2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com
ekim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ekim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mart 2012 Cuma

Dikkat, örgütsel doküman çıkabilir!

Daha siz veya bir yakınınız TMK kapsamında tutuklanmadınız mı? “Yoksa muhalif değil miyim yahu?” diye kendinizden şüphelenmeye mi başladınız? Hiç meraklanmayın, çembere dahil olmanız an meselesi. Mesela ben, son aylarda yeni bir sıfat edindim: artık evi de polis tarafından aranmış bir 'tutuklu öğrenci yakını'yım. Ne yalan söyleyeyim, insan evinin her odasının emniyet güçlerince aranarak güvenliğinin sağlandığını bilince gerçekten çok rahatlıyor. Bir yandan da kitaplığının ve odasının düzenine aşırı düşkün birisi olarak, nelerin emniyet güçlerimiz tarafından özel bir dikkatle arandığını yakinen görme fırsatım oldu. Hangi kitaplara, dergilere ellenmiş, hangisi yerinden çıkarılıp bakılmış, hangisi bakılmaya değer görülmemiş de hiç dokunulmamış, bir bir inceledim. Bu vesileyle, sorumlu bir vatandaş olarak, sizlere evde aranabilecek, 'şüpheli' kitap, yazar ve dokümanlardan bir seçki sunmayı borç bilirim:

- Kitaplıktaki Lenin ve Marks tarafından yazılmış 6-7 adet kitabın tümü, Sol Yayınları'ndan (Ah bu sakallılar yok mu, bütün şerrin kaynağı onlar...)

- Komünist Enternasyonalde Faşizmin Tahlili - Lewerenz (Yine Sol Yayınları'nın epey eski bir basımı, içinde 1970'lerden kalma örgütsel doküman olabilir, ben de olsam kontrol ederdim tabii.)

- Türkiye'de Siyasal Gelişmeler ve Sosyalistler - Toplumsal Araştırmalar Vakfı Panel Dizisi (Sosyalistler, gelişme, toplum... hmmm... bence de sakat. Gelişip gelişip topluma zarar vermesin bunlar sakın?)

- İdeolojinin Yüce Nesnesi - Slavoj Zizek ('İdeoloji' filan diyen bir ecnebi, kökü dışarda…)

- Bir İdeolojik Seferberlik Deneyimi: Halk Evleri - Sefa Şimşek (Ben size bir daha ideoloji denmeyecek demedim mi!)

- ÖDP'nin Kimliği - Doğu Perinçek (ÖDP'li mi İP'li mi acaba arkadaş diye düşündürebilir. Neyse farketmez, her halükarda büyüyünce örgüt üyesi olur bu.)

- Nazım Hikmet'in Şiiri - Afşar Timuçin (Amirim, ortak bir noktamız olduğuna sevindim. Ben de şiir severim.)

- 62 Tavşanı ve Makiler- Sunay Akın (İçimdeki şiir aşkı bambaşka - İmza: polis teşkilatı?)

- Mayakovski - S. Vladimirov ve D. Moldavski (Bu kadar Rus'un adını bir arada görsem ben de işkillenirim. Şiir sevmek de bir yere kadar...)

- Kasabanın En Güzel Kızı - Charles Bukowski (Eh, soyadı Bukowski olunca Rus diye arada kaynaması normal bence.)

- Ekonomi Üzerine Hemen Her Şey (Valla bundaki şüphe unsurunu ben de anlayamadım. Ama itiraf ediyorum, kitabın kapağı kırmızıydı…)

- Gen Bencildir - Dawkins (Bunu anladım tabii ama anlamazdan geldim.)

- Agatha Christie çoğunlukta olmak üzere İngilizce ve Almanca birçok polisiye roman (Polisiye=polis=polise mukavemet? Yabancı dil=Türkçe olmayan herhangi bir şey=Türklüğe hakaret? Bence ikisi birden.)

- Avrupa'da Devrimler: 1492-1992 - Charles Tilly (Eeee, o kadar konuştuk, daha bir kere devrim demedik, olur mu hiç?)

Veeeee, gelelim kesin suç deliline:

- Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Bunu karıştırırken bir yerinde 'ifade özgürlüğü' ile ilgili bir madde gördünüz mü memur bey? Ben hayal meyal hatırlıyor gibiyim de...)

Öğrenciyse, at sepete...

Adettendir, köşe yazarları arada bir 'bu memlekette iyi şeyler de oluyor' konulu yazılar kaleme alırlar. Herhalde her şeyin sürekli kötüye gitmesine alıştığımızdan, biz de bu yazıları neşeyle takip eder, yaşadığımız ülkeyle gurur duymak için önümüze çıkan ender fırsatları değerlendiririz. İşte ben de bugün köşe yazarlarına özendim: Türkiye'de güzel şeyler de oluyor!

Mesela, hepimizin bildiği gibi tutuklu veya tutuklu yakını olmak artık iyice kolaylaştı. Hele de bir üniversite kazandıysanız, hiçbir şey yapmanıza gerek yok, sadece gidip okul kaydınızı yaptırın ve tutuklanma sıranızı bekleyin. Güvenlik güçlerimiz, sizin tam teşekküllü bir cezaevine konularak güvenliğinizin sağlanması için gerekli bütün dokümanları temin edecektir. Eğer cezaevine giriş için doküman eksiğiniz varsa, bu konuda da sizlere sonsuz kolaylıklar sunuluyor: mesela eksikleri telefon yoluyla tamamlamak mümkün. Eşinizle dostunuzla yaptığınız telefon görüşmelerini sizler için dinleyen yetkililer, güvenliğinizi tehdit eden unsurları anında tespit edip cezaevi giriş evraklarınızı düzenliyorlar. O da olmadı kitap, dergi, afiş, poşu, şemsiye, boş soda şişesi gibi delillerin teminiyle size yardımcı oluyorlar.

Bu ve benzeri yollarla ulaşılmış ve tutuklanarak güvenliği sağlanmış öğrenci sayısı şu an 600 kadar. Neler yapmış peki bu çocuklar? Mesela Cihan Kırmızıgül, poşu takmak suretiyle büyük bir suç işlediği düşünülerek tutuklanmış bir öğrenci. Davası yaklaşık 2 yıldır devam ediyor, savcının tahliye talebine rağmen hakimler tutukluluğunun devamına karar veriyorlar. Mesela Ali Deniz Kılıç ve Baran Nayır, basın açıklaması yapmak istemişler, 2 yıldır tutuklular. 20 Aralık'ta yakınları tahliye beklerken, duruşmaları bir kez daha ertelenerek nisan ayına atılıyor ve tutuklu yargılanmalarının devamına karar veriliyor. Mesela Şeyma Özcan, staj başvurusu yapmak üzere bir avukatla görüştüğü için evinden apar topar yapılan bir baskınla alınıp, terör örgütü elemanı olma şüphesiyle tutuklanıyor. Aynı baskında göz altına alınan Deniz Küçükbumin, yasal olarak satılan bir derginin bir sonraki sayısını çıkarmaya teşebbüs etmiş. Bunlardan başka, eyleme katılma, kitap ve afiş bulundurma, telefon görüşmesi yapma gibi 'ağır suçlar' işledikleri gerekçesiyle terör örgütü üyesi olduğundan şüphelenilip tutuklanmış yüzlerce öğrenci var. İddianameleri aylarca hazırlanamıyor, neyle suçlandıklarını bile bilmiyorlar. İlk duruşmada serbest kalanları bile bu duruşmanın gelmesini 10 ay bekleyebiliyor.

