olursa olsun bir araya toplamak güç '80 sonrası Türkiyesinde.

Lakin benim kronik realist olarak derdim, endişem var bu hususta. Hem daha önce de bir yazıyla anlattığım Dink'in metalaşması hususu, hem vicdan denen günbegün anlamsızlaşan kelimenin ön plana çıkması, hem muhalefetin benzer olaylara karşı tepkisizliği, hem vakaya odaklanıp esasın kaçırılması...

Bardağın dolu tarafına haksızlık etmek istemem, lakin Dink öldürülmeden önce yazdıkları umurunda olmayanlar, 1915'te yaşananların adını koyamayanlar, öldürüldükten sonra bile mazurbaz bir tutuma yakınsayanların birden "adalet" yakarışlarında bulunması ilginç. Tabii kimseyi niyeti sebebiyle yargılayamayız, eğer ki o zamanki hatalarını kabul ederlerse, ya da ders aldıklarını başka olaylara tepkileriyle gösterirlerse herkesin değişmeye hakkı vardır. Kendimden biliyorum, 5 sene önceki düşüncelerimle, hayat tecrübemin bana öğrettikleri konusunda şimdi düşündülerim farklı.

Ama mesele öyle değil. Bu konuyu daha önce de yazdığımdan ayrıntılandırmayacağım, ama Hrant Dink ödülünü Ahmet Altan'ın alması üzerine yaşanan polemiğin bana verdiği sıkıntıyı üç maddede şöyle anlatmıştım:

"1. Bir kişi anısına verilen sembolik bir ödülü, sanki eğlence dünyasına (entertainment business) ait bir olaymış gibi değerlendirme/değersizleştirme.
2. Hrant Dink'i bir vicdani tatmin aracı, bir özgeçmiş sabunu olarak kullanıp geçmiş defterleri dürme.
3. Siyaseti maneviyat/kişiler üzerinden yürütme hastalığının en "entelektüel"ine bile sirayet etmiş olması."

Gözlemlediğim kadarıyla bu sıkıntıların yansımaları devam ediyor bugün. Bunun sebebi de, yazının başlığında değindiğim üzere, muhalefetin esas noktayı kaçırıyor olması.

Bizde güzel bir döngü var. Çok temel bir X sorunu vardır. Bu X sorunu, Y, Z, Q kişilerine, durumlarına yansıtılır. Muhalefet bunlardan Y'yi seçer, Y için toplanılır, protestolar yapılır. Bu sırada Z ve Q ise kaderine terk edilmiş olur. X sorunu ise A, B ve C'ye yansımak üzerine hayatına devam eder.

(Lejand:

X = Her türlü azınlık karşıtlığı, devlet örgütü, TMK, ÖYM, yetki gaspı.
Y = Hrant Dink, Büşra Ersanlı, Ragıp Zarakolu, Ahmet Şık, Nedim Şener.
Z , Q = Siyasi olduğu devletçe itiraf edilmiş KCK tutuklamaları, TMK'nın aşırılığı ile gerçekleşen öğrenci tutuklamaları, artık kimsenin bir fikri olmadığı Ergenekon tutuklamaları, ve de duyamadığımız binlerce mağduriyet vakası.)

Sormaya başlıyorum.

Daha geçen gün Uludere'de 38 insanın başına bomba yağdırdılar. Bu katliam için kitlesel bazda ne kadar tepki verildi? Katliamdan bir hafta sonra olayın akıbeti ile ilgili ne okuduk, ne duyduk? Mesela doğru düzgün soruşturma açılmadığını biliyor muyuz? Ve hatta umurumuzda mı?

Bütün bu rahatsızlıkların kaynağı yasal düzenlemeler için nasıl bir kamuoyu oluşturdu nüfuzlu entelektüeller? TMK için kaç tane yazı yazıldı, panel düzenlendi? 4 ay önce Bülent Arınç "TMK'nın değişmesi isteniyorsa yüksek sesle söylensin" dediğinde kaç kişi bir şeyler söyledi? Neden tartışma yapılmadı?

