2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

27 Eylül 2011 Salı

Kürt Sorunu, Pozisyonsuzluk ve Şiddet

(Önnot: Bu yazı, blog girdi kurallarına aykırı olarak haddinden fazla uzun olacak, lakin Kürt sorunu konusundaki bölük pörçük ifade ettiğim görüşlerimi/tenkitlerimi bütünleyici bir şekilde toparlamak istedim. Eğer ki "Uf bu ne ya?" diye sıkılacak olan varsa, doğrudan üçüncüve dördüncü kısıma gitmelerini tavsiye ederim ki, en azından sonuçlarım okunsun.)

Kürt sorunu konusunda gerek bilgi asimetrisi, gerekse siyasi kutuplaşma geleneğimizden dolayı toplumca ciddi bir kafa karışıklığı yaşıyoruz. Özellikle son bir-iki yıllık dönemde, tekrar şiddet eylemlerinin artmasıyla bu kafa karışıklığı ciddi boyutlara ulaştı. Bu kafa karışıklığının sebep ve sopnuçları üzerine değinmek için yazıyorum bu yazıyı, fakat konu öyle çetrefilli ve içinde bulunduğumuz zamanlar o kadar hassas ki, lafı toparlamakta ne kadar muvaffak olacağımı ben de bilemiyorum. Hayırlısı.

I. Pozisyonsuzluk


Herhalde yazının başlığına koyduğum iki terimi açıklamakla başlamak en isabetlisi olacak. Bugün çoğu insan, daha doğrusu ekseriyetle bu yazının muhatabı olacak olan entelektüel ve/veya sosyal medyada aktif kesimin büyük çoğunluğu, Kürt sorununun siyaseten çözülmesi gerektiği konusunda hemfikir. Edilen kelamların çoğunluğu bu minvalde zira. Lakin bu temennilerin boşluğa çıkmasının sebeplerinin değerlendirilmesi aşamasında ciddi bir aksaklık teşkil oluyor: Tartışmaya katılanlar sempati/antipati duyduğu tarafa göre pozisyon alınıyor, ve de tartışma karşı tarafa suçunu kabul ettirme formuna dönüşüyor.

Halbuki başka bir teşhis mümkün: Bugün Kürt sorununu çözmesi beklenen siyasi aktörler, yani AKP ve BDP -CHP ve MHP'nin bahsi dahi nalüzum- soruna dair pozisyon almaktan çekinmekteler, ve de sorunun devamını bu temel çelişkiler mümkün kılıyor.

a) İktidarın pozisyonsuzluğu


Önce AKP'den başlayalım. AKP'nin Kürt sorunu konusundaki yaklaşımını "Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşların sorunu vardır" cümlesi özetliyor demek yanlış olmaz, zira Başbakan'ın ve de ona yakın kalemlerin üzerinde durduğu husus bu. Yani bu durumda Kürt halkının kolektif bir sorunu yok, sadece bireysel haklar sorunu var ve de PKK kendi gündemi peşinde koşan, Kürt halkıyla alakası olmayan bir terörist çete.

Eğer durum bu ise, hükümetten beklenen iki şey olmalı: PKK ile silah yoluyla muhatap olmak, ve de PKK'ya meşruiyet kazandıran/sempati uyandıran faktörleri elimine etmek. Eğer ki PKK, Kürt halkını temsil etmiyorsa, Kürtlerin, Lozan'ından tut Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne kadar bir çok altına imza koyduğumuz anlaşmayla sahip olması gerektiği hakların bir an önce verilmesi şart kere şart. Yani PKK gerçekten gayrımeşru bir oluşum ise, bu hakların tartışılması PKK'nın eylemlerine bağlı olamaz. (1)

Buradan AKP'nin benimsediği ikinci ve ilkiyle çelişen pozisyona geçiyoruz. Eğer bu hakların tartışılması için gerçekten PKK'nın silah bırakması ön şart ise, PKK'nın arkasında ciddi halk desteği olan bir örgüt olduğunu kabul ediyoruz demektir, ve bu durumda ortada olan mefhum bir "düşük yoğunluklu savaş"tır. Ve savaşı bitirmenin yolu da barıştır, müzakeredir. Ki devletin MİT aracılığıyla PKK ile görüşmesi de, tam bu tarz bir barış görüşmesine tekabül etmektedir. Bu görüşmelerde kolektif haklar ve özerklik eğer mevzubahis edilmişse, PKK'nın artık "kimsenin desteklemediği, üç beş bin bağımsız terörist" olmadığı aşikardır.

Fakat hükümetin eylem ve söylemlerinden sürekli bir çelişki havası yakalanması, bugün isteyen aydının bir tarafa, isteyenin öbür tarafa konuşlanmasına, ve de bu konudaki tartışmaların da taraflaşma olarak teşkil olmasına sebep oluyor.

Mesela "BDP PKK ile arasına mesafe koysun" talebine bakalım. Bu talebin ima ettiği ilk senaryo. "PKK bir çete, BDP meşru olmak için onu kınamalı ve siyaset sahnesine gelmelidir." Fakat öte yandan AKP'nin DTP'nin kapatılması hususunda sessiz kalması, Hatip Dicle'nin milletvekilliğinin iptali için bizzat dilekçe vermesi, KCK tutuklamalarının orantısızca devam etmesi gibi eylemler ve de örneği muhtelif söylemler aracılığıyla BDP'nin meşruiyetini azaltmaya çalıştığını ve de PKK'yı daha direkt bir muhatap olarak gördüğünü görüyoruz. İcabında Kandil ile görüşen bir devletin, son 2-3 yıldır BDP ile görüşmekten mümkün mertebe imtina etmesi bu çelişkinin bir göstergesi. BDP'nin "ovada da siyaset yaptırmıyorlar" serzenişine, siz katılsanız da katılmasanız da kendi gözünde geçerlilik kazandıran da bu pozisyonsuzluk. (3)

b) Muhalefetin pozisyonsuzluğu


Bu kadar çok BDP dedikten sonra, onların tenkitine geçelim. Bu konuda ilk adımı Aysel Tuğluk attı, ve de Radikal'e yazdığı yazıda (2) kısa da olsa bir özeleştiri yaptı "Öcalan'a daha yakın durmalıydık" şeklinde. Fakat BDP'nin esas sorunu, gerçek anlamda bir siyaset zemini oluşturamaması, kolektif haklar ve özerklik talebini ya çok sessizce, ya da damdan düşercesine gerçekleştirmesi, siyaset acemiliklerinde bulunması. Örneğin Bengi Yıldız'ın Taraf'a verdiği, ve özerklik konusunda paragraf başına üç kafa karışıklığı düşen mülakatı buna bir örnek sayılabilir. Gene BDP'nin kaleme aldığı, ve de beylik temenniler haricinde çalışan bir ekonomik/hukuki model öngörmeyen özerklik bildirgesi gene bu minvalde değerlendirilebilir.

BDP'nin şiddet eylemlerini kınadığı -her ne kadar anaakım medya görmezden gelse de- biliniyor. Fakat BDP'nin bu eylemleri sadece kınaması da yeterli olmayabilir. Mesela BDP, PKK'nin gerçekleştirdiğini bildiğimiz örgüt içi infazlarına karşın bir hak arama zemini oluşturabildi mi? "Sivil itaatsizlik" gibi, gerçekten başarılı olabilecek bir örgütlenme modelini neden inşa edemedi, neden ısrarcı olmadı? Meclise gelmeme gibi, ilkesel olarak haklı olduğu bir pozisyonu neden bir inatlaşmaya çevirip meşruiyetini sempati toplaması gereken çoğunluk gözünde kaybetti? (4)

Mukaddema AKP'nin BDP'yi pozisyonel sıkıştırmasından bahsettim, fakat BDP'nin de sıkışmışlığı salt AKP kaynaklı değil, bunu söylemek insafsızca olur. BDP'nin eksenini Türkiye çapında bir demokratikleşme platformu alternatifinden, kendi bölgesine tıkılan bir sınırlı gündem partisine değişik zaman dilimlerinde kaydırması, PKK ile ilişkisini söylemsel olarak netleştirememesi de kendi günahları olarak tahtaya yazılmalıdır.

II. Şiddet Eleştirisi


Yukarıda siyaseten çözümün sağlanamaması sürecindeki fundamental sorunu açıklamaya çalıştım. Şiddet eleştirisine geçmeden tekrar kısaca özetleyeyim: Siyasi aktörler, kendilerine sağlam bir pozisyon belirleyip oradan hareket edemediklerinden ve gündelik siyasi rant hesapları ile zigzag çizdiklerinden, sorunun çözümünde müthiş bir öneme haiz güven temin edilemiyor. (Bu güven mefhumun önemine çözüm tartışmasında tekrar değineceğim.)

İki tarafa da sempati duyan entelektüellerin yapması gereken eleştiriler bu temelden yola çıkmalı iken, mevcut tartışma ortamı çok ilginç mahsuller veriyor. Bunlardan benim en garibime giden ise, özellikle son zamanda dozajı artan "şiddeti kınama" mecburiyeti ve bunun siyasi bir pozisyon olarak lanse edilmesi. Şiddetin bitmesini isteme/şiddeti kınama, bir temenni, bir temel insani değer, bir iyi niyet göstergesi, bir apolitik yakarış olabilir, fakat olamayacağı bir şey varsa o da siyasi bir pozisyon olmasıdır.

Daha önce bahsettim: İktidarın PKK'ya yaklaşımında bir tutarsızlık var. Eğer PKK bir çete ise, PKK'nın keyfi, şiddeti bırakması beklenmeden muhakkak Kürtlerin bireysel/kolektif hakları mevzusu tartışılmaya başlanmalıdır. Yok eğer devlet ile PKK bir savaş içindeyse, bizim karşı olmamız gereken bir tarafın şiddeti değil, bütünlüğüyle bu süregelen savaş olmalıdır.

Yani entelektüellerin alacağı iki adet mantıklı ve tutarlı pozisyon var.

