2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

25 Nisan 2013 Perşembe

Türkiye'nin gerçekle imtihanı: Boston edition - 2

Bir önceki yazıda Türkiye medyasının ABD gibi olan bitene burnunun dibindeki internetten anında ulaşılabilecek bir memlekette yaşananları anlatırken ne kadar başarısız olduğuna dikkat çekmiş, yabancı haber kaynaklarını doğru düzgün takip etmeyi beceremeyen, az biraz becerenin de kendini şah ilan ettiği bir medyanın dış dünyadan haber alma konusunda ne kadar yetersiz kaldığını/kalacağını anlatmıştım. Bugünkü yazıda değinmek istediğim ise daha çok olanları gerek önyargı, gerek bilgisizlik sebebiyle yanlış çerçevelendirme durumu.

Bu çok sıklıkla rastladığım bir durum olduğu için bununla başlayayım diyorum: Başka bir ülkede yaşananları, sanki olay Türkiye'de ve Türk insanının başından geçiyor gibi idrak edip yargılamak diye anlatabilirim kısaca. (Bunu yapan tabii ki sadece Türkiye insanı/medyası değil, yani bunu olağanüstü bir durum olarak resmetmiyorum, sadece varlığına dikkat çekmek istiyorum.) Bu fenomenin zararsız hali "konuşurken sağ kaşını hafif kaldırdı, bacak bacak üstüne atarken hafif yana kaykıldı" gibi zibidi vücut dili analizlerinde kendini buluyor, ama büyük olaylarda daha garip bir hal alıyor.

Boston olayları ve ona tepkiler değerlendirilirken mantığın kapıda bırakıldığı haller oldu bu yüzden. Özetlemek gerekirse:

1. ABD 300 milyonluk bir ülke, ve de gelişmiş olduğu için internete erişim çok fazla. Bir ülkenin nüfusunun %5'inin ciddiye alınmaması gereken iflah olmaz manyaklar olduğunu düşünürsek 15 milyon eder. Bunun çeyreğinin dahi internete erişimi olsa, ve böyle durumlarda daha ekstrem seslerin daha gür çıkabildiği ihtimalini de göz önüne alırsak, bol miktarda saçma teori görmek normal. Bunları "topluma dair veri" olarak değil, toplumun genelinin dalga geçtiği çatlak ses olarak kabul etmeli.

2. ABD iki tane komşusu olan, yarımada kıvamında bir ülke, ve de topraklarında bu tür olaylar ortalama 5 yılda bir meydana geliyor. Bu yüzden hem insanlarının aşırı travmatize olup abartı tepkiler vermesi, hem de bunun çok daha fazla haber değeri taşıması normal.

3. ABD anaakım medyası, özellikle "kültür savaşları" moduna geçtiğinden beri saçmasalak bir kıvama geldi. Onunla dalga geçmek mübah, hatta sevap. Gene de bizimkilere etik değerler konusunda nal toplatırlar (Çarnaev'e sürekli "zanlı" denilmesi bile 1 saat içinde suçluyu bulan Türkiye medyasının önünde)

Bunun gibi birçok madde sıralanabilir, iyice teoriye gömülmeden "gerçekten neler oldu" kısmına geçeyim.

Mesela daha patlamalar olalı bir saat bile geçmemişken, her yerde "şüpheli paket" ihbarı yapılırken (Harvard Üniversitesi'ne 3-4 dakika mesafesinde 4 adet paket ihbarına baktı polisler), tarihinde böyle bir olaya şahit olmamış Boston şehrinin polisi doğal olarak "evde kalın" çağrısı yaptı. Olay bir dalga başlangıcı mı, izole mi bilinmiyordu. Şöyle bir yorum geldi kanaat önderi sayılabilecek birinden (20.000 takipçili) bunun üzerine:


Bu önyargının devam filmi, Cuma günü yaşanan "sokağa çıkma yasağı"nda gündeme geldi. Tabii onun ne olduğunu anlamak için, bir gece önce yaşanmış olayları tekrar anlatmak lazım.

Neyin ne olduğu tam olarak bilinmeden, Perşembe gecesi MIT'de bir polisin vurulduğu haberi geldi. Onun üzerine iki silahlı soygun haberi daha duyuldu (bunların biri asılsız, diğeri de alakasız çıktı). Bunu da sindiremeden "araba kaçırılma" haberi alındı. Bütün bunlar 1 km'lik çember içinde ve yarım saatte gerçekleşti. Zaten yeni saldırıya uğramış, tek olayı spor takımları şampiyon olunca sarhoşluktan çıkaran bir şehri panik havasına sokmaya yetti tabii bunlar.