KCK tutuklamalarının neden yapıldığı konusunda kimsenin bir fikri var mı? İddianameyi kaç kişi okudu? Neden sadece "Ben her türlü şiddete karşıyım, o yüzden KCK haklıdır" ya da "Benim tanıdıklar içeride, o yüzden soruşturma haksızdır" parametrelerinden tartışma yapılıyor? Devlet gözetiminde görüşme yapan Abdullah Öcalan'ın avukatlarının bile tutuklanması neden hiç dikkat çekmiyor? Bu usulsüzlükler kime yar olacak?

KCK'yı bir kenara koyalım, hangi iddianameyi kim okudu? "DGM'ler kalktı" diye argüman yürütenler, neden Özel Yetkili Mahkemelerden bahsetmiyor? Neden bu apaçık hukuki yetki gaspına karşı bir tepki konmuyor?

Daha bu liste gider, zira çok dertli kurum var. Lakin anlatmak istediğimi anlatabildim sanıyorum. Hoş, bir şeyler anlatmaktan ziyade içimdeki siniri atmak misyonu vardı bu yazının ya, olsun.

Muhalefet, kişi/olay seçip ona tepki gösterdikçe, meselenin esasına dair konuşmadıkça, içindeki öfkeyi dışarı yansıtmayıp devleti vicdan ile ikna etmeye çalıştıkça elde edeceği şeyler ufak tefek mutluluklar olur.

Daha yeni bir Occupy Wall Street fiyaskosu izledik, ders alalım. O taddaki eylemlerle ancak ayakkabı eskitiliyor. Üzücü ama gerçek.


18 Ocak 2012 Çarşamba

Tutuk internet


"N'oluyo' lan?" diyenler, 


***


şöyle buyrun:

***

- internet tutulması

***

- ekşi sözlük

***

Anlayana...

4 Ocak 2012 Çarşamba

Kötülük Kavramı ve Uludere

İnsanlığın sahip olduğu en büyük zaaflardan birisi ikicil düşünme sistemi. Bir kavramın varlığını, ancak onunla arasına kesin hatlar çizilmiş zıttının da varlığıyla anlamlandırabilmek, asırlar boyunca bu epistem ile şekillenmiş kültürümüzün bize bıraktığı, ve sınırların hızlıca kalktığı dünyada omuzlarımızda iyiden iyiye yük olmaya başlayan talihsiz bir miras.

Dünyayı bu ikicillik dahilinde anlamlandırma, çocukluktan itibaren farklı formlarda empoze edilen bir fenomen; ve bu takviyenin en sık rastlanan formundan birisi de "iyi" ile "kötü"nün mücadelesi. Semavi dinlerdeki şeytan olgusundan, masallardaki sınırları açıklıkla çizilmiş ve parmakla gösterilebilecek kadar berrak, popüler görsel ürünlerdeki her dakika kötülük yapmayı düşünen ve sonunda iyi kahraman tarafından mağlup edilecek karakterlere kadar kötü imgesi çoğunlukla net oluşturulmuş durumda.

Bu dikotomiyle (ikileşim) aynı anda oluşan iyilik ve kötülük kavramları da, eylemlerin niteliğinden failin niteliğine bir geçişleme yaratıyor. Kültürel olarak şekillenmiş düşünce sistemimizde iyi insanın yaptığı eylemler iyilik, kötü insanın yaptığı eylemler kötülük olarak kodlandığı, ve bu kodlama mümkün mertebe kati sınırlarla belirlendiği için, bir noktadan sonra "iyi" intibası mühürlenmiş öznelerin kötülük yapma olasılığı ortadan kalkıyor.