1. İktidarın Kürtlerin haklarını teslim etmesi sürecini hızlandırıcı çağrılarda bulunmak ve kampanyalar yapmak. Bu konuda o kadar çok odak seçilebilir ki: Birçok siyasi suçu maskelemek için kullanılan ve bir düşünce polisi aleti statüsüne yükselmiş Terörle Mücadele Kanunu'nu eleştirmek, bu kanundan dolayı öngörülen boyutun çok üstüne çıkmış KCK tutuklamalarına odaklanmak, Kürtçe'nin kullanılması önündeki engellerin kaldırılması için gündem oluşturmak, militer toplum anlayışının devamında rol oynayan ögelere dadanmak (ki bu hususta andımızdan vicdani retin inklarına kadar çok geniş bir skala var), hakikat komisyonu benzeri önerileri gündemde tutmak, anadilde eğitim mevzusu için tartışma platformu yaratmak, seçim barajının indirilmesini gündeme taşımak için bir dahaki seçimleri beklememek... Her ne kadar kimimizde "ileri demokrasi"nin ve gelecek "sivil anayasa"nın rahatlığı olsa da, bu hamlelerle dahi çözülmeyecek bir çok aksaklık var. Her aktivist, her STO bunların biriyle ilgilense ve yılmaz takipçisi olsa, sorun çözümünde büyük adımlar atılır.

2. Eğer ki durumun bir "savaş" olduğuna kanaat getiriliyorsa, bu savaşın sona ermesi için çağrılarda bulunmak. Türk entelektüeller Türk otoritenin, Kürt entelektüeller Kürt otoritenin eleştirisini yapmalı, taraflar kendi taraflarına şiddeti bitirme ve barışı sağlama çağrısında bulunmalı.

İşte benim bilhassa eleştirdiğim kitlenin düşünce dinamiği burada ortaya çıkıyor. Örneğin sürekli eleştirilen ve de barış sürecine balta vurduğu kanısı iyiden iyiye yerleşen bir Silvan çatışması var. Orada PKK'nın yaptığı, saldıran konumunda olduğu için kesinlikle kabul edilemez ve de kınanmalıdır, bu konuda hemfikiriz. Lakin şu da bir gerçek ki, o askerler o arazide PKK'lı izi sürmek üzere bulunuyorlardı. Bu iz sürme de, 2011 yılının ilk dönemlerinde start verilen, bugün Işık Koşaner'in sızan teyp kaydından da bildiğimiz gibi durması hiç sözkonusu olmamış askeri operasyonların bir sonucuydu.

Yani eğer bir savaş içerisindeysek ve barış istiyorsak, öncelikle kendi muhatap olduğumuz tarafın eylemlerinden yükümlüyüz. Ha, eğer diyorsanız ki "Hayır, PKK militanları elinde silahla dolaşıyorsa, devlet de operasyon yapar tabii", siz bunu bir savaş olarak görmüyorsunuz ve PKK'yı ilk durumdaki gibi "terörist örgüt" diye nitelendiriyorsunuz. Bu durumda ise sizin devleti bu savaşta desteklemek kadar, PKK'nın meşruiyetini azaltıcı hamleleri teşvik etmeniz lazım.

Laf çok uzadı, ama demek istediğimi sanırım anlatabildim. Temel eleştirim, aydının sıkışmışlığı, ve de vicdanının/duygularının esiri olup, çözüm sürecine katkıda bulunduğunu sanıp da bulunmaması. Örneğin geçenlerde "Kürtler'den çağrı, benim için öldürme!" diye bir kampanya başlatıldı sanal ortamda. Bu bildiride, gayet yukarıdan bakan bir üslupla PKK'nın eylemleri eleştiriliyor, onlara silah bırakması çağrısında bulunuluyordu. Kampanyayı destekleyenler ve konuşanlar ise ekseriyetle Türklerdi. Bu "kendin çal kendin oyna" edasının, daha muhatabını ve muhatabını ikna edecek üslubunu seçememiş hareketin başarıya ulaşacağını ve PKK'ya sempati duyan/kolektif hak talebinde bulunan Kürtler arasında bir etki yaratacığını beklemek, nasıl desem, naiflik. Ve naiflik ruhu doyursa da karnı doyurmaz.

III. Sorunun Çözümü 


Bu yaklaşımları tenkit ettikten sonra sanırım soruna dair öngörülerimi de paylaşmalıyım ki yazınn bir nihayeti olsun.


Öncelikle çok açık olarak şunu söylemeliyim. Tarihsel olarak baktığımızda, bu aşamaya gelmiş bir azınlık sorununun, aynı anda mevcut modellerin korunması ve de zararın minimumda tutulması ile çözülmesi mümkün değil. Ya azınlıklar sonunda kolektif haklar/özerklik/bağımsızlık kazanırlar, ya da hak talebinde bulunan kitle katliama uğrar/tecrit/tehcir yaşar. ETA ve IRA'nın kazanımları belli, Tamil Kaplanları'nın başına gelenler belli. Tarih federal yapıya bürünen, kantonlara, otonom bölgelere, mali özerkliğe kavuşan hikayelerle dolu. Yani bunun aksini düşünmek, gerçekten ya büyük bir vizyon, ya da büyük bir körlük gerektiriyor.

Peki bu durumda ne yapılmalı? Bir önceki bölümde aydınların tutumunu eleştirip iki yol haritası çizdim: Ya herkes kendi tarafını "savaş"tan vazgeçmeye çağırıp, kendi medyasında bu nihai sonu tartışmaya açacak; ya da başlarındaki otoritelere, karşı tarafın gözünde meşruiyet kazanımı sağlatacak davranışlar için mücadele edecek.

Eğer ki politik unsurlar bir pozisyon belirlemeye yahut uzlaşmaya yanaşmazsa, mevcut durumdan iki adet alternatif üretebiliyorum ben. Kürt siyasi hareketinin tam örgütlü bir şekilde sivil itaatsizliğe başlaması (ve böylece şiddetin bir toplumsal fenomen olmaktan çıkması), ya da eğer ki özerklik talebi Kürt siyasi hareketinin nihai arzusuysa, bir referandumun gündeme gelmesi. Eğer ki müzakereler sonuç vermezse, devlet Kürtlere haklarını teslim etmekte tembel davranırsa, Kürtler şiddeti mücadelelerinin mecburi bir parçası olarak görmeye devam ederlerse bu alternatifler ciddi olarak tartışılmalıdır.

Yoksa artık üniter devlet modelinden de, üniter devlet zihniyetinden de hayır gelmeyeceği belli oldu. Bunun sonu ya fedakarlık, ya felaket.

IV. Sonsöz


Derdimi dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Birer ikişer cümleyle tekrar özetleyeyim, ve de buraya kadar gelen okuyuculara teşekkür edip hatm-ı kelam eyleyeyim.

Gerek iktidarın, gerekse muhalefetin sorunun çözümü doğrultusunda bir pozisyon alma sıkıntısı var. Bu sıkıntı, karşılıklı güvensizlik havası yarattığından ötürü kutuplaşmalara, çözüm için tarafların şiddeti araç olarak görmesine ve de öz yerine araçlara odaklanılmasına sebep oluyor. Sorunun çıkış sebebi olan haklar mevzusu, ya da karşılıklı barış taraftarlığı yerine bir tarafı eleştirme, ve de salt anlamsız bir öge olan şiddeti kınama pozisyonları baskın pozisyonlar oluyor. Bu iki taraf arasında iletişim değil iletişimsizlik yaratıyor, lakin iki taraf da bilinçaltında kendi kendini tatmin ve meşrulaştırma derdinde olduğundan, bu iletişimsizlik gözardı ediliyor. Bu toplumsal kafa karışıklığından kurtulmanın zannımca iki yolu var: Birincisi, tarafların kendi taraflarına pozisyonlarını netleştirmesi doğrultusunda baskı yapması. İkincisi, bu sorunun zaten belirli bir sonla biteceğini kabul edip, bir inanç sıçraması (leap of faith) vasıtasıyla bir sonraki tartışma aşamasına geçebilmemiz (üçüncü kısımda anlattıklarım mesela)

Benim Kürt sorunu ve şiddet hususunda durduğum yer budur. Arz ederim.

--------------------------------

(1) Bunu Ahmet Altan da daha uzun uzadıya anlatmıştı 7 Eylül 2011 tarihli köşe yazısında.
(2) Yazının tamamı da kaydadeğerdi, o yüzden buraya not düşelim.
(3) Gerçeklik payından emin olamadığım için yazının içine koymadım, lakin kafamı oldukça kurcalayan bir makale okudum yakın zamanda. Bu yazıya göre, devlet Mayıs 2009'da Abdullah Demirbaş'ı, barış görüşmelerinin önemli bir elemanı olarak Sırbistan'a davet etmiş. Fakat nasılsa birkaç ay içinde aynı Demirbaş önce tutuklandı, sonra hastalığı göz önüne alınarak serbest bırakıldı fakat tedavisi için yurtdışına çıkmasına izin verilmedi. İnsanın ağzından ister istemez "bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu" mealinde lakırdı dökülüyor.
(4) Bir daha bakınca, buradaki inatlaşma kelimesinin altını biraz daha doldurmam gerektiğini düşündüm. BDP'nin meclisi protesto etmesine sebep olan koşullar değişmediğinden, meclise dönmemesi normal bir tutum olarak değerlendirilebilir. Lakin BDP'nin başarısız olduğu nokta, bu sürecin yönetimi idi, süreçte bir şekilde "uzlaşmaz" bir imaj yaratması idi. Bugün akla hapisteki 6 MV'den çok "Ne bileyim gitmediler işte" cümlesi geliyorsa, oradaki haklılık vurgulanamamış, pozisyonsuzluk izlenimi akılda kalmış demektir.


(Son not: Bir de bu yazıyı tasarlama aşamasında, bana ister istemez perspektif sağlayan başta quadroz olmak üzere diğer sorunla alakalı Twitter kullanıcılarına teşekkür ederim.)