E mecburen de, bu ülkede Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi gibi yapılar oluşuyor. 'Tutuklu öğrenci' diye ayrı bir kategori oluşturmak zorunluluğu, herhalde tarihimizde bir ilk olarak anılmalıdır. Yaşasın muhalefeti örgütlemek için elinden geleni ardına koymayan devletimiz! Siz olmasanız harekete geçeceğimiz yoktu valla...

16 Nisan 2010 Cuma

Merak Ettim De... #10

"Adil ticaret" (fair trade) ibaresinin başındaki adil sıfatı neden var? Demek ki doğası itibariyle ticaretin adil olmadığını kabullenmişiz ki, bir de adil ticaret kategorisi açma zorunluluğu duyuyoruz. Starbucks'a gidip "fair trade" kahve siparişini veren her müreffeh vatandaş, diğer kahvelerin "aslında o kadar da adil olmayan" uluslararası ticaret sonucu bardağına dolduğunun bilincinde. Aferin ona! Kapitalizme yönelik eleştirilerin sistemin kendisini temize çekmesi, bir yandan da kar etmesi için kullanıldığı nicedir biliniyor (yoksa Michael Moore aç kalırdı). Biliniyor da, böyle açık açık yapılınca da tebessüm etmeden geçemiyorum.

22 Mart 2010 Pazartesi

¡HOLA desde Cartagena de Indias!

"Uzun zamandır blogumuzda gezi yazısı yazılmıyor, acaba Komünal İşkembe yazarları hiç gezmiyor mu? Fakir mi yoksa bu yazarlar?" diye düşünen okurlarımızı daha fazla üzmek istemedik. Eren ve Ekim yanlarına Deniz'i de alarak (Ekim'in kardeşi - blogun örtülü ödeneğinden faydalandık) Kolombiya - Cartagena'ya gitti. İşte okurlarımıza dev hizmet! Gittik, gördük ve sizler için yazdık... Cartagena 1533'de Pedro de Heredia tarafından Karayipler'deki Calamari bölgesinde bir İspanyol kolonisi olarak kurulmuş. Kolombiya'nın kuzey ucunda Karayip Denizi kıyısında 1 milyon kadar nüfusu olan bir kent Cartagena. Kısa zamanda bir koloni kenti olarak stratejik konumu sayesinde zenginleşen ve gelişen kent Güney Amerika'nın iç bölgelerine geçişte önemli bir liman görevi görmüş. 1552'deki büyük yangından sonra ahşap binalar yerine taş ve kiremit binalarla kısmen yeniden inşa edilmiş. Catagena'nın önemli bir parçası olan duvarlar (Las Murallas) şehri zenginliğinin kaçınılmaz bir sonucu olarak uğradığı saldırılara karşı savunmak için inşa edilmiş. Dönemin meşhur korsanlarından Sir Francis Drake'in şehri kuşatması Cartagena'nın tarihindeki önemli olaylardan biri. Denizden gelen bu ve bunun gibi saldırılara karşı İspanyollar çareyi 13km uzunluğuyla şehri çevreleyen bu duvarları ve dönemin en güçlü kalelerinden birini (Castillo de San Felipe de Barajas) inşa etmekte bulmuş. Cartagena Simon Bolivar'ın önderliğinde başlayan mücadele sonucunda 1821'de İspanyollar'dan bağımsızlığını kazanmış. Bugün Kolombiya'nın beşinci büyük kenti olan Cartagena ayrıca ülkenin Bolivar Bölümü'nün de başkenti. 10-17 Mart arasında Cartagena'ya yaptığımız bir haftalık geziden izlenimlerimizi sizlerle paylaşmak istedik. Yabancı bir şehri gezerken nelere dikkat ederiz? İnsanlar, mimari yapı, yeme-içme kültürü ve müzik. Bir çoğumuz kısıtlı zamanda olabildiğince çok şey görme arzumuzu dizginleyemeyip ordan buraya savrulur durur. Şahit olduklarımızı o telaş içinde sindiremeyecek olmanın verdiği vicdan azabı ile habire fotoğraf çeker dururuz. Her ne kadar biz de bu konuda istisna değilsek de meraklısına kendi gözümüzle Cartagena'yı, en azından sindirdiğimiz kadarını anlatalım istedik.

İklim Çarşamba saat 15.00 sularında havaalanına vardık. Boston'daki soğuk havadan sonra tam bir mevsim şoku. İnsan ne kadar kendini 0 dereceden +30 dereceye yolculuk etme fikrine hazırlasa da Cartagena'ya ayak basar basmaz üzerimize çullanan sıcak ve rutubet ile neye uğradığımızı şaşırdık. Pantolonlar, sweat-shirtler ve montlar daha havaalanının tuvaletinde çıkartıldı. Şort ve t-shirtlere ani bir geçiş. Hem de New England'a dönene kadar. Cartagena'da tipik bir Karayip iklimi hüküm sürüyor. Yıl boyu sıcaklıklar 30 derece etrafında geziniyor. Şehir planı Cartagena'yı eski (tarihi) kısım ve modern kısım olarak ikiye ayırabiliriz. Tarihi kısmın batısında merkez (El Centro), kuzey doğusunda San Diego ve güneyinde Getsemani mahalleleri yer alıyor.

Tarihi yarımadada El Centro'dan bir görüntü (fotoğraf bize ait değil)
Daha güneye inersek modern kısım başlıyor. Modern kısım iş merkezlerinin, gökdelenlerin, lüks otel ve restoranların olduğu kısım. Bu kısım Boca Grande, Castillo Grande ve El Laguito bölgelerinden oluşuyor.
Denizden yeni şehre bakış
Ulaşım ve Trafik
Havaalanından çıkınca taksiyle güzel bir butik otele, Casa Lafe'ye vardık. Tabi o ilk taksi yolculuğumuzda buradaki taksilerin 10 İstanbul şoförü çılgınlığında araba kullandığını henüz farketmemiştik. Bunu İstanbul taksilerine alışkın bünyemizle iddia ediyoruz. İkinci kez taksiye bindiğimizde ve taksici çift yönlü yolda karşıdan yaklaşan otobüse rağmen sollamaya girişince gerçeği korkuyla idrak ettik. Daha önce Kolombiya'da araba kullanmadıysanız araba kiralamanızı tavsiye etmiyoruz. Herşeye rağmen turistler için taksi ve otobüsler ana ulaşım araçları. Motorsikletler de oldukça yaygın. Trafik kurallarını pek umursayan yok. Ana yollar da dahil olmak üzere kaotik bir trafik düzeni var. Bir de Chivas adı verilen rengarenk otobüsler var. Bunların bir kısmı parti otobüsü olarak geceleri müzik ve içki eşliğinde turist gezdiriyor. Sıcağın altında saatlerce bir otobüse tıkılma fikri çok eğlenceli gelmediği için es geçtik.