Daha açık şöyle diyebiliriz: "İyi insan iyilik yapandır, kötü insan kötülük yapandır" imgesi, zamanla "iyi insan kötülük yapmaz, kötü insan iyilik yapmaz" gibi bir genel kabule yol açıyor. Halbuki bu bakış açısı, insanların çıkarları doğrultusunda da hareket edebileceğini, farklı değer yargılarıın "iyi" ve "kötü" gibi kavramları farklı değerlendirebileceğini, "iyi" ya da "kötü" imajının içten var olan değil, bizzat dışarıdan şekilenen bir olgu olduğunu göz ardı ediyor. Yani yataktan kalkıp "bugün ne kötülük yapsam" diye el ovuşturan bir insanın var olduğunu düşünüyoruz, ama o insanın da kendi değer yargı sistemince o eylemleri "iyi" olarak onaylıyor olabildiği gerçeğini unutuyoruz.

*   *   *

Uludere Katliamı'ndan sonra, bu "kötülük" yapacağına inanamazlık halinin ilginç yansımalarını gözlemlemek mümkündü. Bunun en ilginç örneği Erdoğan'ın ayaküstü yaptığı açıklaması idi (ki bu yüzden daha değerli)

"Bir defa hiçbir devlet halkını kalkıp da kastı mahsusa ile bombalamaz. Geçmişte bu tür şeyler belki yapılmış olabilir. Ama bizim iktidarımız döneminde böyle bir şey olması mümkün değildir."


Peşisıra söylenmiş bu üç cümlede iki adet ilginç çelişki var. Birincisi Erdoğan'ın "hiçbir devlet yapmaz" dedikten sonra (burada devlete yukarıda değindiğim mutlak iyi payesi biçilmekte) hemen "geçmişte bu tür şeyler yapılmış olabilir" demesi. Hiçbir devlet yapmaz böyle bir şey, ama yapmış olabilir? İkinci çelişki ise, nesnel olarak var olan kötülüğü kabul etmek zorunda kaldıktan sonra "ama bizim iktidarımız yapmaz" demesi, ve kendi iktidarına mutlak iyi payesi biçmesi.

Erdoğan bu gerekçelendirmesinde de yalnız değil, zira olaydan sonra çok sayıda "siz iyi bir insansınız, biliyoruz öyle bir şey yapmazsınız ama sizin etrafınızda kötü insanlar var ve böyle şeyler yaptırıyorlar" temalı yazı da yayınlandı, özellikle de Erdoğan'ın manşetinden dolayı yukarıda alıntıladığım söyleminde bizzat çattığı Taraf gazetesinde. İşin daha komiği, iktidar ile gazete arasında bu diyalog yaşanırken, Taraf'a mutlak iyi ya da mutlak kötü payeleri biçmiş olanlar da bu hususta çatallaşıp kendi aralarında tartışmaya başladılar.

*   *   *

Bu yaşananların unuttuğu gerçeklik ise şu: "Kötülük", öznenin niteliğinden bağımsız olarak da var olan bir kavramdır. Bir insanın başına, onun "kötü" olarak nitelediği bir olay gelirse, failin niteliği ne olursa olsun bir "kötülük" gerçekleşmiştir.

Şu en temel çelişkiyi unutuyoruz: İki arkadaşınızın çıkarlarının çatıştığı bir durumda, bir eylemde bulunma zorunluluğunuz doğdu. Ne yaparsanız yapın, bir arkadaşınız bu eyleminizden dolayı zarar görecek. Birine "iyilik" yaparken, diğerine "kötülük" yapmış olacaksanız. Siz kendinizi ister "iyi", ister "kötü" olarak tanımlayın, eylemlerinizin maruz kalan açısından niteliği değişmeyecektir.

Bu durumda "iyi" insan ile "kötü" insanı tanımlamak için önemli bir kavramı gündeme getirmek gerekiyor: Farkındalık. Eğer siz, arkadaşınızın "kötü" eyleminizden zarar gördüğünün farkındaysanız ve onun gördüğü zararı yok etmek için de bir çaba sarf edecekseniz, o zaman "iyi" bir insan olduğunuzu savlayabilirsiniz. 

