2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com
Ermenistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ermenistan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Haziran 2011 Çarşamba

So far no matter how close: Ermenistan (4/4)


Dağınık Notlar
(Buradan sonrasını çok derli toplu yazamadım, biraz daha ufak tefek notlar şeklinde sunuyorum. Gecikmeden dolayı özür dilerim.)

- Şehrin The Northern Avenue adında bir mekânı var, 1-2 arkadaş Champs-Elysees diye takılıyordu. Kimsecikler yoktu ortada, çok popüler bir yer gibi görünmüyordu ama sanırım şekil şemal ve içerik olarak benzetilmeye çalışılmış. En lüks ve Avrupa kökenli mağazalar burada bulunuyordu.



- Türkiye’deki “Ermeni vilayetleri”nin isimlerinin Erivan’da ilçelere/mahallelere verilmesi gibi bir uygulama da söz konusu bu esnada. Şu haritada görebileceğiniz gibi, Malatya, Maraş, Arapgir gibi isimler verilmiş. Bu isimlerin arttığını söylüyordu bize müzeye giderken eşlik eden Areg.

- “Olm Türk olduğunuzu belli etmeyin ha!” diyen arkadaşların tavsiyesini özellikle göz önünde bulundurmaya çalışmadık, ama Yılmaz’ın deri ceketi sağ olsun, zaten çok çaktırmıyorduk. Yani yüzdeki ortalama kıl tüy ve metal parçası miktarı itibariyle ve elimizde fotoğraf makinesi olduğunda çok belli etsek de, yine de insanlar bizimle Ermenice konuşup, bizim şaşkın bakışımızla karşılaştıklarında dili bilmediğimizi değil, sadece anlamadığımızı/duymadığımızı düşünerek aynen tekrarlıyorlardı. Sonra biz İngilizce yanıt verince bir gülümseme. Pazarda da 2 kişi Türkçe konuştu. Biri İstanbul’a gidip geliyormuş, ticaret yapıyormuş, Türkçe biliyor. “Yardıma ihtiyacınız var mı?” diye sordu, teşekkür ettik. Öbürü de benim magnet aldığım, şiş kebaplı magnetlerini ilginç bulmadığım –haliyle- bir amca idi. Türkçe konuştuğumuzu duyunca “Türkiye’den mi geliyorsunuz? Kebap sevmiyor musun?” diye sordu. Dedim seviyorum da, yeter artık kebap kebap.

- Havaalanı çıkışı çok enteresan geldi. Normalde yüzlerce kez kontrolden geçip, soyunup dökünüp, işkence çekip girilmesine alışkın olduğumuz için, Erivan uygulaması garip geldi. Bazen bavuldaki yiyecek/içeceğe bile takılındığı ve bavullar da kaçakçı bavulu gibi olduğu için (alkollü içkilerin ucuz olduğunu söylemiş miydim? Peki ya orada 3 €'ya aldığım votkayı önceki gün Migros'ta 80 TL'ye görmem?) biraz kaygılandım şahsen. Ama havaalanına gidince kaygımın yersiz olduğunu gördüm. Zira girdik havaalanına, dümdüz yürüyüp kontuara çantayı koyup pasaportları verdik, çantalar yürüdü gitti. Bütün bu kısım yaklaşık 3 dakika falan aldı sanırım. Güvenlikmiş, kontrolmüş, olmadı öyle şeyler, çok da güzel iyi oldu. Bu esnada çıkışta yine yeşil pasaportlu arkadaş ufak bir sıkıntı yaşadı; vizeyi bakanlıktan aldığı için üzerinde mühür yoktu, ona takılmışlar, ama kolay çözüldü bu sefer.