Bazurto'dan geçen renkli otobüsler (gayet arabesk)
İnsanlar, şehir, yaşam
Cartagena’da ilk dikkati çeken şeylerden biri sokakların canlılığı. “Şehir dediğin kaotik olacak arkadaş” diye düşünenler için ideal. Eski Şehir denilen bölgede iki katlı, balkonlu, çiçekli, rengarenk evlerin, dar sokakların ve gün boyu bol güneş alan avluların yanında en çok göze çarpan şey sokakların kalabalığı. Her milletten turistleri, koloni döneminde köle olarak getirilip orada kalan Afrikalı halkın torunlarını, Avrupalı yerleşmecilerden kalma melez Kreolleri ve Kolombiya’nın yerli halkını günün her saati sokaklarda, meydanlarda ve parklarda görmek mümkün. Şehirde hissedilen derin fakirlik ve sefalete rağmen insanların genelinin neşeli olması da ilginç bir ayrıntı. Diyebiliriz ki Türkiye’dekinden çok daha fazla mutlu yüz gördük sokaklarda. Hem de sadece turistlere karşı takınılmış yapay bir tavır değil bu, insanların günlük hallerine, birbirleriyle olan iletişimlerine de yansıyor.

Plaza de Bolivar'daki park amcaları ve teyzeleri
Cartagena deyince sokak satıcılarından bahsetmemek olmaz. Şehrin her köşesinde türlü türlü yiyecek, içki (genellikle bira), sigara, Küba puroları, kahve, sayamadığımız kadar çok ve çeşitli tropikal meyvalar, meyva suları, hediyelik eşya, yerlilerin yaptığı takılar, el sanatlarının binbir türlü örneği ve daha aklımıza gelen-gelmeyen bir sürü şey sokak satıcılarından temin edilebiliyor.. İstanbul’daki seyyar satıcı kültürüne alışkın olanları bile şaşırtacak bir çeşitlilik var tezgahlarda, hem de bir turist için çok ucuza. Yerli halkın da genelde bu tezgahlara rağbet ettiğini gördükten sonra kendimizi tutamayıp ne bulursak denedik, bir çoğundan da gayet memnun kaldık. Yiyecek maddeleri hariç her şeyin fiyatının pazarlığa tabi olduğunu da belirtelim: Bu satırların yazarları 1 kutu Küba purosunu yarım saat pazarlıkla 80 dolardan 40 dolara indirdi, hem de on kelime İspanyolcayla… Ama kendimizi kandırmanın alemi yok, zaten satıcılar işi sizden çok daha iyi bildikleri için herhangi bir pazarlığa normalin iki katı fiyatla başlıyorlar. Gerisi sizin dirayet ve çingenelik katsayınıza (hehe), satıcının uyanıklığına ve biraz da şansa kalmış. Turist olarak hafif bir kazık yeme payını her alışverişe koymak lazım, lakin bu yolları biraz görmüş geçirmiş İstanbullu’nun daha saf Avrupalı ve Amerikalı turistlere oranla biraz avantajı oluyor haliyle…
Herkesin Kolombiya denince ilk aklına gelen şeylerden biri de güvenlik. Şehir güvenli miydi peki? Eğer merkezi yerlerden ayrılmazsanız, kesinlikle evet. Görece küçük bir alan olan merkez yaklaşık 2000 polis tarafından sürekli korunuyor. Öyle ki, polise rastlamadan iki sokak yürümek imkansız gibi. İlk günlerde bu durum sanılanın aksine insanda bir güvensizlik hissi yaratıyor (“Niye bu kadar çoklar? Etrafım hırsız mı kaynıyor yoksa? Çantayı da kollayalım yav…” diye düşünmeden edemiyor insan haliyle) ama ikinci günden itibaren buna alıştık. Daha sonraki günlerde de bizi huzursuz edecek herhangi bir olayla karşılaşmadık. En ısrarcı seyyar satıcılar ve hatta dilenciler bile size kişisel alanınızı ihlal edecek derecede yaklaşmıyor. Gece yarısından sonra ortalık görece tenhalaşıyor, fakat her sokağın başında da bir polis ekibi bulunuyor. Her yer her saat aynı güvenlikte olmayabilir tabi. Misal Getsemani bölgesine gündüz gitmeli, gece Old Town’da takılmalı. Yine akşam olunca şehir surlarında başıboş gezmek yerine güneşin batısını orda izleyip sonra yavaş yavaş şehrin içine doğru yollanmalı.
Hadi hadi utanmayın sorun İşkembeciler: İki saattir Kolombiya’dan bahsediyorsunuz ama bir kere bile kokain demediniz? Diyelim: Kolombiya’da kokainin yaygınlığı ile ilgili kelam edecek kadar uzun kalmadık, zaten ilgi alanımızın da dışında kalan bir konu. Fakat ilk günlerimizden birinde, hem de öğle vakti ve şehrin en merkezi, en turistik parklarından birinin ortasında Deniz’in yanına genç bir satıcı çocuk yanaşıp alenen İngilizce “kokain var marihuana var ister misin abi?” dedi. “Yok hacı naaptın sen” minvalinde bir şeyler söyleyip ışık hızıyla uzaklaştık ortamdan. Burdan çıkardığımız sonuç uyuşturucunun istenince kolay temin edilebilen bir şey olduğu, fakat bunu ülkeye genellemek çok mantıklı değil. Neticede aynı manzarayla İstanbul’da da, başka ülkelerin başka şehirlerinde de karşılaşabilir insan… Diğer bir gözlemimiz, sokaklarda uyuşturucu bağımlısı (veya bağımlı görünüşlü) pek de kimseye rastlamamış olmak. Yani en azından Cartagena özelinde abartılacak bir durum yok gibi geldi bize.
Ne yapılır ne edilir şehr-i Cartagena'da?
1- Öğle vakti Plaza de Bolivar'da ağaç gölgelerinin altında oturmak ve insanları seyretmek. İsterseniz güvercinleri darıyla beslemek de mümkün. Burada Simon Bolivar'ın at üzerinde bir heykeli var. Altın müzesi (Museo del Oro y Arqueologia), Engizisyon Sarayı (Palacio de la Inquisicion) ve şehrin katedrali meydanı üç taraftan çevreliyor. Meydandaki banklara oturur oturmaz yanınızda bitiveren ilk sokak satıcısından minik plastik bardaklarda aşırı şekerli bir Kolombiya kahvesi alın.

Plaza de Bolivar'da öğle vakti
2- Plaza de las Coches'de akşam birası içmek. Bu meydan eskiden köle pazarının kurulduğu meydan. Tarihi kısımda Getsemani mahallesini Merkez'e bağlayan giriş kapısından (Puerta del Reloj) bu meydana çıkılıyor.