20 Eylül 2011 Salı

MİT - PKK Kasedi

Yankısı hala sürüyor kamuoyuna sızdırılan bu kasedin. Yankıların ekseni iki adet:

1. Devlet niye görüşme yaptı?
2. Kasedi kim sızdırdı?

İkili oynama konusunda Türkiye siyasi tarihine adını altın harflerle yazdıran AKP kurmayları, bir koldan "Tam sorunu çözmek için görüşüyorduk, tatlıya bağlamıştık ki PKK işi bozdu" senaryosunu, diğer yandan "Biz müzakere amaçlı değil, devlet suçluyu bulma amaçlı görüşüyordu zaten" senaryosunu satıyorlar. İkisinin de aç alıcısı var, ve hal böyleyken Ankara'nın üzerinde güneş batmaz.

Teorilerin zirve yaptığı husus ise kasedi kimin sızdırdığı. Yeni Türkiye'nin Mehmet Ali Kışlalı'sı Taraf gazetesi yazarı Lale Kemal'in haberine göre, bu kasedi PKK'dan birileri sızdırdı. Neden? Çünkü "sayın Öcalan" öbeği çoğaltılmış, bir de mikrofon hışırtısı varmış. (Çünkü biliyoruz ki sadece PKK'lılar görüşmeye üzerlerinde mikrofonla gelirler.)

Yeni Türkiye'nin Soner Çölaşan'ı (iki karakteri birleştiriyor, müthiş bir deha) Emre Uslu'ya göre de kasedi sızdıran İsrail. Neden? Çünkü zamanlama manidar. Bir de OdaTV MOSSAD'ın etkisi altında. OdaTV kasedi savunmaya geçmişse, bunun motivasyonu kesin İsrail'dendir. (Çünkü biliyoruz ki OdaTV hükümete çakmak için her türlü fırsatı kullanan bir medya kuruluşu değildir, sadece İsrail ne derse onu yapar.)

Bir de bana kulak verin şimdi. Daha doğrusu bana değil, Mehmet Eymür'e. Bakın daha taa geçen sene, 29 Eylül 2010 tarihinde ne demiş bu Eski Kontrterör Dairesi Başkanı:

“Bir takım fikir ayrılıkları olduğunu kanaatindeyim. [MİT'in] içinde görüşmelere karşı çıkanlar ve sabote etmek isteyenler var”


Hay Allah, bak sen şu işe. Daha bir sene öncesinden eski MİTçi (ki bir kere MİTçi, ömür boyu MİTçidir) Mehmet Eymür, hem MİT'in PKK ile görüştüğünü, hem de MİT içinde bu görüşmelerin rahatsızlık yarattığını biliyormuş. Tabii MİT ihtimalinin gündemde yer edinememesi normal, abuk sabuk bir teori bu. Devletimiz mükemmel bir uyum içerisinde çünkü.

Benimki de eşeklik işte, aklıma karpuz kabuğu düşüveriyor. Ama siz bence Kemal ve Uslu'ya inanın. Hatta ikisine de aynı anda inanın, öyle daha rahat yaşarsınız.

16 Eylül 2011 Cuma

Metalaşan Dink ve Kişi Siyaseti


Uzun zamandır içimden yazasım gelmiyor, zira gündem Kürt sorununa takılıp kaldı, ve de o konu hakkında artık daha fazla diyecek şeyim kalmadı. Zaten Twitter'da insanı tembelliğe alıştırıyor bir yerden sonra. Lakin dün öyle manasız bir polemik zemini yaratıldı ki, dayanamadım. 
Olay şu: Uluslararası Hrant Dink Vakfı'nın her sene takdim ettiği Barış Ödülü'nün bu seneki sahiplerinden birisi Ahmet Altan oldu. Normal şartlar altında aynen böyle takdim edilmesi gereken bir haber olan bu gelişme kimi çevrelerde infial yarattı. Herkesin birbirine bir yafta yapıştırarak rahatladığı bir memlekette, bu sıradan gelişme üzerinden dahi "ulusalcı-yandaş", "liboş-sosyalist" kamplaşmaları oluştu, kılıçlar çekildi.


Hrant Dink Barış Ödülü Altan’ınSiyaset retoriğine hakim olan kutuplaşma kültürünü daha önce sıklıkla eleştirdiğimden, bunu da bir örnek olarak ekleyip geçebilirdim esasen. Lakin burada çok ciddi etik/felsefik sorunlar var bu kutuplaşma merakından gayri:

1. Bir kişi anısına verilen sembolik bir ödülü, sanki eğlence dünyasına (entertainment business) ait bir olaymış gibi değerlendirme/değersizleştirme.
2. Hrant Dink'i bir vicdani tatmin aracı, bir özgeçmiş sabunu olarak kullanıp geçmiş defterleri dürme.
3. Siyaseti maneviyat/kişiler üzerinden yürütme hastalığının en "entelektüel"ine bile sirayet etmiş olması.

O kadar çok anksiyete doldum ki, nereden başlayacağımı bilemiyorum, ama bir deneyelim. Öncelikle, olaydaki özneleri çıkarıp dışarıdan bir bakalım: Bir vakıf, bir gazeteci/yazara (ki bu insan, görüşlerini bir kenara koyup bakarsanız, her daim barış dilini savunan bir yazar) Barış Ödülü veriyor. Türkiye'de milyon tane vakıf var, ve bu milyon tane vakıf milyon tane ödül veriyor zaten her sene. Bu vakfın jüri üyesinde de Adalet Ağaoğlu'ndan Vicdani Ret Hareketi'ne çok çeşitli insanlar var. En önemlisi de, adına ödül verilen kişinin eşi bu vakfın ve jürinin başında.

Böyle anlatınca her şey olağan değil mi? Ama işte çok önemli bir fark var: Adına ödül verilen kişi, Türkiye'de kendini demokrasiye yanaştıran çoğunluğun üzerinden vicdan aklayıp haysiyet kazandığı Hrant Dink. Ödülü alan kişi, Taraf gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni olmasından ötürü bir kampa, yazılarından bağımsız olarak, vicdanlarda katılmış Ahmet Altan. Hal böyle olunca, insanlar -mazur görün- sidik yarıştırma çabası içine giriyorlar bu kişilik üzerinden.

Dink'in canına kıyıldığından beri herkes onun canı ciğeri oldu zaten. Fikirdaşım quadros'un Temelkuran üzerine yazdığı -ama Hasan Cemal'inden Hasan Bülent Kahraman'ına, Yıldıray Oğur'undan Cengiz Çandar'ına değindiği- güzel yazısını özetlemek gerekirse: "eylemlilik adına oldukça atıl kalmış, suya sabuna dokunmamayı tercih eden muhalif kitle, 1990 model dişleri sökülmeye başlamış derin devletin son eylemlerinden birinin maktulüne doğal bir sempati duydu, vicdanî fırsatı gördü. Maktulün Ermeni kimliği de, bu kitlenin ağzına almamayı tercih edeceği "soykırım" tartışmalarını da kapsar nitelikte bir rahatlık yarattığı için, vicdanî fırsatın sonuçları katmerlendi. Dink cinayetinden önce onu yazılarında "Agos Yönetmeni" diye anan Temelkuran, cinayetten sonra "dostum, arkadaşım" demeye başladı mesela." 


Bu pastadan pay koparma çabası, bu "kim daha çok Dink derse o daha süper muhalif, daha hümanist, daha insanî olur" trendinin yansıması da Hrant Dink Barış Ödülü'nden kendini gösterdi. Aklı başında adamlar olduğunu düşündüğüm/bildiğim insanlar "Liboşlar sosyalistleri alt etti", "Siz ödülü İlhan Selçuk'a verin de rahatlayın" gibi akıl-mantık almayan saçmasapan hesaplaşma argümanlarına girdiler. Çünkü, Ahmet Altan da pozisyonu uyarınca, kimi insanlar adına "eleştirilemez" bir mertebede.

Bizim siyaset edebimizde kar/zarar analizi, toplumsal etkiler, analitik prensipler yok. Bizde manevi değerler, kişi kültleri, karşı tarafı yenerek iktidar sağlama gibi mantıksızlıklar var. Hal böyle olunca, Hrant Dink'i ele geçirme savaşında yenildiğini düşünenler saldırıya, kazandığını düşünenler de karşı saldırıya geçiyorlar.

Bu işin normali nedir? Ödül Ahmet Altan'a verilince herkesin yorum yapma hakkı var tabii. Ama buradan bir polemik malzemesi yaratmak, bir "son kale zapt edildi" havalarına girmek, ödülü Ahmet Altan'ın almasını kendi tarafı adına ilahi bir zafer simgesi olarak görmek, en hafif tabiri kullanıyorum, saçmalığın daniskasıdır. Daha ağır tabir isteyenler kişisel mesajla ulaşabilirler.

İşin en acı yanı da, bugün bu polemiği yaratanlar, yarın siyaset konusunda gene manevi değerlerini, kültlerini, vicdanlarını satmaya devam edecekler, siyaset zemini bu tür objeleştirme/metalaştırmalar üzerinden devam edecek, ve sonra diyecekler ki "Kürt sorunu tabii çözülmez." "X tabii ki yargılanır." Dön baba dönelim.

Benim fikrim mi? Kaç senedir ısrarla bekliyorum ki birileri "Terörle Mücadele Kanunu değişmeli/kaldırılmalı" yazsın anaakım medyada. Mitolojik "yeni Anayasa"yı bırakıp ona değinen yok. Ben kendi barış ödülümü, bu konunun ısrarcısı olma cesaretini kendisinde görebilen ilk kişiye vereceğim. Şu an en yakın aday Kürşat Bumin ve Yıldırım Türker.

Buyrun, yarışın.


Ekleme: Sevgili Çiğdem Mater uyardı, ödülün adı "Barış Ödülü" değil, "Uluslararası Hrant Dink Ödülü" imiş. İşin komiği, ben "Barış Ödülü" tanımlamasını Taraf Gazetesi'nden, yani ödülü alan insanın Genel Yayın Yönetmeni olduğu gazeteden aldım. 


C'est la vie.