- Ben pek sevdim Ermenice’yi. Normalde hani bilinmeyen diller kulağa çok böyle acele acele konuşuluyormuş gibi, hepten karmaşıkmış gibi gelir ya, Ermenice sanki aksine, böyle tane tane konuşuyorlar. Ermenice konuşan birinin konuşmasını çok rahatlıkla metin haline getirebilirmişim gibi hissettim. Ama o alfabesi yok mu... Arapmış, kirilmiş, halt etmiş. Konuşması ne kadar sade/sakin geldiyse, alfabesi de bir o kadar karışık...

- Ermenistan kökenli bir a cappella üçlüsü olan Zulal’in albümünü almak istedim, aradım mamafih bulamadım. Sorduğum 3 müzik dükkanı ve birkaç Ermeni genç bilmiyordu, çok şaşırdım. Dinlettiklerim “bilmiyordum ama çok süpermiş ki bu!” dediler. Ben Türkiye’den böyle çok beğenebileceğim ve bir başkasından duyup da bilmeyeceğim bir grup düşünemiyorum, değişik geldi. Bu esnada orijinal albüm bulmak da çok kolay değil. Normal müzik marketleri bizim Maltepe Pazarı korsancıları gibi, dükkanlardaki hemen bütün albümler/filmler korsan.

Sonuç olarak
Sonuç olarak, benim için oldukça yorucu –özellikle de toplam 36 saat süren gidiş ve dönüş yolu itibariyle- olsa da, çok keyifli bir deneyim oldu Ermenistan. İçimdeki MEB müfredatından çıkmış faşistin biraz daha ufalmasına da vesile oldu mesela. 

6 Nisan 2011 Çarşamba

So far no matter how close: Ermenistan (3/4)


Yerli malı yurdun malı
Nedense hiç Türkiye’de üretilmiş bir şey göremeyeceğimi düşünmüştüm (acaba neden?). Ama kahve aralarında sıcak su için kullanılan su ısıtıcılar “Tuğra” marka idi örneğin. Veya pazara da gittik, pazarda birçok ürün “Metin Tekstil” gibi, “Çıldırın” gibi Türkçe isimli ve Türkiye kökenliydi (Bkz. Foto).

Önde “Kemal Bebe”, arkada “Çıldırın”

Az önceki bahsettiğim Pazar, bizim sosyete pazarı gibi bir yer. Kılık kıyafet var bolca, işte arada oyuncaklar falan. Meyve-sebze pazarı gibi değil. Bir de bit pazarına gittik bunun dışında. O da özellikle Artvin’de yaşadığım 1 senede sık sık gittiğimiz “Rus pazarı” denen pazarlara benziyordu. Oldukça yoksul bir ülke Ermenistan ve bu “Rus pazarı” görünümlü pazarda, bir evde bulabileceğiniz hemen her şey satılıyordu. Evdeki dekoratif eşyalardan tutun da, avizeye, eski oyuncaklara, Sovyet Rusya pasaportlarına, elektrik sayacına, contalara kadar.

Tanıdık bir şeyler gören?

500 dram = 1 € = 2 TL yaklaşık olarak. Sigaralar 1 €’dan ucuz, alkollü içkiler oldukça ucuz (doğrudan kötü alışkanlık odaklı düşünmüşüm, evet), benzinin litresi yine 1 €’nun altında.

Post-Sovyet / Post-Komünist haller
Ülkede Sovyet Rusya’nın etkisi oldukça fazla hissediliyor. Yani özellikle eski filmlerden aşina olduğumuz o “komünist yapılar” şehrin her tarafında. Şehrin merkezi olan Republic Square’de (Cumhuriyet Meydanı) devasa taş binalar var. Biri ünlü bir oteller zincirine ait şimdi, biri müze, bir başkası Dışişleri Bakanlığı... Çok geniş meydanlar ve bol miktarda heykel var bütün şehirde. İlk planlandığı zaman oldukça güzel planlanmış şehir. Sovyet Rusya’da bir “şehir planı”na göre tasarlanan ilk şehir Erivan. 150 bin kişi için tasarlanmış o zaman ama şimdi 1.5 milyon insan yaşıyor. Ülkenin tamamının nüfusu 3 milyon civarında bu esnada, yüz ölçümü de 30 bin m2, yani Ankara’dan biraz küçük.