*   *   *

Özetle: İyi olabilmek için, kötülük yaptığını bilebilmek gereklidir. İyi olduğunu sanan insan, kötülük yapamayacağını düşünüp, eylemlerinin vardığı yeri göz ardı/inkâr edendir. Bu nitelikler koşulsaldır, eyleme bağlıdır, süreklilik göstermez.

Uludere'de 35 masum insanın bombalanarak katledilmesi, ister hata olsun ister komplo, ister kasıtsız olsun ister kasıtlı, ister X yapmış olsun ister Y, kötü bir eylemdir. Bu fiille doğru düzgün yüzleşemeyen herkes de bu yapılmış kötülüğün ortağıdır, kendisini iyi olarak konumlasa da.

30 Aralık 2011 Cuma

Uludere: Kürt Değil, Türk Sorunu

Dün anaakım medyanın katliam haberini sunuşundaki, hafif tabirle, tutarsızlıklara (ağır tabir de gene bu kelimenin içinde, bir kaç harf atmanız gerek sadece) değinmiştim. Bugün medyanın gıyabında "ama bunu istiyorlar" bahanesi ardına sığındığı "halk" tepkisini, daha doğrusu Türk halkı tepkisine değinelim örnekli anlatımlı bir şekilde.

Öncelikle dikkatimi çeken şu oldu: PKK'nın şiddet eylemlerinden sonra çoğunluk BDP'ye "şiddeti kına" baskısı yapardı. Dünkü eylemden sonra bu baskıyı, bu kınamayı yapanların genel nüfusa oranı oldukça düşük kaldı. İşin daha da vahimi, tıpkı BDP'nin eleştirildiği gibi, bu insanlar hemen devlet adına bahaneler dizmeye başladılar. Hele ki ne bahaneler (aşağıdakilerin hepsi gözlemlenmiş gerçek söylemlerdir, uydurmuyorum. Ki uydursam da bu kadarını uyduramazdım):

- Onlar da kaçakçılık yapmasalardı. Oradakiler bizzat devlet gözetiminde kaçakçılık yapıyorlar, askeriyenin haberi olarak sınırı geçiyorlar ama olsun. Hem zaten bütün kaçakçılık yapanlar tepelerine bomba yağdırılarak katledilmelidir.

- 50 kişi kaçakçılık yapmaz. Bunu diyen oldu. Kendisine "siz yetkili bir abiye benziyorsunuz, kaç kişi kaçakçılık yapar maksimum?" diye sordum, cevap olarak yine "50 kişi yapmaz" dedi.

- Ergenekon'un son nefesi bu. Ergenekon diye var olduğu iddia edilen bir örgüt, önce "geniş bir ağ" haline geldi, sonra bir "fikriyat" olarak nitelenmeye başladı. Artık memleketin başına kötü ne gelirse Ergenekon adlı mitolojik (ironik tesadüf) kavramdan biliyoruz.


MGK'da karar alınmadığı sürece "devlet katletti" diyemeyiz. "Atatürk milliyetçiliği" kavramından daha içi boş bir hal alan "vesayet" kavramının apolojistlikte bireyi getirdiği son nokta.


- Vahim hata/istihbarat hatası. Bir insan hata yapar ve sonrasında özür diler. Devletler için de aynı şey geçerli olur "tazminat" şeklinde mesela. Ama devlet hata yapıp 35 vatandaşını bomba ile öldürürse "bir hatadır oldu" deyip geçiştirilemez. Ayıptır, günahtır.

Ha, bir de sorsan çoğunluğu "11 Eylül saldırıları istihbarat hatası değildi, ABD kendi yaptı" diyecek ülkenin insanları "istihbarat hatası" bahanesinde huzur ve konfor buldular ya, canımsınız.

- PKK'nın tuzağı, köylüleri gerilla gibi giydirip devletimizi kandırdılar. Alay komutanlığa "bunlar kaçakçı" diye bilgi geliyor, o rotayı kaçakçılar hep kullanıyor, askerle samimi ilişkileri var, ama ne hikmetse akşam karanlığında heronlar giysilerine bakıp köylüleri PKK'lı sanıyor ve o yüzden sorgusuz sualsiz, "Dur!" ihtarsız F-16 ile katlediyorlar. PKK derhal stratejik planlama kurumu olarak istihdama başlamalı, ölümcül bir zeka bu, Hollywood filmlerine taş çıkartıyor.