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Yeni başlayanlar için Sivas ve Cumhuriyet Üniversitesi (3/3)

Sivas Cumhuriyet Üniversitesi nasıl bir yer?

(26 Temmuz 2011 tarihinde yazılıp 1 ay rötarlı gelen bu yazı için özür dilerim sevgili işkembeseverler..)

17:10:38 -- 16 hours 30 mins ago

Şu sıralar üniversite tercihlerinin de yapıldığını düşünerek, bu bölümü fazla bile geciktirdim, ama yine de yetiştiğimi umuyorum.

Yazının önceki bölümlerinde (bölüm 1 ve bölüm 2) bahsettiğim üzere 6 aylığına üniversitede geçici olarak çalışmaya gelmiştim bir proje için. Yarın dönüyorum. Mutluluğumu tarif edemem!

Ankara’da lisans ve yüksek lisans olmak üzere toplam 8 yıl “öğrencicilik” oynadım ve hala da oynuyorum. Çok insana göre Ankara çok sıkıcı olsa da, hiçbir şey olmasa bile barındırdığı öğrenci kalabalığı ve öğrencilik kültürü nedeniyle bence gayet keyifli bir yer öğrencilik için. Öğrencilerin rahat yaşayabileceği semtler, bir sürü topluluk, kafeler-barlar, sinema, tiyatro vs. Ne ararsan var (neredeyse...). Tabii ki bunların hepsinden önce güzel, öğrencileri birlikte zaman geçirmeye teşvik eden ve yaşamaya elverişli kampüsler.


Kampüsün ana girişilerinden birisi. Tabelalar bize bir şey anlatmaya çalışıyor olmalı?

“Cumhuriyet Üniversitesi’nin nesi eksik?” sorusuna verilebilecek çok fazla yanıt var. Hatta CÜ’ye sormuşlar “neren eksik?” diye, “nerem tam ki?” demiş.

İlk geldiğim zaman, daha ilk gün veya ilk haftanın içinde bir zaman... Akşam mesai bitti, dedim otele dönmeden bir şeyler alayım yiyecek içecek meyve sebze konserve bilmem ne. Biraz gezindim, kampüs içinde ufak bir market kılıklı bir yer aradım. Biraz daha aradım. Sonra dayanamayıp iki gence sordum; mavi ekran. “Market ne arasın abi kampüsün içinde?” dediler. Kampüsün bir “yaşam alanı” değil de, sabah gelinip, ilk fırsatta gidilecek bir yer olduğu sinyalini ilk o zaman aldım. En fazla Tıp Fakültesi’nin kantini var, ama o da 30 binden fazla öğrencisi olan ve kampüs içinde kalan yüzlerce, belki binlerce öğrenci için fazlasıyla yetersiz.


Vahşi Doğu'da bir hayalet çarşı - 1

Kampüs içinde böyle oturulup keyif yapılacak bir “çarşı” gibi bir yer de yok. Birbirinden bağımsız birkaç kafe/kantin var. Oturulabilecek en geniş kapalı alan, Merkezi Kafeterya denen yemekhane binası. Okul döneminde hava dışarıda oturmaya elverişli olursa ne ala, değilse bitti gitti.


Vahşi Doğu'da bir hayalet çarşı - 2

“Sivas” bölümünde de bahsettiğim gibi, kampüse çalışan 2 otobüs hattı var; TOKİ ve İstasyon (Mecburiyet) Caddesi. Sırf üniversiteye değil, hastaneye de epey yolcu taşıyor bu otobüsler. Ağzına kadar dolu oluyor okul döneminde. İkinci öğretim de olduğu için, hem sabah hem akşam her iki yöne de kalabalık oluyor. Öğrenci biletine zam geldi ve 6 km’lik yol 1 TL oldu.

Kampüsün önemli eksiklerinden birisi, tıp fakültesinden ayrı olmaması. Her ne kadar zaman zaman üniversitenin dünyadan kopuk olmasını eleştirsem de, burada gerçekten dünyadan kopuk olmasının daha hayırlı olacağını düşünüyorum. Öğrencilerin kendini daha özgür hissedebileceği, tamamen öğrencilere ait bir alan yok çünkü, burası de şehrin başka herhangi bir yeri gibi. Aynı hissiyatı hep Hacettepe’nin merkez kampüsünde de yaşardım mesela. Bu tamamen benim kişisel görüşüm, düşüncem.


Vahşi Doğu'da bir hayalet çarşı - 3 (Aslında çok da eski olmadığı belli olan bir tükan)

Kampüste yer bol, oldukça büyük bir kampüs. İçinden de Kızılırmak geçiyor mesela, ama bunun hiçbir anlamı yok. Bir gölet var ayrıca seyirlik, ama şu an harabe halinde. Kampüsteki diğer pek çok şey gibi... Demin bahsettiğim çarşı ayarında bir yer zamanında varmış, şu an döküntü.


Ne bu? Aslında bir gölet ve göletin ortasındaki deniz kızı heykeli. Şimdinin bataklığı...

Benim kaldığım uygulama oteli, kampüsün merkezine yaklaşık 2 km mesafede. Bu esnada adı uygulama oteli, ama turizm bölümü olmadığı için uygulaması yok. Yarı yurt, yarı misafirhane olarak işletiliyor. Sene içinde her saat başı kampüs içi ring var. Ama yaz okulunda sadece sabah ve akşam birer servisin olduğu, kışın da domuz inen, izole bir tepe.



Öğrenciler ne diyor?

Burada geçirdiğim süre boyunca on kadar öğrenciyle de oturup sohbet etme fırsatı buldum. Hem üniversiteyi diğer bildikleri üniversitelerle, hem de şehri yaşadıkları yerlerle karşılaştırıyorlar doğal olarak. Ama ne yazık ki bu karşılaştırmalarda Sivas’ın bir adım önde olduğuna hiç denk gelmedim. Diyarbakır’la karşılaştıran “Diyarbakır buradan 4 gömlek üstün, hiç olmazsa içen içer, kimse kimseye karışmaz.” diyor, Konyalı bir genç “Selçuk Üniversitesi de burayla aynı yaşta, ama fersah fersah ileride.” diyor. Çorum’da yaşayan bir başka genç “Çorum bile buradan iyi abi, valla bak.” diyor. İç Anadolu’nun biraz daha dışına çıkıp daha az tutucu yerlerden gelenler için durum hepten üzücü. Öğrencilerin içinde bırakıp gitmeyi, yatay geçiş yapmayı, tekrar sınava girmeyi düşünenler çok fazla.

“Okulda hiçbir şey yok, şehirde hiçbir şey yok. Herkes sıkıntıdan patlıyor, kimse bir şey yapmıyor. Canlı müzik diye dandik müzik çalan bir yere gidip de iki halay çekince insanlar “off, acayip eğlendik!” diye kendilerini kandırıyor.”

“Eğlence mekânı” kavramı zaten yok. Kadınlı-erkekli oturulup muhabbet edip içilebilecek bir ya da iki mekân olduğunu söylüyorlar. Geldiğim ilk ay içinde içimi en burkan ayrıntılardan biriyle otelde karşılaşmıştım. Bahsettiğim izole tepede neyse ki birkaç sokak lambası var. Dışarıdan bir müzik sesi duydum böyle vızıltı gibi. Cep telefonundan gelen bir ses. Sonra kafamı camdan çıkarıp bakınca sokak lambasının altında dans eden 3 genç kız görmek çok acayipti. Bir süre dans ettiler, sonra yağmur başlayınca şanslarına küsüp içeri girdiler.

Havuz var kampüste. En ilginç şey bu. Ama onu da kullanan yok. Çok az insan gelip gidiyor. Her ne kadar ben havuz/deniz sevdalısı bir insan olmasam da çok enteresan geliyor bu bana! Bu esnada havuz saatleri üçe ayrılıyor: kadın-erkek-aile. Program: http://sks.cumhuriyet.edu.tr/webres/Havuz/havuz__programi.pdf

Yaz okulu, ben gitmediğim halde bana bile zulüm oldu, ki öğrencilerin halini varın siz düşünün. Mayıs civarı servis şoförü gençlere nasihat ediyordu “Ne yapın edin geçin derslerinizi, yaz okuluna kalmayın, pişman olursunuz.” diye. Kalanlar pişman oldu, evet. Zaten bir şey olmayan kampüste yazın insan da yok, yemek doğru düzgün yok, servis yok. Yok da yok...

KYK yurtlarına bir şekilde yerleşemezseniz, alternatif olarak ev tutarım derseniz, Zeus kolaylık versin. Öğrencilerin en çok şikayet ettiği şeylerden biri de yobazlığın paragözlükle harmanlandığı zihniyet. Özel yurtlarda, özellikle genç kadınlar için kurallar fazla katı. Erkekler için de büyük ölçüde öyle. Ev tutmaya kalkarsanız da yine öğrencilerin dediğine göre “Öğrenci olduğunuzu anladıkları anda düdüklemeye çalışıyorlar.”. Mesela bir evin kirası 400 TL mi? Siz paranız olmadığı için o evde 4 kişi kalmak istiyorsunuz. O zaman hemen kelle hesabı giriyor ve evin hesabı belki 600, belki 800 TL’ye fırlayıveriyor. Daha fazla insan demek daha fazla yük demek. Ev çok yakar öyle olunca, ev sahipleri de haklı tabii...

Bir başka alternatif de –ki alternatiflerin en acısı- tarikat evleri. Gani gani bulabileceğiniz bu evlerin de türlüleri var. Yurt gibi olup aylık kişi başı 200-250 TL verdiğiniz, bütün ihtiyaçlarınızın karşılandığı evler var mesela. Ufak bir hesap yapıp 4 kişi kaldığını düşünürseniz böyle bir evde, o 1000 TL’nin nereye gidip nasıl buhar olduğu düşündürücü. Sırf bu şekilde değilmiş ama öğrendiğimiz kadarıyla, ücretsiz olanları da varmış duruma göre.


Kaçışın fotoğrafı. "Gidiyorum bütün taşlar eteğimde..." Yok lan, döktüm rahatladım.