Mevzubahis taş yapılara bir örnek. Dışişleri Bakanlığı'nın da bulunduğu bina

Güzel büyük taş yapılara eşlik eden çirkin apartman dizileri de var insan deposu olarak. Yoksulluk had safhada ve şehrin göbeğindeki o taş yapıların hemen ardından şehir hızla varoşlaşıyor. Bu özensiz apartmanların önünde de arabalar dizili; çoğu eski model Lada ve envai çeşit 4x4’ler. Neden ve nasıl çözemedim ama bu ikisinin arası çok yok sanki. Arabaların çoğunun camları (onların da çoğunun bütün camları) filmli, içerisi görünmüyor. Daha önce Ermenistan’a giden bir arkadaşımın söylediğine göre, özellikle Amerika’da yaşayan Ermeni diasporasının araçları imiş onlar. Ki bu biraz benim soruma yanıt oluyor; zira Ermenistan’da ve yurtdışında yaşayan Ermeniler olarak ikiye bölündüğünde, bu fark bir ölçüde açıklanıyor.

Çok anlaşılmıyor ama butik ülkenin butik benzin istasyonlarından biri. Yoldan geçerken alıyorsun benzinini.

Yaşamın oldukça ucuz, ülkenin fakir olmasına rağmen özellikle kadınlar için biraz abartılı bir bakımlılık/süslülük sözkonusu. Hemen hemen bütün kadınlar kuaförden az önce çıkmış gibi. Çeşitlilikten çok, bir tek tiplik söz konusu hem erkekler hem kadınlar için. Gerçi moda dediğimiz de insanların kendi kendine tektipleşmeye çalışması değil mi zaten? Ama yine de farklı moda akımları yok, 80 sonu 90 başı modası devam ediyor sanki. Kadınlar için dar pantalonlar, yüksek topuklu ayakkabılar, büyük gözlükler; erkekler için deri ceket, pantalon ve mokasen, yer yer spor ayakkabı.


                  Bu esnada modayı bir kenara bırakıp insanları Türkiye-Ermenistan vatandaşı olarak karışık dizerseniz, kimin nereden olduğunu kestirmek oldukça zor. Özellikle Türkiye’nin doğusundan birilerini ayırt etmek hepten zor. Zaten tahmin edilebilecek bir şey bu tabii ve tanıdığım sayılı Ermeni arkadaşımdan da biliyordum ama bu kadar olacağını tahmin etmemiştim. Eninde sonunda bu söylediğim “Erzurumlularla Erzincanlıları karışık diz, valla ayıramazsın” demek gibi bir şey. Sıradaki şarkı Manga’dan gelsin o zaman: We Could be the Same.

29 Mart 2011 Salı

So far no matter how close: Ermenistan (2/4)

Genel olarak Ermenistan’a geçelim. Çok yönüyle “arada kalmış”, öte yandan da Türkiye ve Azerbaycan’ın devlet politikalarını da düşünürsek, “arada bırakılmış” bir ülke Ermenistan. Coğrafi olarak olduğu kadar, kültürel olarak da Türkiye ve Azerbaycan arasında. “Geleneksel Ermeni müziği” konseri vardı örneğin bir akşam. Konserde temel olarak 5 enstrüman vardı. Adını bilmediğim bir davul, ki Azeri müziğinde de bu çok kullanılır; zurna, duduk, kanun ve yine özellikle Azeri müziğinde de çok kullanılan tar (bkz. aşağıdaki fotoğraf). Konuştuğum arkadaş bunların hepsinin halis muhlis Ermeni enstrümanları olduğu düşüncesindeydi. Doğrudur belki, enstrümanların kökenine dair bilgim yok sonuçta. Ama şu çok açık ki, Ermenistan’da duduk diye çok sahiplenilen enstrümanın aynısı o coğrafyanın doğusunda “balaban”, batısında da “mey” adını alır ve halk müziğinde gayet kullanılır. Zurna, bizde de zurnadır, kanun ha keza... Yani –en azından benim bildiğim kadarıyla- oradaki 5 enstrümanın 2 tanesi Türkiye ve Ermenistan’da, 2 tanesi Ermenistan ve Azerbaycan’da, 1 tanesi de her üç ülkenin halk müziğinde kullanılıyor. Keyifli. Müzik konusunu kapatmadan, çaldıkları şarkılardan biri Sarı Gelin, bir başkası Ata Barı idi. Demişken, Sarı Gelin bizim için sadece bir türkü de değil hani...