- Devletimizi yıpratmaya çalışıyorlar. Bu en güzeli. Devlet 35 vatandaşını öldürüyor, sonra da tepki gelince "yıpratma" çalışması oluyor. Devlet değil, ergen genç sanki. Bak kızdı şimdi odasına kapattı kendini :(

Daha fazlası da var da, en sık duyduklarımı, ve içlerinde en yaratıcı olanları aldım buraya. Daha da bulursam eklerim, arşivlik çünkü bunlar.

*   *   *

Şimdi, başlığa da ilham veren daha ciddi meseleye gelelim. Türk halkının çoğunluğunun Kürtleri kafasında "bölücü" olarak kategorize ettiğini biliyoruz, insaflı olanlar da "iyi Kürt/kötü Kürt" ayrımına gidiyorlar en fazla. Hadi bunu kabul edelim.

Eğer ülkeniz, ülkenizin vatandaşlarını tepesine bomba yağdırarak öldürdüğünde ses çıkarmıyorsanız (hele ki normal reaksiyonunuzu da göz önüne alırsak), ve hatta bu katli vacip görmeye, katle bahaneler uydurmaya çalışıyorsanız, siz maktülleri "vatandaş" olarak görmüyorsunuzdur. Bu durumda sormak lazım esas kim bölücü diye.


Eğer siz, vatandaşınıza karşı devletinizi savunuyor, devleti insan hayatından yüksek mertebeye koyuyorsanız, en temel bir yerde hatalısınız, "insanlık" denen kavramı önemsemiyorsuuz demektir. Varlığınızı sağlamak için bir araç olması gereken kurumu amaç haline getirmiş olmanız, pek de sağlıklı bir eda olmasa gerek.

1990'lardan beri bir çok benzer katle "terörle mücadele" gibi kılıflar uyduruldu. Ama o günler geride kalmıştı, artık yeni bir sayfa açmıştık, özür diliyor, geçmişimizle yüzleşiyorduk, Türk - Kürt kardeşti vs. İşte bazen bir "hata", bütün zihniyetinizi açığa döker, şaşırır kalırsınız.

Uludere Katliamı tekrar gösterdi ki, bu ülkede Kürt sorunu değil, Türk sorunu vardır. Türk sorunu da değil, vatandaş sorunu vardır. İnsanlık sorunu vardır. İzan sorunu vardır, idrak sorunu vardır.

Devletini insanından daha çok sevenlerin ülkesinde de bunların olması normaldir. Vatandaşlar, devletinin günahlarıyla yüzleşemediği sürece de bir sorunumuz bitecek, öteki sorunumuz başlayacaktır. 

29 Aralık 2011 Perşembe

Anaakım Medyanın -Yeniden- İflası: Uludere

Bugün Türkiye yakın tarihine çok talihsiz şekilde geçecek bir katliam yaşandı sınırın orada, Uludere'de. Tam 35 silahsız köylü, PKK'lı olduğu şüphesiyle tepelerine bomba yağdırılarak katletildi. Olayla ilgili İHD ve Mazlum-Der bir rapor hazırladı, buradan ulaşabilirsiniz.

Bu olayı daha hafif bir şekilde anlatmanın imkanı yok, daha doğrusu yok sanıyordum ki, anaakım medya kıvrak zekasıyla ve arsızlığıyla beni yine yeni yeniden yanılttı.