Bunların dışında söyleyecek fazla bir şeyim yok ne yazık ki. Olmasını çok isterdim, ama başka bir şey deneyimlemedim kaldığım sürede. Umuyorum üniversite tercih sonuçlarının sonucunda "Cumhuriyet Üniversitesi" sonucuyla karşılaşıp günlerdir bloga "Cumhuriyet Üniversitesi" aramalarıyla gelen gençler çok daha iyilerini yaşar, daha iyilerini yazarlar..

7 Ağustos 2011 Pazar

Atina-Oropos – İlk izlenimler

(5 Ağustos 2011)

Cennet vatan Yunanistan’dan selamlar sevgili İşkembeseverler! N’oldu? Böyle deyince beğenmeyenler için söylüyorum, gelin görün ondan sonra konuşun allasen.

Geçtiğimiz Çarşamba Sivas’tan Ankara’ya dönmüştüm, sonra dün itibariyle de Oropos’a ulaştım. Oropos, Atina’nın 50 km kadar kuzeyinde, otobüsle 4,80 € ve 1 saat karşılığında ulaşılabilen bir sahil kasabası. Buradaki 24 saatim henüz doldu, ama kanım kaynadı gayet. Ki düşünün, öyle deniz sevdalısı bir insan falan da değilim.

Oropos’un karşı tarafında boylu boyunca bir sahil şeridi görünüyor ve özellikle gece de tepeden bakıldığında manzara müthiş. Yunanistan’ın en büyük ikinci adası oluyormuş. Buradan oraya geçiş 2,5 €. Çadırım olmasa da, bir şekilde bulup, buradayken 1-2 günümü bisiklete atlayıp karşıya geçerek (deniz bisikleti : p) geçirmek gibi bir niyetim var.

Daha önce sanırsam Natura Horror Vacui Atina’yla ilgili bir yazı yazmıştı. Ben de bu yazıyı hem bir lokma Atina ve Oropos izlenimi, hem de yolculuk rehberi olarak yazayım istedim.

Yolculuk-Vize
Ankara’dan yola çıkıp Oropos’a varmam toplam 36 saatimi aldı. Hepsi yolda geçmedi tabii ki, ama 2 geceyi yolda geçirdim. Öncesinde vize mize...

“Yunanistan’dan Schengen Vizesi nasıl alınır? Vize için x gerekli mi?” gibi sorularınıza yanıt vermeye çalışalım biraz. Hz. Google’a en çok sorulan şeylerden olsa gerek.

Vize için 2 aylık davet mektubum geldi. Yunanistan’dan ekspres postayla 14 günde geldi sanırım. İki Akdeniz arasındaki benzerlik... Oradan postaya vereceksin, ama vermeden önce bir yemek. Sonra üstüne belki sigara, sonra kahve... Postacı kalkacak, o sıcakta dolaşıp yerine götürecek, bir soluklanacak, su ikram edilecek, iki muhabbet edip aile üyelerinin halini hatrını soracak, sonra oradan bizim tarafa gelecek, memur dayılar yerinden kıpırdayacak edecek, öğle paydosuydu bilmem neydi derken... Neyse, 14 gün, ekspres. Beklemedim haliyle ve faks çekmelerini istedim, onunla başvurdum, gayet de işimi gördü. “Hanimiş orijinali?” demediler.

Vizeye başvurmaya gittiğimde evraklarım tamamdı. Schengen formunun bir .doc dosyası var büyükelçiliğin sitesinde, yazım yivrenç olduğu için bilgisayarda doldurdum, sorun çıkmadı. Neden 2 ay istediğimi sordular, açıkladım. Banka hesabında 1.200 TL gösterdim. Çok girişli istemiştim, nedenini sordular, “tezim için bir gelmem gerekebilir” deyince 2 girişli vermişler. Ayrıca 2 Ağustos’ta başvurdum, 4 Ağustos-4 Ekim arasında istedim, aynen öyle verdiler, ertesi gün de aldım pasaportumu yola koyuldum. 1 günde çıktı yani, ama önceden de Schengen vizesi almıştım zaten, o da kolaylaştırmıştır mutlaka. Daha öncekinde Euro olarak götürmüştüm parayı, bu sefer de öyle yaptım. Dayı “144 TL lutfen” deyince kaynar sular dökülüverdi. “Efendim?” dedim, tekrarladı. “Yok, bozdurup gelsem olur mu?” dedim, tamam deyince “60 Euro karşılığı mı o?” dedim, “beyefendi benim ağzımdan Euro diye bir şey çıkmadı, 144 TL” diye fırçamı yedim, koştur koştur gittim bozdurmaya. Bu da böyle bir anım, aklınızda bulunsun.

Bu esnada sabah 8’de büyükelçilik önündeydim, birinci sırada girdim içeri. Ertesi sabah da gidip pasaportumu aldım vizemle birlikte. 9.30’da açılıyor, çok da erken gitmenize gerek yok yani.

Gelelim yol sorularına. “Türkiye-Yunanistan deniz yolu” araması yaptım epey bir. Alternatifler var. Ayvalık-Midilli (Mytilini)-Pire veya Çeşme-Sakız (Chios)-Pire en mantıklıları. Çeşme’yi kullandım ben. Ankara’dan Pamukkale’ye atlayıp, 9.30 saatlik yolun ardından Çeşme’ye vardım. Sakız Adası’na geçen feribotların epey bir kısmı –sanırım tek yön- 25 €. Bir de Ege Birlik var, ki hafta içi tek yön 7, gidiş dönüş 11 €. (Biletinizi internetten satın aldıktan sonra, feribotun kalkışından önce limandaki ofisine uğrayıp check-in damgası vurdurmanız gerekiyor). Fiyat farkının nedenini sordum, diğer şirketler Çeşme kökenliymiş zaten, Ege Birlik’in sahibi İzmirli bir iş adamı olduğu için promosyon babında böyle bir kıyak yapıyorlarmış. Ama tek neden o olmasa gerek, zira feribot da her an yolda kalıverecekmiş gibi geldi yol boyunca, yalanım yok. O kadarcık paraya yerime vardım mı, vardım. Sorun yok.


Çeşme Limanı’nda bisikletten korkan insanlar

Sakız Adası’na geçtiğimde saat sabah 10’u geçiyordu, feribota kadar yaklaşık 12 saatim vardı. Güneş hepten tepeye çıkmadan ben bisikletle tepeye tırmandım, güzel bir çardak bulup hem orada bir şeyler yedim, hem dinlendim, müziğimi dinleyip kestirdim (Bu vesileyle 3 gündür beni yollarda yalnız komayan Melis Danişmend’e çok teşekkür ederim! Hastasınım Melis! Anahtar Sözcük, Büyük Kaçış, Kettle, Ucuz... Hepsi mikkembel adeta. Akustik gitar, piyano ve güzel bir ses arzu edenlere çok fena tavsiye ederim.) . O civarda her nevi yaşamsal ihtiyacımı giderdikten sonra, tekrar aşağı doğru inmeye başladım. Yaklaşık 3 km bir yol tırmanmışım. Adanın biraz da öbür tarafına gittim. Ülkenin en büyük beşinci adası olduğu için, -Bozcaada’yı görmedim, karşılaştıramıyorum ama- bizim Büyükada, kendisinin yavrusu gibi kalıyor. Dolayısıyla alıp başımı gideyim diyemiyorsun fazla. Zaten güneş, 20 kilo kadar yük ve yol yorgunluğu izin vermezdi. Ben de orada limanda bir internet cafe ve bir başka cafenin keyfini çıkardım. Oh mis!


Sakız Adası’nın tepesinden bir görüntü. Karşı taraf Çeşme.

Sivas’tan Sakız Adası’na geçince kültür şokuna girdim bu esnada. Limana bir indim, etraf mobilet üstünde yarı çıplak kadın kaynıyor! Dedim “bre zındıklar, yanacaksınız!” ama hepimiz kompil yanıyorduk zaten cayır cayır gavur gibi. Beynim pişti. Saçımı da kazımıştım, kafam acıdı adeta yanmaktan. Kask bile fayda etmedi.


Batının ahlâksızlığı.

Sakız Adası’na sabah 9.30’da veya akşam 18.00’de geçilebilir. Oradan Pire’ye hareket eden seferler gece 22.00 ve 00.00’da sanıyorum. Ben 22.00’yi (Nel Lines) tercih ettim, zira 8.5 saat kadar sürüyor ve diğerinden (Hellenic Seaways) daha ucuz. Diğeri 6 saat kadar sürüyor ama kalkış zamanlarının farkından dolayı yaklaşık olarak aynı sürede varıyorlar. Nel Lines biletini Maskot Turizm satıyor. Bileti satın aldıktan sonra, Sakız Adası’nda check-in gerektirmiyor. İçerideki pulman koltuklar hizmet bedeli dahil 36 €, plastik güverte koltukları 33 €. Zaten mülteci gemisi gibi, herkes yerlerde yatıyor, dolayısıyla kamaralardan almadığınız sürece, bileti bu ikisinin hangisinden aldığınız çok fark etmez. Ben her ihtimale karşı pulman aldım, ama koltuğuma bir kere yerini görmek için gittim, onun dışında güvertede oturdum bir süre. Sonra da yere uyku tulumumu serip, sızdım. Açık havada uyumaya zaten bayılıyorum, püfür püfür mis gibi oldu.


Çeşme-Pire feribotunda iki ayrı katta çalıp söyleyen iki ayrı gruptan biri.

Güvenlik açısından kaygılananlar olabilir –benim gibi- ama herkes zaten deli gibi yüklü olduğu için kimse kimsenin çantasına ıvırına zıvırına bulaşacak halde değil gibi geldi bana. Değerli şeylerimi koyduğum çantamı kafamın altına yastık niyetine aldım, diğeri zaten üst baş kitap falan dolu. Cüzdan da uyku tulumunun içinde kaldığı için görece rahat uyudum. Ki, sabah bir uyandım, güvertede bir tek ben kalmışım, herkes kalkmış gitmiş. Birileri çantamı alsa gitse ruhum duymazdı. Bir dahakine saat kursam iyi olur. Bisikletimi de aşağıya bağlamıştım, onu da sağ salim aldım.