Puerta del Reloj'a Plaza de las Coches'den bakış
Şimdilerde meydanda bir iki açık hava kafesi var. Bira en çok tüketilen içecek. Ayrıca Aguardiente ve rom da sıkça tüketilen alkollü içeceklerden. Sıcak iklimden ötürü daha çok hafif ve yoğunlukları az olan biralar tercih ediliyor. Aguila ve Club Colombia Kolombiya'nın başlıca iki birası. Biranıza değişik bir yorum istiyorsanız garsona 'cerveza michelada, por favor' diye seslenin. Size bir şişe biranın yanında dibinde bir miktar misket limonunun suyu ile çevresinde tuz olan soğuk bir bardak getirecek. Eren oldukça beğendi. Daha muhafazakar arkadaşlar -Ekim ve Deniz- pek de tutmadı. Plaza de las Coches'e girer girmez uzun bir taş bina boyunca uzanan kemerli bir yol (El Portal de los Dulces) göreceksiniz. Bu yol boyunca dükkanların önünde tezgah açmış yerel şekerlemeler ve tatlılar satan kadınlar var. Meydanda otururken sırtınızı duvara yüzünüzü bu kemerli yola verin. Denizden gelip duvarların içine ulaşan akşam meltemi yüzünüzü okşarken yudumlayın biranızı ve mutlu olun.
3- Amaçsızca sokaklarda dolanın. Surların iç tarafından yürüyün. Gün batımını seyretmek için duvarların üstündeki platformlara çıkabilirsiniz. Ve tabi ki surlara oyulmuş gözetleme pencerelerinde oturmadan olmaz. Sağladığı mahremiyet bu pencereleri çiftlerin favori mekanlarından biri haline getirmiş. O yüzden buraya aşk pencereleri diyorlar.

Duvar ve duvarın dışı.
Duvarlar buradaki yaşantıyı ikiye bölüyor. Duvarın içindeki hayatla dışındaki hayat sanki birbirinden bağımsızca akıyor. Her kıyı şehrinde olduğu gibi Cartagena'da da şehrin merkezinden kıyıya açılan sokakları sokağın ucundaki aydınlıktan tanıyorsunuz. Burada farklı olan sokağın sonuna vardığınızda denize ulaşmayı beklerken son bir engel olarak duvarı bulmanız karşınızda. Denize çok yakın ama bir şekilde ayrı olmak denizden garip bir duygu. Duvara tırmanmadan farkedememek denizin o gün ne kadar dalgalı olduğunu.

Duvar içi
Duvarları yeterince tavaf ettikten sonra tarihi şehrin ara sokaklarına dalın. Cartagena kolonyel mimarisiyle ünlü. Pastel renkli sarı, pembe ve mavi duvarlar. asma balkonlar insanın içini ısıtıyor. Hava kararınca fayton gezisi yapmak çok keyifli. Özellikle sevgiliniz de yanınızdaysa.
4- La Cevicheria'da geç bir akşam yemeği yiyin. Yine aynı restoranda Mojito içerek geceyi noktalayın. Ünlü şef Anthony Bourdain'in yemek yediği bu restoranda deniz ürünlerine orjinal bir Karayip yorumu yapılıyor. Cevich limonlu bir sosta marine edilmiş deniz ürünlerine verilen isim. Karides ve kalamara çok yakışıyor doğrusu. Suprema de supremas (eritilmiş mozarella peyniri ile kaplı karides güveci) en tutulan seçeneklerden. Alışılmadık tatlara açıksanız mango ve passion fruit aromalı deniz ürünlü pilavı da deneyebilirsiniz.
5- Akşam Plaza Fernandez de Madrid'de yol kenarındaki parkın duvarına oturun. Hemen sokağın karşısındaki pizzacıdan (Pizza en el Parque) bir pizza söyleyin. Taburenin üzerine konan tepsiden pizzanızı yerken dükkandan gelen müziğe kulak verin. Tam bir sokak keyfi. 14 Mart Pazar günü Kolombiya'da seçimler vardı. O yüzden Cumartesi ve Pazar günü alkol yasağının kurbanı olduk. Hem bar ve restoranlarda hem de sokakta içki satışı yasaktı. İşte bu noktada Kolombiya karaborsası ile tanıştık. Hemen otelimizin sokağında bir köşede oturan tek bacağı alçıda bir kadın bize normal fiyattan 1500 peso daha pahalıya da olsa bira satmayı kabul etti. Bu başarımız kadının bacağının neden alçıda olduğuna dair teoriler üretmeye itti bizi.

Cartagena'da ne pizzası kardeş demeyin. Çıtır çıtır jambonlu pizzanın tadına doyamadık. Ayrıca hesaplı.

6- Cafe del Mar'da kendinize bir kokteyl söyleyin. Duvar dışından geçen yoldaki trafiği takip edin, şehrin güneyindeki ışıklı gökdelenleri seyredin. Sonra okyanusun karanlığında gözünüzü dinlendirin.
7- Sabah erkenden Playa Blanca'ya giden büyük gezi teknelerinden birine binin. İki üç saatlik yol boyunca salsa müziği eşliğinde teknenin animatörünün yolcuları eğlendirmesini seyredin. Arka güvertedeki curcunadan sıkılırsanız teknenin ön tarafı denizi seyretmek ve güneşlenmek için ideal. Playa Blanca (beyaz plaj) Cartagena'nın 20km güneybatısında, Baru Adası'nda yer alıyor. Çok turistik bir dönemde giderseniz devamlı satıcıların tacizine uğramanız muhtemel. Masaj öneren kadınlar, incik boncuk satan gençler ve tabi ki seyyar meşrubat satıcıları. En iyisi elden düşme bir maske ve şnorkel kiralayıp hemen kendinizi ılık sulara atmak. Plajın daha tenha olan burun kısmına doğru yüzüp mercan kayalıklarını ve tropikal deniz canlılarını seyredebiliriniz. Bir gözünüz plajın açığında demirlemiş gezi teknesinde olsun. Demir almadan önce yoklama yapılmıyor.

Playa Blanca (fotoğraf bize ait değil). Fotoğraf makinemizin teknedeyken pili bitti.

8- Taksiyle Mercado Bazurto'ya gidin. Yanınıza çok az para alın ve değerli eşyalar taşıyıp daha çok dikkat çekme gafletinde bulunmayın. Burası şehrin halk pazarı ve hiç de turistik bir yer değil. Ülkedeki yoksulluğu en çok hissettiren yer belki de burası. Kesif bir koku devamlı sizi takip ediyor. Çöp, et, balık ve sebze artıklarının kokusu sıcakta birbirine karışıyor. Pazarın ana yollarını birbirine bağlayan ve labirenti andıran dar karanlık yollardan satıcıların bağırtıları yükseliyor. Hemen pazar alanının kenarındaki çamur gölünden kalkan pelikanlar balıkların ıskarta edilen iç organlarından aslan payını almak için birbirlerinin üzerine çıkıyor.