Geleneksel Ermeni Halk Müziği Orkestrası (Davul, duduk, zurna, kanun, tar)

Bir başka akşam da “geleneksel Ermeni halk oyunları” öğrendik. Çok bilgi sahibi değilim yine bu alanda da ama bildiğim kadarıyla figürler de  aynı coğrafyanın figürleri. Biraz Türkiye, Biraz Azerbaycan gibi, biraz kendi gibi. “Coğrafya” diye bir kere daha vurgulayayım. İster Kafkas deyin, ister Mezopotamya, ister Orta Doğu...
Şehri gezmeye de fırsat bulduk toplantıdan artan zamanlarda. Türkiye’den gelen 4 kişi olarak Soykırım Müzesi’ni ve anıtını görmek istedik ama 8 Mart Salı Dünya Emekçi Kadınlar Günü nedeniyle tatildi ve Pazar-Pazartesi ile birleştirip, müzeyi de kapatmışlar. Son günümüz olan 6 Mart’ta gittiğimiz için ne yazık ki göremedik. Çeşitli ülkelerden gelen ve soykırımı tanıyan diplomatların diktikleri ağaçlarla birlikte anıtı görebildik sadece.
Anıtın adı Tsitsernakaberd ve “küçük kırlangıçların hisarı” anlamına geliyor. Ağrı’nın karşısında bir tepede, iki temel parçadan oluşuyor. Biri gökyüzüne doğru yükselen, “sonsuzluğa” giden ve Ermeni halkının yeniden dirilişini simgeleyen, öbürü 12 parçadan oluşan ve “Batı Ermenistan” olarak adlandırılan, bugün Türkiye topraklarında kalan Ermeni vilayetlerini (Vilayet-i sitte) simgeleyen bloklar. Bu blokların ortasında da sürekli yanan bir ateş var. Ateşin etrafındaki çiçekleri görünce merak ettim, “sürekli geliniyor mu buraya?” diye sordum. Özellikle yurtdışında yaşayan Ermeniler ülkeye geldiklerinde ilk uğradıkları yerin bu anıt olduğunu söyledi Areg. Bunun dışında Erivan’da yaşayan pek çok insan da zaman zaman gelip ziyaret edermiş anıtı.

Soykırım Anıtı ve sol taraftaki uzun duvar

Anıtın yan tarafında üzerinde bir şeyler yazan alçak ve enlemesine uzuun bir duvar var (Fotoğrafta sol tarafta). Bu duvarda da bir sürü kent ismi; Maraş, Sivas, Muş, Diyarbekir, Trabzon, Konstantin... Bize eşlik eden arkadaşın söylediğine göre Ermeni soykırımı sırasında Ermenilerin en yoğun yaşadığı yerlerin isimleri imiş. Ağrı’nın kendilerinin olduğuna dair inançları zaten tam, bunun yanında Kars, Van, Ağrı ve Erzurum’un da dahil olduğu bazı şehirleri “Ermeni şehirleri” olarak adlandırıyorlar.
  