Öncelikle 28 Aralık 2011 günü akşam saat 21.20 sularında gerçekleşen bir olayı saatlerce es geçmelerine bir alkış tutmak lazım. Sayın Başbakan abayı gösterince altında sopa olduğunu anlayıp "tabii biz sansürleriz" diye emrine koşan basın patronlarımız muhtemelen bir sinyal bekledi belli bir süre. Sonra o sinyal geldi, bakalım nasıl geldi, olayın üzerinden 24 saat geçince bu katliam kendine nasıl yer bulmaya başladı: (Resmi yetkililerin açıklamaları bu analizde yer almayacak, sadece katliam haberinin nasıl verildiğine bakılacak)

Zaman


Haberin kendisi anasayfadaki modülde yok, manşetler kısmında mevcut. Başlık "Irak sınırında F-16'lar kaçakçıları vurdu: 35 ölü" Haber öğlen 15:12'de geçilmiş. Metinde, başlıktan da anlaşılacağı gibi, vurgu şahısların kaçakçı olduğu üzerine, bu kelime ve türevleri tam 7 defa kullanılmış. İki farklı yerde de "terörist oldukları sanılan" denmiş. Haber metninde görgü tanıklarının ifadeleri yok, sadece Şırnak Valiliği'nin açıklaması var.

Sabah


Anasayfada saf katliam haberini bulmak mümkün değil. Modülde Genelkurmay'ın Cudi Dağı operasyonuna dair dağıttığı görüntüler ve AKP adına Hüseyin Çelik'in açıklaması yer alıyor. Yanda "Taksim'de göstericiler polisle çatıştı" haberi ihmal edilmemiş. Altlarda "Davutoğlu'ndan Uludere açıklaması" ve "Cenazeler Uludere'ye götürüldü" başlıklı iki haber daha var, ama ötesini bulmak mümkün değil.

Hürriyet


Çatışma haberi burada da Çelik'in açıklamalarıyla birleştirilmiş durumda modülde. Seçilen giriş cümlesi çok ilginç: "TÜRK Hava Kuvvetleri’ne ait savaş uçakları dün gece Irak sınırında PKK’nın terör yuvalarına yönelik hava operasyonu gerçekleştirdi." Haber içinde siyasilerin tepkilerine de yer verilmiş, lakin haberin sonunu okumayacak bir insanda oluşturulmak istenen kanaat ilk cümleden aşikar.

Star


Star Gazetesi'nin anasayfasındaki modülde haber saf haliyle yer alıyor, fakat başlık oldukça temkinli: ''F-16'lar köylüleri vurdu'' iddiası" Diğer Güneydoğu ve çatışma temalı haberlerde de aynı temkini görmek isteriz anaakım medyadan. Haberin ilk cümlesi de temkinli yaklaşıma devam etmekte: "Şırnak'ın Uludere İlçesi Ortasu köyü kırsalında Irak sınırına yakın bir yerde dün gece düzenlenen hava operasyonunda 35 kişi öldü." Kullanılan tümleç ve kipler ilgi çekici: "hava operasyonunda 35 kişi öldü." 35 kişi otobüs kazasında can verse daha çok sempati ve merhamet toplardı herhalde haberin yazarından.

Haberin altında da şu masumcuk kutucuk var, haberin nispeten tarafsız tonu rahatsız etmiş sanırım:


Milliyet


Milliyet, SON DAKİKA kutusunda şu başlıkla bir haber veriyor: "AK Parti ölenlerin sivil olduğunu kabul etti" Aynı flash kutuda "PKK'lı diye jetlerle vurulanların çoğu 30 yaş altında" ifadesi de var. Yani buradan Milliyet'in en sağduyulu başlığı attığını söyleyebiliriz şimdilik.

Şimdilik diyorum, çünkü modüldeki ilk 3 haberin başlığı şöyle: "BDP'liler Taksim'i savaş alanına çevirdi", "BDP'li Önder: İkinci 33 kurşun vakası yaşandı. İsyan edin demektir bu", "Bunu söyleyen bir milletvekili... Bırakın vatandaş biraz molotof atsın" (Bu haberin doğruluğu şaibeli, henüz teyit edilmedi)

Milliyet'in derdinin sağduyu mu, yoksa kızıştırıcı propaganda mı olduğu konusunda kararsız kalmamak mümkün değil.