Pire (Piraeus) Limanı’na inince etrafıma baktım ve çok açık söylüyorum, bu kadar çirkin bir ilk görüntü beklemiyordum. Yalebbim ne kadar çirkin yaratmış orayı! Gerçi liman yani, ne bekliyorum... Ama gerçekten çirkin. Neyse, 8 kere çirkin dedikten sonra geçebilirim burayı. Ama bir saniye; Limandan Atina merkezine giderkenki yol da fazlasıyla çirkin. Ankarasal kavramlarla ifade edecek olursak, yol böyle Dışkapı-İskitler civarı gibi. Yarısı oto galeri, diğer yarısı tamirci mamirci ıvır zıvır. Pire-Atina arasındaki 10 km civarı olan esas yol bu şekilde yani. Alternatif rotaları bilmiyorum.

Limandan yola koyuldum, hedefim Oropos otobüslerinin olduğu nokta. Şehir merkezini gösteren Aθina tabelalarını takip etmeye çalıştım. Oysaki önceden dersimi de çalışmıştım Google Maps’ten, çıkarmıştım haritayı ama yardım gerekti.

Trafikta bol miktarda “iki teker” olduğu için hem sürücüler daha alışık, hem de her ne kadar “şöyle benzeriz Yunanlarla böyle de aynı sudan içmişiz biz” deseler de, gerçekten çok daha medeniler. Korna çalmıyorlar her saniye ve “bisiklete-motorsiklete” de araç muamelesi yapıyorlar. Dolayısıyla trafikta hiç zorlanmadım Oropos otobüsüne kadar. Genelde 15-20 km arası bir hızda gittim yüklü olduğum için, yoksa oldukça düz bir yol, rakım fazla değişmiyor. Hiç tahmin etmezken bir anda bir yerden fırlayan köpekle bir süre paralel koşu yaptık ve o koşunun sonunda itin oğlu pes ettiğinde kendimi üçüncü şeritte ve 34 km hızda buldum. Yokuş indiğim zaman dışında o yükle ilk defa 25 km’yi aşmıştım. Hala hayattım ama, itoğlu it!

3 kişiye yol sordum, İngilizce bildikleri kadarıyla yardımcı oldular sağ olsunlar. Haritaya da bakmış olduğum için gayet rahat buldum yolumu. Ama Hani bizim Eskişehir Yolu’nda veya ne bileyim Meşrutiyet’te öyle kabak gibi caddenin/bulvarın adı yazmıyor ya, burada da yaşadım o sıkıntıyı. Atina’ya gittiğini gösteren tabela göremiyorsun bazı belirsiz yol ayrımlarında ve inisiyatif kullanmak durumunda kalıyorsun. Neyse ki iyi kullanmışım o inisiyatifleri.

Yolun özeti:
Ankara-Çeşme: Pamukkale Turizm, 50 TL, 9.5 saat. Bisiklete gıklarını çıkarmayıp, inince çok da yardımcı oldular, Zeus razı olsun.

Çeşme-Sakız: Ege Birlik, 7 €, 1 saat. Bisiklet zaten ücretsiz, ofisteki hatun da pek yardımcı, çok sevimli. Promosyon süresinde bence kaçırmayın.

Sakız-Pire: Nel Lines, pulman 36 €, 8 saat. Sanırım 8 saat yani. Ben uyandığımda 8.30 olup her yer boşalmıştı, dolayısıyla bilmiyorum. Ama gayet rahat gittim.


Oropos’un yolları taştan


Oropos otobüsüne binerken çok kaygılandım. Travego işliyor Atina-Oropos arasında ve “ya muavin sorun çıkarırsa” hissiyle gittim otobüse. Ama zaten kimse sallamıyor, bagaj kapağı otomatik açılıyor, içeri dolduruyorsun varını yoğunu. Çoğunluğu Hintli/Pakistanlı olan bir kalabalık işporta tezgahlarını koyuyor. Epey mülteci varmış, ben şaşırmıştım. Çiftçi ve işportacı olarak çalışıyorlar.

Atina-Oropos arası 50-55 km olduğu için bisikletle gitmeyi düşünmüştüm, ama iyi ki beni buraya davet eden arkadaş “tavsiye etmem” demiş. Zira 55 km olan yolda hem 400 metreye tırmanmak gerekiyor, hem de yolun bir kısmı girişimizin yasak olduğu otoban. Eğer ki kısa olan yolu tercih edersem de 600 metreye tırmanmam gerekiyor ve dağ yolu. O çantalarla ve o yorgunlukla cesaret edemedim. İyi ki de etmemişim, 1 saatte vardım otobüsle Oropos’a. Otobüs Havaş gibi, biniyorsun Skala Oropou otobüsüne, birisi hareket ettikten epey sonra gelip bilet kesiyor.



Akdeniz Mutfağı


İşte böyle sevgili İşkembefilitzkiler. Yazımı leziz bir şekilde bitireyim dedim. Kokoreçleri de var, “kokoretzi” diyorlar ve bizimkinden daha mı sağlıksız bilemedim, anlatayım siz karar verin. Bildiğim kadarıyla bizimkinde yediğimiz şey, “rulo şeklinde sarılıp iç yağıyla birlikte pişirilmiş ince bağırsak”. Onlar ince bağırsağı ak/karaciğer ve başka sakatatın üstüne sararak rulo yapıyormuş. Tabii ki yiyeceğim, yediğimde ayrıca rapor ederim.

Mayıs sonunda beden kitle endeksimle ilgili hepten kaygılanıp, nefes alamaz hale de geldiğim için zayıflama niyetine girdim ve son 2.5 aydır toplam 7 kilo kadar verdim. Buraya gelirken de “Sivas’ta hamur ve etle beslendikten sonra Akdeniz mutfağına gidiyorum, oh mis, çok sağlıklı!” diyoridis. Ama arkadaşlar uyardı “bak, Yunanlar da senin benim gibi sefa pezevengi, gelsin mezeler gitsin uzolar şaraplar, aman dikkat” diye. Dün akşam demek istediklerini anladım. 4 Yunan arkadaş ve ben yemeğe gittik, masaya peynirli bir meze, ıspanakgillerden bir şey, kuzu ızgara, patates kızartması, salata ve tatlı niyetine karpuzi ile yoğurt üstü bal+fındık geldi. Bu saydıklarımdan hangi ikisinin masada kaldığını ve hatta hangi birine hiç dokunulmamış olduğunu tahmin etmek isteyen? Ispanakgilin yarısı yendi –ki onu da ben yedim zaten neredeyse-, salataya da hiç dokunulmadı! Onun üstüne etsiz yemek olmayacağına ilişkin muhabbet de gırla zaten. Çok yanlış tanımışım Yunanları çok...

29 Temmuz 2011 Cuma

Neslin batsın...

Yozdil'in bugünkü yazısını görme talihsizliğine pek çok insan erişmiş olsa gerek. Hem taraftarları, hem de karşıtları tarafından çokça paylaşıldı sosyal medyada. Onunla ilgili iki kelam edeyim istiyorum. Aslında neler neler istiyorum da, iki kelam etmekle yetineyim.

Şimdi öncelikle şu paragrafı -ki paragraf demeye de utanıyorum iki satır yazıya- bir okuyalım:

Ermenistan Cumhurbaşkanı, “Ağrı’yı alabilecek miyiz?” diye soran gençlerine, “Bu sizin neslinize bağlı... Benim neslim, üzerine düşen görevi başarıyla yerine getirdi, Karabağ’ı düşmanın elinden aldı, bundan sonrası sizin neslinizin başarısına bağlı” dedi.

En başta, Sarkisyan böyle bir şey dememiş, sadece Hürriyet her zaman yaptığı yanlış bilgilendirme ve tahrik becerisini sergilemiş bir kez daha. Farz edelim ki söylemiş. Veya en azından piyasada böyle bir söz var sonuçta. Bu sözün bir benzerini, benzer bir konseptte Atatürk söylemiş olsaydı... Bunun bayrağını yapıp en önde sallayarak koşan Yozdil olmaz mıydı? "Atatürk'ün gençlere, gelecek nesillere verdiği değer" başlığı altında ders olarak öğretilmez miydi? Yazalım mı hemen bir senaryo:

Gençler - Musul'u alabilecek miyiz?
Atatürk - Benim neslim üzerine düşen görevi başarıyla yerine getirdi, vatanı yok olmaktan kurtardı, bundan sonrası sizin neslinizin başarısına bağlı.

Nasıl? Cuk diye oturdu mu? Bence oturdu. Atatürk'ün karizmaya +10 veren onlarca benzer sözü yok mu bu insanların "vay be..." dediği. Türk şoförünün en asil duygunun insanı olmasını bir kenara bıraksak bile onun dışında hala yüzlercesi var. Bence Milli Güvenlik kitaplarına 3. sıradan giriş yapabilecek bir anekdot oldu.


Benim neslim ise... “Hepimiz Ermeni’yiz” diye sokaklarda yürüdü.

Ya n'olacağıdı? Bir insan Ermeni olduğu için öldürüldüğünde, hepimiz senin gibi acur olacağımıza, tabii ki Hrant gibi Ermeni oluruz, bundan doğal ne var?


Futbol Federasyonu’nun ambleminde Ağrı Dağı bulunan Ermenistan’la milli maç yaptı, Erivan’da milli marşımızın ıslıklanmasını naklen seyretti, sonra ayıp olmasın diye, Bursa’daki maçta Azerbaycan bayraklarını yasakladı.

Futbol Federasyonu'nun ambleminde Ağrı Dağı bulunmasının senin için ne gibi bir sakıncası var? Ermenistan'ın Yılmaz Özdilyan'ı çıkıp "Ay ve yıldızı sahiplenip bayraklarına koymuşlar, bak bak bak!" diyo' mu? Ağrı Dağı neden senin? Ne zamandır senin? Sen nasıl ki "benim lan o, benim sınırlarımın içinde!" diyorsan onlar da "Bizim lan o! Bizim buradan daha güzel görünüyor!" diyor. Evet, resmi olarak öyle olabilir, ama resmiyete bakarsan ben de Müslümanım. Resmiyetin, devletin ıvırın zıvırın ne kadar çakma olduğunu kafan almaz ama.