Yemek
Organizasyon boyunca vejetaryenler aç kaldı desek yalan olmaz. 3 öğünde mutlaka türlü türlü et vardı. Kahvaltıda sosis, hamburger köftesi ve kıymalı börek; öğle ve akşam yemeklerinde de kırmızı et-tavuk-balık üçlüsünden herhangi ikisi. Babamın Iğdır’da geçirdiği 2 senede bir gün lokantaya gidip “ya allasen etsiz bi’ yemek yok mu?” diye sormasının üzerine “etsiz yemek oluur?” diye şaşıran garson hikayesini gerçekten çok iyi anladım. Iğdır’ın biraz ilerisinde de durum aynıymış haliyle. Neyse ki bir etobur olarak hiç sıkıntı çekmedim. Kolesterol-puanları toplayıp döndüm eve. Gün detoks günüdür!
Hemen herkesin sıkıntı çektiği bir başka nokta da yemeklerin ardından tatlı alışkanlığının bulunmamasıydı. Bir önceki toplantıda Ankara’da tatlıya boğduğumuz insanlar için özellikle zor olmuş. Kahvaltıda çıkan rulo pasta gibi pastaların dışında gerçekten öğle ve akşam yemeklerinin ardından sadece meyve vardı. Fazla sağlıklı olduğu için çok hoşlanmadım durumdan, evet.
Yemeklerin dışında pestil, pastırma, lavaş, alıç, hurma, shaurma (çevirme – Türkçesi döner) gibi bir sürü ortak şey var tabii ki. Ha, bunlar sunulurken yine “Armenian pasturma”, “Armenian lavaş” diye sunuluyor ama biliyoruz ki nereye gidersen oranın yiyeceği hepsi.

Simgeler
Ülkenin simgesi olan birkaç şey var; Ağrı Dağı, duduk, nar ve nazar boncuğu. Ben gitmeden bilmiyor idim, konyağı da meşhur imiş. Hemen her şeyin bir Ararat isimlisi var. Yani en meşhur konyakları zaten Ararat marka, Ararat adında otel de var, mağaza da var, her şey var. Ama haksız da değiller. Öyle bir heybetli görünüyor ki Ağrı Dağı... Hani bizim için Ağrı Dağı deyince daha çok Büyük Ağrı’dır ya, onlar “Ararat” dediğinde Büyük ve Küçük Ağrı’yı bir arada kastediyorlar. Bütün şehirden görünüyor bütün heybetiyle, Soykırım Müzesi’nin oradan daha bir güzel görünüyor. Ama tabii ki biraz geç de olsa Müze ve Ağrı Dağı arasına bir otel kondurmayı ve görüntünün içine etmeyi başarmışlar. Büyük Ağrı “Masis”, Küçük Ağrı “Sis” olarak adlandırılıyor. Masis aynı zamanda da erkek ismi.

İnsan depoları, Sis ve bulutların ardında Masis

Bir başka önemli simge nar. Hayatın ve doğurganlığın simgesi olarak görülen narı herr yerde görebiliyorsunuz. Şarabını yapıyorlar, nar şeklinde şişelerde satıyorlar. Bütün hediyelik eşyalarda ya nar var, ya Ararat. Gerçek nardan yapılan anahtarlık, kolye vs. Kültürlerinde çok önemli bir yerde özetle.
Duduk da yine simge olarak gördükleri önemli nesnelerden. Daha önce dediğim gibi, Türkiye’de ve Azerbaycan’da da farklı isimlerle çalınıyor olsa da, adı her neyse, o enstrümanın sesini duyunca benim de aklıma Djivan Gasparyan ve Ermenistan gelir. Almak istedim bir tane ama pazarda en ucuz 20 € civarında satılıyordu, paranın dibini görmüştüm çoktan. Bir dahaki sefere.
Bir başka sembol de nazar boncuğu. “Bizim lan o!” mu diyorsunuz? Onlar da öyle diyor, evet. Diğerleri kadar yaygın olmasa da, bizdeki gibi kem gözlere karşı nazar boncuğu görebiliyorsunuz hediyelik eşyacılarda.