Radikal


Radikal'de esas haber anasayfadaki modulün ikinci sırasında, başlık "Savaş uçakları sivilleri vurdu". Şunca haberde "kişi, şahıs, kaçakçı" diye değinilen maktüllere "sivil" demek ilk Radikal'in aklına gelmiş. Radikal'ın modülündeki diğer haberler de bölgeye değinmekte: "Görgü tanığı: Cesetlerin bazılarında kurşun izi var", "İstanbul'dan Yüksekova'ya kadar Uludere protestosu", "BDP 3 günlük yas ilan etti: Bu aleni bir katliam, ölenlerin tamamı köylüler" modülde ön sıralarda yer bulmuş haberler. Radikal'ı kutlamak lazım.

Yeni Şafak


Bu gazetemiz de temkini elden bırakmayan bir ilk haber vermeyi tercih etmiş. Modülde yer alan haberin başlığı "F-16'lar PKK'lı diye köylüleri mi vurdu?" Sorunun cevabının evet olduğunu kamu uzun süredir biliyor, lakin Yeni Şafak soru işaretini henüz giderememiş durumda. Haber metni ise nispeten objektif, iddialara ve Valilik açıklamasına yer verilmiş.

Habertürk


Olaya karşın nispeten adil bir tutum da Habertürk'ten gelmiş. Modüldeki haberler Radikal'de olduğu gibi -bağlam farklı olsa da, mesela BDP'nin açıklamalarına yer verilmemiş- azamiyetle bu olay hakkında. Konuyla ilgili ilk haber tıpkı Yeni Şafak gibi "F-16'lar PKK'lı diye köylüleri mi vurdu?" başlığıyla verilmiş, lakin devamındaki şu ifade nispi bir sağduyu getiriyor habere: "Şırnak'ın Uludere ilçesine bağlı Ortasu köyünde yaşayan vatandaşlardan 35 tanesi dün gece F-16 uçaklarından açılan ateş sonucu öldürüldü. İddialara göre bu 35 kişi yaşamlarını kaçakcılık yaparak kazanıyorlardı ve bölgedeki karakol komutanının da bu durumdan haberi vardı." Haberin "öldü" yerine "hayatını kaybetti" deyişini kullanması da daha insani bir sunum getiriyor, onun da altı çizilmeli.

Bu inceleme doğrultusunda anaakım medyanın yaklaşımını değerlendirecek olursak:

1. Radikal
Mansiyon: Habertürk
Fasarya: Diğerleri

şeklinde bir sıralama uygun olacaktır.

Ekleme: Sosyal medyadaki yansımalar için @nhacizade'nin şu çalışmasına bakabilirsiniz.

Yarın: Uludere Katliamı'na kamunun verdiği tepkiler.

22 Aralık 2011 Perşembe

Soykırım Tutarsızlıkları

Uzun uzadıya girizgâh yapmaya gerek yok. Mesele güneş tutulması vs. doğa olayları gibi her sene belirli dönemlerde karşımıza çıkıyor zaten: "X ülkesi soykırımı tanıyacakmış!", "Y ülkesi soykırımı inkar etmeyi suç ilan etmiş!" falan filan. Tabii bu "kendi içinde var olan" hala daha nispeten kapalı toplumumuz için büyük travma.

Öncelikle algının kapılarını biraz açalım:

1. Şu anda 20 ülke Ermeni soykırımını resmi olarak tanımış durumda.
2. Gayssot Act diye bir şey var, insanlık suçlarını inkar etmeyi suç olarak tanımlıyor. Bunun üzerine aktif bir tartışma var zaten.
3. Yahudi soykırımını reddetmeyi suç olarak tanımlayan (aralarında Bosna Hersek'in de olduğu) da bir sürü ülke var.

Yani özetle, biz kulaklarımızı kapatıp "la la la" diyebiliriz, ama Avrupa'da bu konu, bizim çapımızın çok dışında bir şekilde tartışılıyor. Bizim çapımızın çok dışında, çünkü bizden hala şaka gibi tepkiler geliyor. Zaten esas derdim de o:


1. Tarihi tarihçilere bırakalım!


Tez: "Devletler soykırım konusunda bir şey yapmamalı, tarihçiler karar versin."