Adamlar bize günahını bile vermezken, benim neslim Eurovision’da Ermenistan’a 12 tam puan verdi. (Hatta, mümkünse 22 puan verebilir miyiz diye sorduğumuz... Eurovision yöneticilerinin ise, yalakalığın bu kadarı da fazla diye reddettiği iddia edildi.)

Ne demiş ünlü düşünür Bülend Özveren? "Komşuya gitti." Gitsin varsın. Birincisi ona ne, ikincisi sana ne? Kim ne zarar gördü bundan? Senden mi alıp da verdiler 12 puanı? Ben vereyim sana 12 puan derdim ama değmezsin ki lan? Gerçi sen de Ermenistan için düşünüyorsun aynısını değil mi? Yok, aslında sen değse bile vermemekten yanasın, ondan ayrı düşüyoruz. Ben doğrudan senin değmediğini düşünüyorum. Anlayacağın dilden yeterince açık edeyim isterim:

Değ-
mez-
sin...


Benim neslimin gazetecileri... 
Soykırım Anıtı’na çiçek koydu.  Saygı duruşunda bulundu.

Ben de gittim o anıta, benim de tüylerim ürperdi. Çiçek koyamadım belki, saygı duruşunda bulunmadım ama ziyaret ettim. Katlim vacip midir? Söyle de neslinin gençleri beni de kessinler.


Benim neslim, video kliplerinde Atatürk’ün fotoğrafını gösterip “katillll” diye bağıran, Ermeni rock grubu System of a Down için fun kulübü kurdu.

Be terbiyesiz; senin neslin "Yılmaz Özdil fan club" kurmadı mı? Ee? Bunun Ermeni muadili neden ayıp? Ayrıca fun değil, fan. SOAD Türkiye'nin yapmış olduğunu farz ettiği bir soykırım için, Türkiye'nin o dönemki önderine "katil!" diye bağırıyor. Sen ne yapıyorsun? Bütün bir toplumu hedef gösteriyorsun. Neden? Başkanın söylemediği, senin gazetenin g.tünden uydurduğu söz yüzünden.

Çok öfkeliyim a dostlar. Dolayısıyla lafı daha fazla uzatmadan sözü başkalarına bırakmak daha yerinde olacak şu an. Ondan önce Yozdil'i öldürüp hakkını da teslim edeyim ama. Zamanında Hrant Dink'in öldürülmesinin ardından şöyle bir şey demiş, ki altına bu yazı vesilesiyle imzamı atayım. Bozuk takvim gibi yılda bir kere gösterdiğin bu doğruyu bir de kendin göreydin keşke be Yozdil. Keşke zamanında ağzından bu çıkanı kulağı sürekli duysa, kulağında bu yazdıkları çınıl çınıl çınlasa:

"Demek istediğim şu... 
Eğer bu ülkede 'milliyetçilik' tırmanıyorsa... Bu tırmanıştaki en büyük tahrik, 'ağzından çıkanı kulağı duymayan' veya 'dışarıya şirin görünmek için kasıtlı yorumlar yapan' gazetecilere ait."



---
- Yozdil'in nasıl bir yalan üzerine yazısını oturtup nefret saçtığı ve nasıl suçlar işlediği hakkında şöyle bir yazı var. 

- Bir de konu hakkında bianet.org'da yayınlanan bir yazı daha...

- Son olarak da pek tatlı bir blog yazısı daha...

Yeni başlayanlar için Sivas ve Cumhuriyet Üniversitesi (2/3)


1. bölüm için tıklayın.
Cumhuriyet Üniversitesi'nin mevzubahis olduğu 3. bölüm için tıklayın.

Otobüs demişken, İ. Melih'in en son Ankara'nın başına saldığı ABBÖTTAlarla (Ankara Büyükşehir Belediyesi Özel Toplu Taşıma Aracı) sağlanıyor bütün ulaşım. Dünyanın en çirkin midibüsleri ve onların trafik anlamında bir o kadar çirkin şoförlerince. Şehrin toplu taşımasının tek güzel yanı, ücret ödeme sisteminde Ankara'nın çoktan önüne geçmiş olması; tekrar doldurulabilir kartlar kullanılıyor.

Üniversitenin açık olduğu zaman yaklaşık 3-5 dakikada bir 2 farklı hatta kalkan bu midibüsler, yetersiz kalıyor. Yaklaşık olarak kampüs içindeki 3 ya da 4. duraktan sonra içeride nefes alacak yer bile kalmıyor. Ama yine de buna rağmen kimsenin çıtı çıkmıyor arkadaş! Bu nasıl iştir ben anlamıyorum.

O dönemlerde araçların günlük hasılatı 400-500 TL'yi geçiyor. Bu para kimlerin cebine giriyor, bunu da çok merak ediyorum. Masraftı ıvırdı zıvırdı diyorlar, neyin masrafı, hangi masraf allasen? Trafiğin t'sinden haberdar olmayan, yeşil ışıkta bir kere ezilme tehlikesi atlattıktan sonra Ankara'dan daha vahşi bir yerde olduğumu algılamamı sağlayan şoförler. Fena. 

Şeker hastalarıyla çalıştığım için, yemek sık sık konu oluyor. Şekere aldırmayıp "günde 1.5 kilo et yerim diyen!" adam beni en çok şaşırtanlardan. Bir kangal yavrusu kadar et yiyor olsa da, 1.5 m boyu ve 108 kilo ağırlığıyla boydan 3, kilodan 8-10 tane yavru kangal eder kendisi. Ayrıca bana bakıp "sende de göbek var ama sen hantalsın" demiş olması da bambaşka. Lan yanında yavrun gibi kalıyorum be vicdansız! Kangal sucuk! 

Erkekler ete ne kadar düşkünse, kadınlar da hamura bir o kadar düşkün. Çok enteresan. Yani erkekler ete düşkünlüğünü söylüyor, kadınlar hamura. Teyzelerim zaten maşallah hamur gibi. Görüştüğüm yaklaşık 100 kadının en az 85'inin beden kitle indeksi 30'un, o 85'in epey bir kısmının da 40'ın üstünde olduğunu söyleyebilirim. Bu vesileyle bir lokma demografi daha: Memlekette okumak yok, spor/yürüyüş yok, en az 5-6 çocuk var, yoksulluk var. Görüştüğüm kadın hastaların yine en az yarısının okur yazarlığı yok.

Konuya dönelim; et ve hamurun bu kadar popüler olması haliyle pide fırınlarıyla et lokantalarını beraberinde getiriyor. Adım başı pideci görebilirsiniz. Pideci olmayan dükkanlar da zaten ya etçi, ya telefoncu. Ramazan gelse de yesek diye yolu gözlenen pideler burada her gün üretiliyor/tüketiliyor. Etten yana da Sivas'ın kendine has bir "Sivas Köfte"si (çok yaratıcı, evet) varmış. Özellikle baharatsız, et tadını sevenler için çok başarılı. Böyle nasıl anlatsam, safi et! Güzel, ben seviyorum, öneririm. Bir de çok sevip önerebileceğim Gülen Pizza var. Google Maps'ten bakmayın yerine, yanıltıyor. Ama meydanda, Kongre binasının biraz arka tarafında bir yerlerde kalıyor. İncecik, büyük, ucuz ve gayet başarılı pizzalar yapıyor. Demişken, gitmeden yiyeyim bari son kez. Küçük boy 6, orta 9, büyük 13 TL. Küçüğü bile büyük.

Buradaki maceramın başlarının özellikle Mart sonuna denk gelmesi daha fazla Muhsin Yazıcıoğlu'na maruz kalmama neden oldu. Her taraf Yazıcıoğlu'nun görüntüsü, sözleri, şiirleriyle bezeliydi, tam bir kâbustu (Haziran ayında da onun adına bir bisiklet turu düzenlendi)! Yazıcıoğlu'nun Mart-Nisan yoğunluğundan sonra da anlayamadığım bir şekilde otobüs duraklarını Said-i Nursi dizeleri ve görüntüleri kapladı ve son 1-2 aya kadar onlar hep orada kaldı. Kimin neden nasıl hangi parayla bu imkânı bulduğuna dairse en ufak bir ipucu yok.

Belediyenin Gençlik ve Kültür Merkezi Yazıcıoğlu'nu en çok özleyenlerden

Bir de, hemen her gün türlü türlü irticai nitelikli derneğin/örgütün kermesi oluyor. Bu da çok enteresan geldi bana. Arada mutlaka başkaları da vardır ama ne zaman geçsem kermes mekanının önü ve duvarları gül motiflerinden ve Allah'tan geçilmiyor. İyi niyetli naif dini dernekler diye yumuşatamadığım için üzgünüm. Küpe takmam ve şort giymem günahken bunu yapamıyorum.

Bugünkü kermesimiz Sivas Kemal İbni Hümam Vakfı'nın

Madem irtica dedik, Madımak'tan da bahsedelim. Ben geldiğimde yıkılıyordu, 2 Temmuz öncesinde bir kültür merkezi olarak açıldı. Yakanlar ve yananları koyun koyuna andıkları bir yer olarak. Henüz gidip göremedim, ama istiyorum. Bilmiyorum içim kaldırır mı ama deneyeceğim. O gün yarın olabilir hatta.

Dışarıdan hiçbir şey görülemeyen "Bilim ve Kültür Merkezi"; eski Madımak. Birazcık olsun utanıyor olmalılar.

Ekönömi
Şehirde (birkaç Bim ve bir Migros dışında) 2 büyük market var: Marka ve Öncü. İkisinde de alkol yok tabii. Benim tercihim Öncü oluyor, zira meyveni sebzeni seçerek alabildiğin tek yer. Bunların dışında meyve-sebze satan "mini hal"ler var. Bildiğin manav, ama kurumsallaşmış manav zinciri gibi. Ve bunlardan da çok var. 