18 Mart 2011 Cuma

So far no matter how close: Ermenistan (1/4)


1-7 Mart arasında “bi’ iş için” Ermenistan’daydım. Bugüne kadar gittiğim birkaç ülkeden belki de en büyük merakla ve en değişik hislerle gittiğim yerdi.
Yaklaşık 1.5 yıldır gençlik çalışmaları yapan, her yıl 400-500 civarı genci yurtdışına gönderen bir şirkette çalışıyorum (Geçtiğimiz Cumartesi –yani 12 Mart- son iş günüm idi bu esnada). Bu süre boyunca belki 1000 tane gence kampları anlattım, ülke alternatifleri önerdim. Hemen hemen hiç şaşmadı; Ermenistan, Sırbistan veya Yunanistan deyince envai çeşit gizil/aleni ırkçı yanıtlar aldım. Yüz ifadeleri olsun, sözlü olsun, alaycı gülümsemeler, “pis pis ülkeler değil de...” diye başlayan yanıtlar olsun... Hep onlara şaşırmıştım, Ermenistan’a gidince kendime de şaşırdım.
“Ermenistan’a gidiyorum” deyince gelen yanıtlar da zaten yer yer andırıyordu az önce bahsettiklerimi: “Olm aman Türk olduğunu çaktırma”, “sınırda rüşvet alıyorlar bizden, herkes 7 €’ya alıyor vizeyi ama 30 € götür”, “dışarıda Türkçe konuşma aman” gibi. Ha, benzer kaygıları ben de taşıyordum tabii ki.
Gidiş yolunda ilk sorun bileti alırken çıktı karşımıza. Direkt uçuş yalnızca Çarşamba ve Pazar  var (ve o da İstanbul’dan tabii) ve karayolu seçeneği için de sınır kapısı kapalı. Alternatifler bir başka ülke üzerinden aktarmalı uçmak ve Batum’dan karayoluyla inmek idi. Moskova’dan uçmayı tercih ettik. Gündüz Ankara’dan otobüsle İstanbul’a, gece İstanbul’dan Moskova’ya, sabah da Moskova’dan Erivan’a... Otele vardığımızda toplam 20 saattir yoldaydık. Zaten ilk günümüz “uzaktan” gelen ve “ne güzel, hemen komşudan cırt diye gelmişsinizdir” diyen herkese “biz senin x katın kadardır yoldayız lan!” diye açıklama yapmakla geçti. Devlet dediğin vizontele gibi bir şey işte; yakını uzak eder...
Devlet demişken, Türkiye’den giden 4 kişinin benim de dahil olduğum 3 kişilik kısmı lacivert, biri de yeşil pasaportluydu (Bilmeyenler için: yeşil pasaport, devlet kurumlarında belli mevkilerde çalışanlara ve eşleri ile çocuklarına layık görülen, bir nevi devletin kişilere referans olduğu pasaport türü ve çok ülke yeşil pasaportu olanlara vize uygulamıyor. Lacivert pasaport ise senin benim gibi avam takımının alabildiği sıradan pasaport, hemen her ülke vize uyguluyor. Uygulamayanların sayısı sınırlı.). Lacivert pasaportlarımızla biz geçtik, yeşil pasaportlu arkadaş takıldı bu sefer. Parayı verdikten sonra vizeyi almamız 5 dakika sürdü, yeşil pasaporta vermediler. O ona verdi pasaportu, o öbürüne, öbürü berikine derken, biz otele doğru yola koyulduğumuzda o, bizi misafir edecek evsahibi kuruluşun başkanıyla görüşüyordu (ki bu da Ermenistan’da çalışan bir STK oluyor). Biz otele gittikten yarım saat sonra yeşil pasaportlu arkadaş da geldi; meğer bizi misafir eden kuruluşun başkanı torpil yapıp vizesiz sokmuş arkadaşı içeri. Torpil meselesinde gerçekten bizden ilerilermiş, onu gördüm. Arkadaş vize formunu otelde doldurdu, sonra gidip Dışişleri Bakanlığı’ndan vizesini aldı. Bunu bir Türkiye vatandaşına çıkarılan güçlük olarak mı yoksa sağlanan kolaylık olarak mı değerlendirmem gerekiyor, gerçekten çelişik duygular içindeyim.
Havaalanındaki vize veren asker üniformalı ama ona rağmen gayet güleryüzlü insanlar, pasaport kontrolünde başka herhangi bir yerden farklı davranmayanlar ve orada sorunla karşılaştığımızda yardımcı olmak için koşturanları görünce “Aslında gayet iyi davrandılar yahu?” diye şaşkınlık yaşadığımızı fark ettik. Ki, bu da çocukluğumuzdan beri beynimize yerleştirilen “tu kaka Ermeniler” kalıbının gizil bir ifadesidir. “Aslında...”. Yani “bize yıllardır anlattıklarına göre kötü davranmaları gerekiyordu. Her ne kadar biz aslında öyle düşünüyor olmasak da...”. Üzüldüm bunu fark ettiğim anda, ama yapacak bir şey yok. İliğimize işlemiş “3 tarafı deniz, 4 tarafı düşmanlarla çevrili Anadolu”.
 Otel ve organizasyon kısmı blog okurları için fazla kişisel kalacağından fazla girmeyeyim orasına. Ama yine de şunu söyleyeyim; bu, aynı formatta ve büyüklükte katıldığım 3. toplantıydı. İlki Berlin’de, ikincisi Ankara’daydı, üçüncüsü Erivan’da oldu. Gösteriş ve lüks doğuya gittikçe arttı. Berlin’de bir okul kampüsünde 4 kişilik, Ankara’da bir butik otelde 3 kişilik ve Erivan’da lüks bir otelde 2 kişilik odalarda kalındı; Berlin’de 1 gece ücretsiz içki ikramı yapıldı, Ankara’da açılış ve kapanış partilerinde ilk içki ücretsiz idi, Erivan’da neredeyse her gece ücretsiz içki vardı. Berlin’de toplu taşıma ile herkes konaklama yerine kendi ulaştı, Ankara’da HAVAŞ’tan servislerle alındı, Erivan’da havaalanından konukları almak için taksi tutuldu. Yöresel / “ulusal” şeyler (genelde de yiyecekler) Berlin’de hiç yoktu, Ankara’da bir miktar vardı, Ermenistan’da “hemen her şey” idi.