Pelikanların mücadelesi
Burada üç beyaz turist olarak haliyle gözler devamlı üzerimizdeydi. Şehrin turistik yerlerinde yanınıza insanlar yaklaşıp size ısrarla bir şeyler satmaya çalışıyor. Ama orada alışveriş için bulunmadığımız o kadar aşikardı ki -pazarda bir turistin almak isteyeceği hiç bir şey yok- kimse yanımıza gelip bir şey sormadı. O zaman anlıyorsunuz ki aslında o pazar yerinde o kadar alakasız ve ortama o kadar yabancısınız ki şayet yanınıza biri sokulursa bunun kötü niyetli bir girişim olduğuna emin olabilirsiniz. Bırakın fotoğraf çekmeyi dolaşırken bile diken üzerindeydik açıkçası.

Mercado Bazurto (Cartagena'nın tekinsiz halk pazarı)
Ne yesek, ne yesek?
Eveeet, gurme turizmin sayın yolcuları… Gerçi “yediğin içtiğin sana kalsın, ne gördün onları anlat” derler ama biz tıkınmanın kutsiyetine iman etmiş bünyeler olarak yine de anlatmadan geçemeyeceğiz: Cartagena’da ne yenir? Tabii ki biftek, tavuk yahut pizza gibi tanıdık alternatifler var, ama biz yerel tatlardan bahsedelim.
Önce ucuz alternatiflerden başlayalım: Bir kere seyyar satıcılar bu noktada hayat kurtarıyor. Her köşe başında satılan hamur işleri gayet lezzetli ve doyurucu. Poğaça benzeri, sacda pişmiş, isteyene hafif ve sade, isteyene arasına bol tereyağı ve peynir konulan arepalar kesinlikle denenmeli. Daha cesur olanlar için yine hamur işleri familyasından, fakat yağda kızartılmış daha ağır bir versiyon olan yucaları tavsiye edelim. Yucanın içinde peynir, kıyma, et, yumurta olan çeşitleri var. Midesine güvenmeyenler özellikle yumurtalısından uzak durmalı. “Ben fena halde Türk’üm arkadaş” diyenler ise empanadaları deneyebilir, zira bunlar bildiğiniz kıymalı, peynirli, tavuklu vs. börek ayarında ve çok lezzetli. Bütün bu hamur işlerinin fiyatı 1000-2000 peso (yaklaşık 50 cent ile 1 dolar) arasında değişiyor. Sokakta satılan kızarmış etlerden ise (özellikle bir sosis türü olan chorizo) hem sağlık hem lezzet açısından uzak durmayı öneriyoruz. Yine de siz bilirsiniz…

Ortaya karışık bol karbonhidrat.
Diğer bir alternatif plantain (yeşil muz diye çevirelim). Her restoranda, her köşe başında bulunabilen patacón bu yeşil muzların yağda pişirilip ezilmesiyle yapılıyor ve patates kızartmasının yerine yüksek miktarda tüketiliyor. Ayrıca başka bir türevi olan incecik dilimlenip yağda kızartılmış, patates cipsi görünümlü kızarmış plantain de sokaklarda satılıyor ve birayla şahane gidiyor. Fiyatlar yine 1000-2000 peso civarı. Bira demişken, Kolombiya’da öğleden başlayarak bira tüketmek çok normal. Sokak satıcıları tabii ki bu noktada da imdadınıza yetişiyor. Kolombiya’nın en çok tüketilen iki birası Aguila ve Club Colombia, her köşe başında meşrubat satıcılarının buzluklarında mevcut, fiyat 3000 peso civarı (1,5 dolar – fakat marketten alırsanız yarı fiyatına da temin edebilirsiniz).
Meyve sevenler için Cartagena bir cennet. Biz bir ara meyveyle altın vuruş yapıp şeker komasına girmeyi düşündük. Taze sıkılmış her çeşit meyve suları (jugos naturales) sıcakta hararetinizi almak üzere hazır bekliyor. Meyveler gözünüzün önünde sıkılıyor, fakat içine konulan buzun temizliği biraz şüpheli, korkanlar için buzsuz içmek iyi olabilir. Ayrıca, sokaklarda dilimlenmiş halde karpuz, ananas, papaya, avokado, hindistan cevizi ve ismini bilmediğimiz daha bir sürü meyve satılıyor. 1000 pesoya bir bardak taze meyve ve plastik bir çatal edinip yiye yiye yürüyün, yahut en yakın parka oturun. Üzerine de yoldan geçen kahve satıcısını çevirip 300-500 pesoya (20-30 cent civarı) kahvenizi yudumlayın. Keyiflendiniz değil mi? Güzeeelll… (Nuri Alço gülüşü)

Biraz paraya kıyalım, akşamları da restoranda yiyelim diyenlere alternatif bol. Cartagena’ya gidip deniz ürünlerinin tadına bakmamak olmaz tabi. Boy boy karidesler, kalamar, kerevit, ahtapot, midye ve balık bolluğu “denizden babam çıksa yerim” ekolündeki bizleri fena halde mest etti. Hepsini birden isteyenlere karışık deniz ürünü tabakları da mevcut. Aperatif olarak a la ceviche midye yahut karışık balık çorbası, üstüne ara sıcaklardan bol peynirli karides güveç yanında hindistan cevizli pilav (arroz de coco) ve patacónes, “hala yerim var” diyenlere bol deniz ürünlü İspanyol pilavı paella, şansınıza menüde ne varsa bir porsiyon da kızarmış balık… Şaka şaka, hepsini birden yemeye kalkmayın! Biz bütün bunları ancak bir haftada her gün tek tek deneyerek tüketebildik, ama hepsi ayrı güzel… İyi bir restoranda bir aperatif bir ana yemekli, içkili bir öğünün maliyeti kişi başı 50,000 peso (25-30 dolar) civarı. Çok hızlı servis beklemeyin yalnız, hayat sakin akıyor zira. Tatlınızı yine sokakta yiyin, ya köşedeki satıcı teyzeden garip görünümlü fakat şahane tadı olan kızarmış hindistan cevizli, meyveli tatlıları deneyin ya da ev yapımı marmelat kaşıklayın. Yine 1000-2000 peso civarı. Daha tutucuyum diyene dondurma ve waffle da var.
Eveeeet, şimdi bir kahve daha için de bu kadar şeyi hazmedin, hatta bir de keyif purosu veya purettası yakın bakalım… Biz de yavaş yavaş uzayalım bu yazıdan, eve gidip bavulları boşaltalım, bir sonraki seyahati planlayalım. Komünal gezi rehberi gururla sundu...