Burger King ve McDonalds ben buradayken açıldı. Özellikle McDonalds, Türkiye’nin en büyük McDonalds’ı olduğunu iddia ediyor, 6 katlı bir bina. Terası falan da varmış. Benim gelip dünyaları yediğimi haber almış olmalılar! Her ne kadar tüketmekten ısrarla kaçınsam da kütle çekim işte herhal... Ama gerçekten nefis köfte dururken ne gerek vardı, hiç bilmiyorum.

Türkiye'nin en büyüğü. Aferim. Bir leylek kalmıştı gerçekten.

Şehirlerarası ulaşım için treni hiç düşünmeyin. Şehirlerarası otobüs firmalarından da Metro Turizm şehir içi serviste sıkıntı yaşattı, Sivas Huzur Ankara yolunda kaza yaptı, Sivas Tur ise 2 yolculuğumdan birinde bisiklete para istedi. Para istemek şirketin politikası olmaktan ziyade sürücünün çakallığı olduğu için, bu üçünden Sivas Tur'u önermek istiyorum. Umuyorum ki o herife denk gelmeyin. Sivas-Ankara 7, Sivas-Bursa 12, Sivas-İstanbul 15, Sivas-İzmir 15 saat.

Şehrin bence bir artısı, henüz AVM müessesesinin teşrif etmemiş olması. İki ana cadde (birisi tabii ki “Mecburiyet Caddesi”), bir meydan, tamam. Alışveriş için buralar. Onun dışında da yemek bölümü ve oturmalık yer niyetine de gani gani güzel yemekçiler, parklar bahçeler var. Oh mis.

Yemek için Çimen, Mis Kebap veya Özen Kebap genelde önerilenler oluyor. Çimen’de daha çeşitli yemekler var, ben hastasıyım şahsen. Diğerlerinden bir parça daha pahalı gibi, ama 15 TL’ye Çorba, ana yemek, salata, ayran, tatlı ve su menüsü var, ki gayet makul.

Yazının amacı “Sivas’ın tarihi turistik doğal güzellikleri neyin” olmadığı için, bir gezelim görelim bölümüne gerek duymuyorum. Zira dediğim gibi daha çok buradaki 5-6 aylık deneyimimden yola çıkarak bir şeyler yazdım. Zaten herrrhangi bir kent için “of şurası çok süper, mutlaka görün” yazısı zilyon tane bulabilirsiniz.

Bu vesileyle bir de açıklama yapayım; yazıyı tekrar okuyunca ve üstüne düşününce bir garip geldi, zira çok alışılmış bir şey değil “x nasıl bir yerdir yaşamak için?” yazısı ve bu kadar olumsuz görünen şeyin sayılması. Ki, kötüleme amacıyla yazmıyorum ama burada yaşadığım çok fazla olumlu şey yok, yaşamak için keyifli bir yer değil özetle. Hele ki öğrencilik için... Üçüncü bölüm “Cumhuriyet Üniversitesi nasıl bir yer?” olacak.

28 Temmuz 2011 Perşembe

Arşiv Oyunu

Neydi o klişe laf? "Geçmişini bilmeyen geleceğini yönlendiremez.", ya da onun gibi bir şey işte.

Bu lafın bütün beylik niteliğini bir kenara koyarsak, şüphesiz bir gerçekle yüzyüze kalırız ki, o da arşive dalmanın oldukça eğlenceli olduğudur. Çünkü hatalarını örtbas etmeninen büyük erdemlerden sayıldığı bir ülkede, günün beylik laf edenlerinin geçmişte neler yumurtladıklarının, ya da hangi düşünce tarzlarından beslendiklerinin müthiş bir seyirlik değeri vardır.

Elimde Altemur Kılıç adlı nevi şahsına münhasır figürün 15 Eylül 1985 tarihinde Tercüman gazetesine yazdığı "12 Eylül'ün Ezikliği" başlıklı makale var. Bu makalede kullanılan cümlelerin, üslubun yansımalarını bugün sağdan sola çok geniş bir perspektife gözlemlemek mümkün. Buyrun, okuyun, siz karar verin: (ama karar vermenize yardımcı olmak için ben özellikle kaydadeğer gördüğüm yerleri bold eyledim hehe)

"12 Eylül'ün beşinci yıldönümünde, bugün hala sürebilen güven ve huzur ortamının minnettarlığı içinde, bizi bir iç savaşın, bir parçalanmanın eşiğine getirmiş buunan şartları şbretle hatırlamak veya hatırlatmak gerekirken, beş yıl sonra maalesef, adeta bu hareketin ne kadar yerinde oluşunun ve haklılığının müdafaasını bile yapamamak ezikliği içine düşmüş gibiyiz. Biz, 12 Eylül öncesini hatırlattıkça, nerdeyse "Artık kabak tadı verdi" diyecekler. Prensip itibariyle bizim tarafımızda olması gerekenler ve köklü bir düzen değişikliğinden fikir ve maddi bakımından muhakkak zarar görecek olanlar arasında bile, maalesef aynı ezikliğin içine düşmüş olanlar vardır. Daha kötüsü, bazıları da "özgürlükçülük" şanı uğruna "Lenin'in işe yarar budalaları" olarak Türkiye'de gerçek demokrasinin değil kendi Marksist ideolojilerinin hakim olmasına çalışanlara alet olmaktadırlar. Ne acı!


Evet üzerine basarak ifade edeyim: "Bizim taraf", daha doğrusu esas fikirleri itibariyle bizim taraf olması gereken taraf, hür teşebbüs, kurulu düzen, gerçek demokrasi tarafı dağınıktır. Haklılığına ve gerçek memleketseverliğine, Atatürkçülüğüne dayanarak, düzeni korumak hususunda atakta olması gerekirken müdafaada bile değildir; anlaşılmaz bir eziklik içine girmeye başlamıştır. Bırakınız bütü bu tarafı, kurulu düzen tarafıın sağlı sollu bütününü, sağ taraf bile politik bir takım çıkar hesapları ve oyunları yüzünden parçalanmış haldedir.


Buna karşılık, rejimin düşmanları kararlı ve sistemli olarak, ataktadırlar. 12 Eylül'de kursaklarında kalan hevesi, bu sefer behemehal tatmin etmek için ataktadırlar. Bunu kitaplarının, dergilerinin, demeçlerinin satırları arasında değil, bizatihi açık satırlarından, şimdiye kadar başardıklarından sezmemek, görmemek mümkün değildir.


Bu başarının iki delili yukarıda da söylediğimiz gibi, 12 Eylül'ü maksatlı bir tartışma ortamına çekmeye muvaffak olmalarıdır. Biz bu filmi daha evvelce görmüştük. Nitekim, Pişmanlık Kanunu'ndan istifade edenlerin biri, itiraflarında kendisine teröre katılmanın rahatlığını veren faktörlerden başlıcası olarak 12 Mart'ın ve 12 Martçılar'ın düşştükleri durumu göstermiştir.


İkinci büyük başarıları, bugünkü idareyi türlü dedikodularla, efsanelerle aşındırmak hususunda olmuştu. Bu efsanelerden en önemlisi Atatürkçülüğe karşı bir Türk-İslam sentezinin ve kadrosunun hakim kılınmaya çalıştığı efsanesidir ki, bu efsane maalesef gerçek Atatürkçüler arasında da yaygınlaşmaktadır. Bu konuya, tekrarlana tekrarlana adeta gerçekmiş gibi yerleşmekte olan ve maalesef doğru dürüst karşı müdafaası yapılmayan bu efsaneye ilerde geniş bir şekilde temas etmek istiyorum. Ancak şunu söylemeliyim ki, onların yakıştırmaları, yani hakikatleri tahrifleri karşısındaki müdafaamızda milliyetçiliğin manevi ve milli köklerimize bağlılığında ezikliğe düşmenin gereğini görmüyoruz.


Karşımızdakilerin çok sistemli olarak şimdi yürütmekte oldukları kampanyanın, daha doğrusu kampanyaların, tehlikeli ve hainane bir maksadı vardır: Genellikle Silahlı Kuvvetlerimizin, özellikle 12 Eylül'ü yapanların itibarlarını sarsmak. Geniş kapsamlı ve devlete karşı işlenen suçları da ihtiva edecek bir af, sıkıyönetimin görevden uzaklaştırdıklarının "ince hukuk" anlayışı ile eski görevlerine iadesi, düzen bozucu ve terörist kadroların takviyesini ve yeniden cesaret bulmalarını sağlayacaktır. Fakat daha kötüsü bu kampanyaların başarısı 12 Eylül'ün haklılığına vurulmuş bir darbe olacaktır. Kellelerini koltuklarına alıp hepimiz uğruna bir mücadele vermiş olanlar en azından "Bunca mücadeleyi niçin yaptık?" diye soracaklardır. 


Ve evet, bütün bu gelişmeler karşısında biz müdafaa halinde bile değiliz; anlaşılmaz bir eziklik, hatta uyuşukluk içerisindeyiz.


Allah encamımızı hayreylesin!"


Kılıç'ın bu bir tek köşeyazısında, Aközgillerin sol karşıtı dilinden ordunun yıpratılması geyiklerine, eleştiri yapmanın "maksatlı bir yıpratma hareketi içinde bulunmaktan ötürü teröristlik delaleti olması"ndan (ki biliyorsunuz bu günümüzde post-Ergenekon süreci olarak niteleniyor) "bizim taraf kesinlikle gerçek demokrasi getirecek" iknasına, gerçek Atatürkçülük ve Türk-İslam sentezi kavramlarının mükemmel kullanımlarına rastlamak mümkün.

12 Eylül zihniyetinin bu en çıplak ve konsantre haline bakıp, bugün rejim ile yüzleşme dilinin nasıl teşkil olduğuna bakmak, şüphesiz ki kimimizi biraz kolundan bacağından tutup silkeleme sürecine katkıda bulunacaktır.

Allah encamımızı hayreylesin.