Sorular:

- Halihazırda bir sürü tarihçi orada olan katliamları belgesiyle ortaya koymuş ve de soykırım olduğu konusunda kanaat bildirmiş durumda. Bu tarihçilerin nesi yanlış? Yoksa sizin demek istediğiniz "tarihi bizim dediğimizi diyecek tarihçilere bırakalım" mı?

- Türkiye Cumhuriyeti bu konuda araştırma yapmak isteyen tarihçilere arşivlerini sonuna kadar açmış mıdır? Mezarları araştırmak isteyenlere hiçbir sorun çıkartmamış mıdır?

- Madem tartışmalı tarihi tarihçilere bırakmak lazım, neden Başbakan Dersim Katliamı'ndan dolayı özür dilemiş de "konuyu tarihçilere bırakalım" dememiştir?

- Dünya üzerinde siyasi ve toplumsal boyutta hiç tartışılmamış, sadece tarihçilere bırakılmış katliamlar hangileridir?

Doğru argüman: "Bu konuyu hukukçulara bırakalım, soykırım olup olmadığı uluslararası düzeyde bir karara bağlansın."

2. Fransa da Cezayir'de soykırım yaptı!


Tez: "Onlar da soykırım yaptı, bak biz de yasa geçiririz."

Sorular:


- "de" kelimesinin anlamını biliyor musunuz? Bu argümanda dolaylı olarak soykırımı kabul ettiğinizin farkında mısınız?

- Başkasının tarihinde olayların sizin tarihinizde olanların gerçeklenmesiyle ne gibi bir alakası vardır? "Almanlar yenilince biz de yenildik" sözünün yalan olduğunun farkında mısınız?

Doğru argüman: "Biz kendi tarihimizle yüzleştik, özrümüzü diledik, sonraki adımları atmaya hazırız. Fransa'nın da kendi tarihi konusunda aynı şeyi yapmasını tavsiye ediyoruz."

3. İfade özgürlüğü!


Tez: "Ben istersem soykırımı reddedebilirim, hani Avrupa ifade özgürlüğünü savunuyordu?"

Sorular: 


- Bu tartışmaya ve yasa tasarısına dair hiçbir şey okudunuz mu? Temel argümanın "soykırımı inkar etmenin bir topluluğa karşı nefret suçu işlemek" olarak yorumlanması olduğunun farkında mısınız? Yoksa her "bence soykırım değil" diyenin cezalandırılmayacağını biliyor musunuz?

- Kendi Ceza Kanunu'nda 301. madde gibi bir madde olan, doğru düzgün tanımlamadığı "Türklüğe hakaret" mefhumu sebebiyle "soykırım oldu" diyen Orhan Pamuk'u yargılayan bir ülke olarak "ifade özgürlüğü" konusunda konuşma hakkına sahip misiniz?

Doğru argüman: "Türkiye, ifade özgürlüğü üzerinde hiçbir engelin olmaması gerektiğine inanır ve yasalarıyla da bu durumu güvence altına alır. O yüzden Fransa'nın yasa tasarısı temel prensiplerimize aykırıdır."

*   *   *

Soykırım konusunda bir çok abuklama mevcut, lakin en son gündeme gelen fikriyatı bir didkleme ihtiyacı hissettim. Yoksa sayfalar yetmez bu konuyu anlatmaya.

Tabii Almanya'da "Türklere kendi dilinde eğitim hakkı verilmeli" deyip bir sonraki gün "Türkiye'nin dili Türkçedir!" diye gürleyen bir başbakanın (mübalağa yok), ve tüm retoriğini ilkokul 3. sınıfta girdiği tartışmalardan besleyen bir ana muhalefetin ülkesinde tüm bunlar normal.

Not: Taner Akçam'ın şu makalesi de son derece faydalı.