5 Şubat 2010 Cuma

5 soru 5 cevapta TEKEL direnişi

Tekel işçilerinin direnişi güçlenerek sürüyor, dünkü 1 günlük iş bırakma eyleminden sonra başlatılan süresiz açlık greviyle işçiler pes etmeyeceklerini gösteriyorlar. Bu esnada bizim gibi memleket sınırları dışındakilere de ancak uzaktan destek vermek ve direniş hakkında yazılanları takip etmek kalıyor. Kaç gündür hem basının, hem sivil toplumun tepkisini anlamak için o site senin bu blog benim sekerken, Ekşi Sözlük üzerinden şöyle bir harekete denk geldim. Oluşum hakkındaki yorumları bilahare yaparız, lakin daha çok takıldığım düzenlemeyi düşündükleri eylem ve şu yazı oldu. Yazıda ifade edilen fikirlerin pek bir orjinalliği yok aslında, fakat son günlerde grev karşıtlarının en çok dillendirdiği argümanları güzelce biraraya getiriyor, hepsine beraberce cevap verme olanağı sağlıyor. O zaman gelsin bakalım, 5 soru 5 cevapta Tekel direnişi: Soru(n) 1: Tekel işçileri dediğin güruh "devlete kapağı atmış", buradan nemalanan asalaklardır. Biz bunlara niçin bakalım? Devlet denilen şey mutlak iyiyi yahut kötüyü temsil etmediği gibi, devlete çalışan insanların hepsi için de (işçi-memur-kadrolu-sözleşmeli vs.) genellemelere gitmek mantıklı değil. Şu veya bu şekilde maaşını devletten alan insanların hepsine asalak demek, devlet memurlarını "örgü ören teyzelerle rüşvet alan amcalar" diye tektipleştirmek emeğin örgütlenmesinin önünü tıkamaktan, yapay ayrımlar yaratmaktan başka bir işe yaramıyor. (Bu demek değil ki devletin bünyesinde hiç asalak yok, fakat o başka bir yazının konusu). (Özel not: Söylemeyeyim dedim ama dayanamadım. Az önce linkini verdiğim yazının başında devletten baba diye bahsedilmiş, sonlarına doğru ise "devletin memesine yapışmak"tan dem vuruluyor. Ya yazarın kafası biraz karışık, ya da babasından emdiği süt burnundan gelmiş. 3h'ciler cinsel eğitimin yaygınlaşmasını savunmalı, böylece zamanlarını daha verimli kullanmalı diye düşünüyorum ister istemez.) Soru(n) 2: Tekel işçileri aylardır yan gelip yatıyor, boşa maaş alıyorlar. Daha neyin eylemini yapıyorlar? Tekel işçileri aylardır gerçekten çalışabilecekleri, verimli olabilecekleri bir kamu kurum yahut kuruluşuna aktarılmak için uğraşıyorlar. Tekel özelleştirilince yapacak işi kalmayan işletmelerde yılardır çalışmaktaydı bu insanlar. Özelleştirmeden sonra boş kalmış olmalarının kabahatini işçilerde aramak, niyetin üzüm yemek değil bağcıyı dövmek olduğunu belli ediyor. Soru(n) 3: Hükümet Tekel işçileriyle uzlaşmaya çalıştı, fakat işçiler kendilerine sunulan imkanları reddediyorlar. 3 bin YTL maaş, 41 bin YTL kıdem tazminatı, 4-c üzerinden yüzde bilmemkaç zam, onyüzbin baloncuk verildiği halde gözleri doymuyor. Daha ne yapalım? Dezenformasyon gerçekten şahane bir silah sayın işkembeseverler... Öncelikle, işçilerin kazanılmış HAKKI olan kıdem ve ihbar tazminatları devletin bir lütfuymuş gibi sunuluyor. Sonra 4-c denen garabet bir fırsat gibi önlerine atılıyor, bir de şaka yapar gibi 4-c üzerinden zam teklif ediliyor, hem de bunun hesabı bile saptırılarak. Ondan sonra gelsin suçlamalar. Tekel işçisi, sana sesleniyorum: Cebinde 41 bin liran varmış, gözün doysun! Ayrıca, bulaştığın rezaletleri de bilmiyor değiliz! Olur böyle vakalar, liberaller yakalar... Soru(n) 4: Türkiye'de milyonlarca işsiz varken, işi olanın sorunlarıyla mı uğraşacağız? Hem başbakanımız da ööle diyo? Türkiye'deki (ve her yerdeki) işsizlerle çalışanların arasında yansıtılmaya çalışıldığı gibi bir çıkar çatışması değil, çıkar birliği var. Bugün bütün çalışanlar için hak mücadelesi verilmezse, yarın işsizler için durum (iş bulsalar dahi) kölelikten öteye gidemeyecek. 4-c kapsamında getirilmeye çalışılan sistem budur. 4-c'ye karşı verilen mücadele; işçi statüsünde sayılmayan "sözleşmeliler" haline gelmek, sendikalaşma, kıdem ve ihbar tazminatı, iş güvencesi, gelir güvencesi gibi hakların elden çıkması ve maaşların 630 ytl'ye kadar düşmesine karşı verilen mücadeledir. Bunu saptırabilmek için liberal-muhafazakar-hükümet yanlısı filan değil, alenen kötü niyetli olmak lazım. Gelelim başbakanın demecine. Başlı başına ilahi komedya. Bir başbakanın kalkıp "bu paraya çalışacak milyonlarca işsiz var" demesiyle, bir otobüs şoförünün dolu aracı yol kenarına park edip "eve gitmeyi bekleyen onlarca yolcu var" demesi arasındaki 10 farkı bulmak ister mısınız? Birini ben söyleyeyim: Başbakanın (karşılığında maaş aldığı) görevini ifa etmemesi çok daha fazla insanı etkileyecektir. Madem milyonlarca işsiz var, senin orada ne işin var sayın başbakan? Sayın çalışma bakanı? Sesim geliyor mu? Yoksa siz de mi "işsiz"siniz? Soru(n) 5: Biz beyaz yakalılar ve beyaz yakalı adayları, aldığımız maaşa ve çalışma koşullarımıza "razıyız". O kadar razıyız ki eylemini bile yapıyoruz bunun. Çoğunluğu bizden daha eğitimsiz ve daha az kalifiye durumdaki Tekel işçileri neden koşullarına razı olamıyor? Açık ara en sinir bozucu argüman bu olsa gerek. Soruyu tersine çevirip sahibine iade etmeli aslında: Siz niye razısınız? Neye göre razısınız? Tekel işçisinin hak ettiği paranın 800 ytl olduğuna nereden kanaat getirdiniz? Başkalarını aşağı çekmek yerine kendi haklarınızın da düzelmesi için hep beraber mücadele vermek daha mantıklı değil mi? Daha eğitimli insanların daha katı şartlarda plaza köleliğine razı olmasında bir gariplik yok mu hakikaten? Yüzlerce kere söylendi, yeni bir fikir değil ama tekrardan zarar gelmez: İşçinin beyaz yakalısı, mavi yakalısı, fabrikada çalışani, masa başında çalışanı vs. farketmiyor. Burada verilen mücadele herkes için. Eğer başarılı olur da birtakım haklar elde edilirse bunlar sadece Tekel işçisinin kazanımı olmayacak. Gün gelir bakarsınız 3h hareketinin heyecanlı gençlerine bile faydası dokunur...