(1. bölümün sonu. Biraz uzunca bir yazı oldu, hem çok fazla yer kaplamasın birden, hem de baymasın diye parçalara böldüm. Çok fazla fotoğraf çekemedim ne yazık ki ama sonraki 3 bölümde biraz daha fazla fotoğraf olur diye umuyorum. Bizi izlemeye devam edin!)

15 Ekim 2009 Perşembe

Türkiye - Ermenistan Milli Futbol Maçı

Ne maç öncesi tatavası, ne "Serkisyan geliyor mu, gelirse ne olur?" tartışmaları, ne Azerbaycan bayrağı açılmasın krizi, ne de maçın skoru... Benim bu maçtan sonra aklıma takılan bir adet ayrıntı var, o da Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül ve de Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Serkisyan'ın refleksif gecikmeleri. Şimdi, maçı milliyet.com.tr'den takip eden birisinin gözüne şu iki enstantane çarpmıştır herhalde:
İki golde de, Cumhurbaşkanlarının iletişime geçmesi tam iki dakika sürmüş! Serkisyan'ın aklına Gül'ü tebrik etmek golden 2 dakika sonra geliyor. Haydi bir kere oldu diyelim, ya ikincisi niye?
Bence bu konuda bir komplo üretilmeli, ben üstüme düşeni yaptım.