Daha sonra Watertown şehrinde çatışmaya angaje olunduğu öğrenildi. Orada yaşayanlar sosyal medyaya "patlamalar oluyor!" tadında mesajlar attı. (Olayın resimlerini merak edenler bir Watertown sakininin çektiği resimlere buradan bakabilirler.) Daha sonradan zanlıların bir adet daha düdüklü tencere bombası kullandığı ortaya çıktı, yanlarında bu patlayıcı ile gezmeyeceklerine göre, MIT'de bir şeyler planlıyor olmuş olmaları mümkün. (Çarnaev'in ifadesini hala daha bilmiyoruz, daha sonra aydınlanacak bu)

Yani bir önceki gece patlayıcıların kullanıldığı bir çatışma olmuş, zanlının yanında neler var bilinmiyor, çatışmada polisler ölmüş ve yaralanmış, zanlı çember içinde bulunamamış iken, "panik halinde son bir saldırı yapmasın" endişesi ile Watertown'da ve genel olarak Boston'da "evinizde kalın" uyarısı yapıldı. Bu bir "sokağa çıkma yasağı" değildi, sadece toplu taşıma kapatıldı. Açık dükkanlar az da olsa vardı. Yolda gezenlere para cezası falan kesilmedi. (İşin ilginci, Boston'da bu sene gerçekten bir "araba sürme yasağı" uygulandı cezaî yaptırımlı, o da kar fırtınası olduğu zamandı) O gün "oh yollar boş" diye New York'a giden insanlar oldu vs. Bu "sokağa çıkmayın" tavsiyesi, toplu taşımanın akşamüstü tekrar devreye sokulmasıyla fiilen bitmiş oldu, zaten 2 saat sonra da "sokağa çıkan" birisinin görmesi ile zanlı bulundu.

Şimdi burada sorunlu addedilecek eylemler var: Örneğin insanların evlerinin herhangi bir izinsiz aranması gibi. O eylemin nasıl gerçekleştiğine dair bir video burada:



Eminim herkesin ev araması böyle "hafif" geçmemiştir, fakat durumun lanse edildiği gibi "ev baskını" olmadığını da vurgulamak lazım. Tekrar ediyorum, bu yaşananın "normal" olduğunu göstermez kesinlikle, fakat bir noktaya kadar vatandaşların rızası ile yaşanmış bir evde kalma/ev aranması durumundan bahsettiğimizi unutmamak lazım. (Ha, bu korku ortamının yaratılmasında güvenlik güçleri ve medyanın etkisi mutlaka tartışılmalı, link'lediğim yazıda maddî hatalar olsa da geçerli sorular soruyor.)

Şimdiye kadarki kısmı bir toparlayayım: Olay sonrası süreçte panik, hak ihlalleri, tahakküm, abartı tepkiler, zenofobi vs. var. Hem seçilen, hem de seçenin abartı tepkileri var. Lakin bu tepkileri tartarken, bunların orantısına da bakmalı.

Örneğin bu konudaki en büyük tartışmalardan birisi, zanlıya "Miranda hakları"nın okunup okunmayacağı oldu.  Zanlı, avukat tutacak parası olmadığı için devlet ona ertesi gün avukat sağladı. Avukatı, Miranda hakları okunmadan yapılmış sorgulamanın delil olarak kullanılamayacağını söyledi. Ucuz Hollywood yapımı diyaloğu gibi gözüken bu prosedürün hepsi, sivil toplum kuruluşlarının da etkisiyle, bu tür bir çıldırmışlık halinde bile takip edildi. Daraltılan hukukî çerçevenin çok güzel bir eleştirisi şurada mevcut, fakat mevzunun hala daha tartışılıyor olması dahi Türkiye'de rastlayamayacağımız bir durum. TMK gibi bir yasayı 10 yıl içinde kaç tane köşe yazısı eleştirdi 3. ve 4. Yargı Paketi öncesinde, bir düşünün.

Ha, bir de Çek Cumhuriyeti ve Çeçenistan'ın karıştırılması muhabbeti var. Mesela bu inanılmaz komik bir şey, ancak buradan bile "Amerikan halkı salak ehuehue" yorumları çıkabildi. İsveç ile İsviçre'nin, Avusturya ile Avustralya'nın muntazaman karıştırıldığı, nüfusunun büyük çoğunluğunun Avrupa ülkeleri, ABD; Çin, Türki cumhuriyetler ve Kuzey Afrika (Osmanlı sağ olsun) haricinde hiçbir ülkenin yerini haritada gösteremeyecek bir ülkeden bu tür yaklaşım görünce insan ister istemez bir iğne arıyor. Hele ki bu tür insanları deşifre ederek komedi unsuru yaratan bir blogun Türkiye'de iş yapmayacağını düşünmek daha bir hüzün verici.