10 Kasım 2009 Salı

Rethinking Marxism 2009: Konferans Notları

American Political Science Association çatısı altında bu yıl 7.si düzenlenen "Rethinking Marxism 2009: New Marxian Times" konferansı haftasonu Amherst'te yapıldı. Meltem'in misafirperverliği ve lojistik katkılarıyla gittik gördük. Şahsım adına Amerika'da marksistler neye benzer, proleter dediğin ne biçim bir kuştur sorularının cevabını aradim, buldum ve sizler için itinayla genelledim, buyurun: -Bu konferansa girerken, hakim görüşü benimseyen (mainstream) sosyal bilim yapma tarzıyla ilgili bütün bildiklerinizi unutmanız gerekiyor. Hayır illa ki sosyal bilimciyim diyorsanız, en fazla Avrupa tipi takılacaksınız. Tipik Amerikan tarzı, sonuç odaklı ("what is this a case of"), regresyonlu-modelli makaleler arayanlara göre bir yer değil. -Makalelerin kalitesine gelince, açıkçası beklentilerimin biraz altında kaldı. Genelde marksist ve neo-marksist ekolden yazarların teorilerini pratik vakalara uygulamış konuşmacılar. Eğer yazarlara ve fikirlere aşına değilseniz bir noktada kulağa Çince gibi gelmeye başlıyor. Bu bağlamda bir eleştirim, "rethinking marxism" isimli bir konferansta çok fazla yeni fikrin çıkmaması. "Her şey kitapta var, üstad söylemiş açın okuyun" tadındaki argümanlar, bir süre sonra "her şey Kuran'da var" demekten çok da farklı değil. -Diğer bilimsel toplantılardan farklı olarak, bir sürü aktivist de vardı konuşmacılar arasında. Bunların bir kısmı aynı zamanda akademisyen. "Nesnellikten çık, Praxis'e koş, bilim boş, eğlen coş" havasındakiler olduğu gibi, daha ciddiyetle bugünkü mücadele koşullarını inceleyenler de mevcuttu. -Amerikan marksistleri arasında bizimkiler kadar derin fikir ayrılıkları yok sanki. Yahut varsa da belli etmiyorlar. Yaş ortalamasının bize oranla daha yüksek olmasının da bunda payı olabilir tabi, hafif huzurevi görüntüsü vardı ortamda. -Kendine marksist dememek için "Marksçı analiz" (Marxian analysis) lafını kullanan akademisyenler varmıs. (Binbir türlü kuluna kurban yarebbim, yarattın bari takip et…) Neyse, bunlarla hafiften alaya alınıyor, yapmamak lazım. - Konferansın birkaç ana teması olmakla beraber, en çok ilgi çeken konu ekonomik krizdi. Krizle ilgili çözümlemeleri başarılı bulduğumu belirteyim: aşırı sermaye birikimi, buna müteakip gerekli talebin yaratılamaması, savaş ekonomisinin de yeterli olmamasıyla geliyorum diyen kriz ve bunun pekçok kişi tarafından tahmin edilmesi temel tartışma konularıydı. En baba kapitalistlerin Marx'i krizden sonra keşfetmesiyle, Times'a kapak olmasıyla filan inceden dalga geçildi güzel güzel. Eğlendik beraberce. -Milliyetçilik ve marksizm teması altında konuk konuşmacılardan biri de Halil Berktay'dı. Maalesef konuşmasına katılamadım, ama konuşmadan önceki saatlerde kendisini kapıda kıstırdığımız kadarıyla sıkı bir eleştiri (özellikle Lenin'e yönelik) yapacağı duyumunu aldık. Konuşma metnine bir yerlerden ulaşırsak göreceğiz bakalım neler demiş... Sloganlarımıza gelince: -Dünya solundaki Latin Amerika fetişi, azalarak bit! -Ezilen halkların milliyetçiliği kavramı, azalmadan bit! -Bu yazı, aniden bitttttt! (İçerikle ilgili fazla detaya giremediğimin farkındayım, belki başka bir yazıda olur, belki üşenirim hiç olmaz...)

8 Kasım 2009 Pazar

Yozdil, Özgür Kız ve pop kültür feminizmi

Yozdil'in son yazısı blogda epey tartışma yarattı, madem öyle bu vesileyle cinsiyetçilikten ve feminizmden konuşalım biraz. Cinsiyetçiliğin kadınlar arasında en az erkekler arasındaki kadar yaygın olduğunu gösteren okuyucu yorumları da aldık hazır (malumun ilanı kabilinden), artık çuvaldızı kendimize batırmak farz oldu. Yıllardır feminizm deyince Duygu Asena'dan başka yazar sayabilen olmaması bir yana, "bırak yaaa, hep çirkin kompleksli karılar feminist oluyor zaten" yahut "hani eşitlik vardı, feminizm kadının üstünlüğünü savunuyor ama" gibi (muazzam derinlikte) argümanlar hariç fikir üretene de pek rastlamıyoruz. Bu konuda cidden kafa yoran, okuyup yazan bir avuç kadını tenzih ederek ve affınıza sığınarak kurtlarımı dökeyim o zaman... Feminizmin bugün Türk popüler kültüründe indirgendiği ve algılandığı noktayı en iyi temsil eden kişilerden birinin Nil Karaibrahimgil olduğunu düşünüyorum. Zira kızımız (şahane) şarkı sözlerinde belirttiği üzere "çocuk da kariyer de" yapmayı temel hedefi olarak görürken, bir yandan da "istemiyor pilav yapmak". "Tek taşını da kendi alıyor" ayrıca. Bu tarz şarkı sözleri furyasına Pamela Spence, Özlem Tekin gibi isimleri de eklemek isterim aslında, ama Nil bir kraliçe, bir idol. Her eseri modern, kariyerli genç kadınların ve ablalarına/annelerine özenen genç kızların dilinde. Eee, peki Yozdil bunun neresinde? Şurasında; bence Yozdil ile "Özgür Kız" Nil Karaibrahimgil bu feminizm işinde (çürük) bir elmanın iki yarısı gibiler. Birinin kadını savunurken diğerinin aşağıladığını söylerseniz eğer, ben de size buyrun durumun sınıfsal bir analiz denemesi derim: En başta, Nil'in hararetle pilav yapmama gerekliğini savunduğu, Yozdil'in ise yana yakıla salça yapamamasını eleştirdiği kadın, orta yahut orta-üst sınıf mensubudur. Yani, popüler tabirle “beyaz Türk”tür. Yoksa zaten "çocuk da yaparım kariyer de" lafı Türk kadınının önemli bir kısmı için özgürlükçü bir slogandan ziyade hayatın normal akışına denk geliyor. "Eve ekmek getirme" işine katkıda bulunmak zorunda olan kadınların konfeksiyon atölyesindeki emeğine "kariyer" demediğimizden ortalık bulanıyor olabilir. Yoksa onlar da hem (3-5) çocuk hem "kariyer" yapıyor uzun zamandır. Yine aynı kadınların salça yahut tarhana yapmayı bilmemesi mümkün mü? Peki zeytinyağlı enginar? (Enginar pahalı bir sebzedir bu arada sayın Yozdil, her evde pişmez.) Peki çocuğuna her gün mısır gevreği yedirmesi? Hayır diyorsanız, demek ki Yozdil'in hedef kitlesi bunları yapmayı bilmediği varsayılan beyaz Türk kadınları. Neymiş, hem seksizmimiz sınıfsalmış (Yozdil) hem de feminizmimiz (Nilgil). Gelelim çocuk ve pilav yapmama özgürlüğüne... Ne cinsel, ne sınıfsal mücadeleyi "beyaz" Türk kadınları olarak henüz doğru düzgün vermemiş olduğumuzdan, feminizm anlayışımızın pilavdan öteye gidememesi normal. Eğer çocuklarımıza bakan annemiz (karşılıksız emek) ve eve gündeliğe gelen Sabahat Hanım (düşük ücretli emek sömürüsü) olmasa, çok övündüğümüz kariyerimizde (başka kadınların sırtına binmeden) yükselebilecek miyiz acaba? Sanmam, çünkü iş yerinde kreş, doğru düzgün doğum izni, ayrımcılık karşıtı yasalar gibi talepler yerine tek taşımızı kendimiz alma derdindeyiz. Böylece ne Sabahat Hanım özgür oluyor ne de biz. Tabii bazılarımız "daha eşit" olduğundan, günün birinde kadın-erkek eşitliğinin de gerçekleşeceği (pilavı gündelikçi kadının yaptığı) güzel günlerin hayalini kurabiliyoruz. İşte bu noktada “modern” kadın maalesef Yozdil'le muhatap olmayı göze alacak. Hayatının temel amacının yemek yapmak olmadığını kimseye anlatamaz, çünkü kendisi olmasa da toplumun büyük çoğunluğunda kadınlar hala cinsiyet rollerinin onlara dayattığı pilav-çocuk-ev işi üçgenine sıkışmıştır. Toplumun algısı ise çoğunluğun durumu üzerinden şekillenmektedir. (Kendi beyaz yakalı, afili plaza köleliklerini aşağı tabaka mavi yakalılarla bağdaştıramayanların, cinsiyetten kaynaklı sorunlarını da özel zannetmeleri normal tabi.) Eh tabii sonrası, sevgili hemcinsim, kuyruğunu ısırmaya çalışan köpek misali: tekrardan kadına ayrımcılık var diye bas bas bağır, çözüm olarak tek taşını kendin tak, eve gündelikçi kadın al, cinsiyet rollerini perçinle, sonra Yozdiller çıksın yapamadığın tarhanalar hakkında yorum yapsin, sinirlen, pilav ve tarhana yapmamaya yemin et filan.... Offf, ben sıkıldım bak yazarken. Şimdi, burada Yozdil gibilerin arkaik düşünüşünü savunduğum da zannedilmesin. Kadınların işgücüne katılımı arttıkça evde sarfettikleri ücretsiz emek miktarının düşeceği açık. Ama zaten "hem anne hem iş kadıni" olmanın iki kat yükümlülük getirmesi, "hem baba hem iş adamı" olmanın hiçbir ekstra yükü olmamasından kaynaklanıyor. Kısacası, Özgür Kız pilav yapmak istemiyor. Yozdil ise enginarsız kalmak istemiyor. Ama aynı şeyin (eee, kazağın) laciverdi gibiler sanki. Bense huzurlarınızdan çekilirken, şu Türk tipi feminizm işinden fena halde sıkılmış gibiyim. (Gibi gibiyim, gibiyim gibi gibiyim, gibi gibiyim gibiyiiiimm...- Music fades out)

15 Mayıs 2009 Cuma

Çoğul Delirmeler Diyarinda Televizyon ve Çocuk Hakları

Son zamanlarda Facebook'ta dolaşan bir videoya gözüm takıldı dün gece. Videonun alındığı programın ismi ByKus Show, ShowTV'de uzun zamandır yayınlanmaktaymış, merak edenlere: ByKuş Yol Hikayeleri - Kuş Avcıları-1 Doğulu yahut kırsal kökenlilerin aksanı, giyimi, yaşam tarzı vs. ile şehirli şehirli dalga geçmek nicedir mizah olarak satılıyor zaten, hadi buna artık şaşırmadık diyelim (tiksinmekle şaşırmak arasındaki çizgi de gitgide inceliyor gerçi). Konserve kahkahalarla izleyiciye nerede gülmesi gerektiğini hatırlatmayı, böylece hepimizi aptal yerine koymayı da Türk televizyonculuğunun Amerika'dan kaptığı bir sinir bozuculuk olarak sineye çekelim şimdilik. Zira derdim bunlar değil. Türk televizyonculuğunu kurtarmak filan hiç değil, ütopyanın anlamını bilecek yaştayız cümleten. Burada söz konusu olan bariz bir çocuk istismarı ve bunun bize şaka diye yutturulmaya çalışılması. Kuşları korumak adı altında, baykuş beyinlilerin verdiği hüküm çok açık: "Sayın izleyici, siz yeter ki gülün, düşünmeden önünüze gelene gülün, sizin eğlenmeniz için 1-2 çocuğun psikolojisiyle, adalet algısıyla, otorite figürüne yaklaşımıyla oynamak bizim için bir zevktir. Zaten çocuklara hayvan sevgisi aşılamak misyonuyla yola çıktık, sopayla eğitim hizmeti veriyoruz. Kuşlar çocuklardan daha değerlidir, pedagoji ise Tanzanya'da bir şehir adı. Ama bunu misal İstanbul'da kedi tekmeleyen çocuklara yapamayız, çünkü aileleri dava açıp iç çamaşırımıza kadar alabilir, nemize lazım... Yoksa çoluk-çocuk dinlemez yapardık, yanlış anlamayın duyarlı filan değiliz." İşin daha sinir bozucu kısmıysa bunun Facebook, Youtube gibi sitelerde neşeli bir şekilde paylaşılan, altına bol gülücüklü şirin-şeker yorumlar yazılan bir video olması. Çocukların saflığını gösteriyormuş bu video. Kuşları korumaya yönelikmiş, kuş vuran çocuklar hak ediyormuş böyle davranılmayı. Ne varmış ki, herkesin başına gelebilirmiş. Bundan sonraki programlar için benim de önerilerim var: körlerin elinden bastonlarını alıp onları otobana salmak, engellilerin tekerlekli sandalyelerinin altına muz kabuğu koymak, yaşlıların poşetlerini taşıma bahanesiyle yanlarına yaklaşıp şakacıktan cüzdanlarını çalmak, otobüslerin frenlerini patlatıp kaçmak harika kamera sakalarına yelken açmamızı sağlayabilir. Kazayla gülmeyen olursa, tepki göstermeye filan kalkarlarsa diye de saniye başına daya konserve kahkahayı, kimsenin gülmekten kızmaya vakti kalmasın. Nasılsa çoğul delirmeler ülkesinde yaşayıp gidiyoruz.