Sözün özü, bu olaylar ileride bir gün yalan yanlış bilgiler üzerine kurulu bir anlatı ile hikaye edilmesin diye bir kaynak, bir şahitlik olsun bu post. Eksiği, fazlası affola.

Not: Yazıyı yollamadan önce bir düşündüm: Bu yazıyı "Amerikan halkı apolojisti" gözükmek pahasına yazmamın esas sebebini bilmiyorum aslında. Gerçeğin bu kadar kötü haber yapılması, insanların olanları önyargılarını pekiştirmek için fırsat olarak görmesi, yaşananların bu algısının bilinçaltısal olarak ileriye dair "bahane" olabilecek olması, medya ve sosyal medyanın kibiri, haksızlık hissi... Her şey olabilir. Belki de sadece bileğimin sakatlığından ötürü yeterince yazamamışlığın birikmesinin verdiği rahatsızlıktı. Twitter'da şu an hatırlamadığım bir arkadaşın dediği gibi "bizim liberallere siyah ve beyazın da renk olduğunu öğretin, HER ŞEY GRİ OLMAK ZORUNDA DEĞİL" sendromudur belki de. Neyse.


24 Nisan 2013 Çarşamba

Türkiye'nin gerçekle imtihanı: Boston edition - 1

Boston patlamalarından sonra yaşanan süreçte hiç şaşırtıcı olmayan fakat gene de aydınlatıcı ve de not düşülmesi gereken iki olgu var. Birincisi, medyanın -ki biz bunlara dünyanın her yerinden haber alma hususunda güveniyoruz hesapta- bilgiye en kolay ulaşacağı ABD gibi bir yerde çuvalladığı gerçeği, ikincisi ise insanların birinci olgu ile bağlantılı olarak, konuya dair geçerli ve kapsamlı bilgilere sahip olmaması. Bu doğrultuda iki yazı yazmak istiyorum. Öncelikle medya ve medya figürleri ile dalga geçeceğim, ikincisinde ise -eğer hevesim olursa- olan biteni olanca ayrıntısıyla anlatıp, konuyla ilgili süreçte yapılan çıkarımlara ışık tutmaya çalışacağım (onu yaparken de dalge geçeceğim çok hoş insanlar var tabii)

Sinirlerimin en çok tepeye çıktığı gün küçük kardeşin arandığı gündü, o günden birkaç haberi not düşmüşüm. Süreçte eminim daha çok saçmalıklara maruz kalındı ama o kadar vakit harcayasım gelmiyor.

Öncelikle Radikal'in haberine bakalım:

Daha en baştan yanlış bir bilgiyle başlıyor haber, zira resimdeki "Boston bombacılarının evi" değil, Watertown'da arama yapılan evlerin herhangi birisi. İkincisi, o gün sadece bir "operasyon" yapılmadı, belirli bir çember içindeki bütün binalar arandı. Üçüncüsü, "Dzohokhar Tzarnaev, Boston'a sınır kentlerden biri olan Watertown'da bir evde köşeye sıkıştırıldı." ifadesi de yanlış, çünkü bu haber yayınlandığı anda hala daha bulunamamıştı kendisi. Dördüncüsü, Radikal kardeşin adını yanlış yazdığı gibi (ya Dzhokhar yazın, ya Cohar diye translitere edin, ya da Amerikalıların tercih ettiği gibi Jahar deyin, Noel Baba gülüşü gibi "Cohohar" uydurmayın) haber boyunca da ne yazacağına da bir türlü karar veremiyor, zira Dzohokhar, Dzhozkar, Dzhokhar, Dzokhar gibi her varyasyonu deniyor.

Radikal ne ki, çalışanı ne olsun: Bir başka habercilik fiyaskosu da Cohar'ın yakalanma operasyonu sırasında Cüneyt Özdemir'den geliyor. Özdemir, hata yapmakla kalmıyor, bir de hatasıyla ve yapamadığı gazetecilik ile övünüyor. Kendisinin zırvalamasından şu tweet'i ile haberdar oldum.

Kendisi sanki olay yerinden bildiriyormuşçasına 20.46'da "ABD basınını atlatıyorum" öz-övgüsünde bulunuyor -ki Türkiye'de ikamet eden birinin haber kaynağı ABD basını değil de ne olabilir, çok merak ediyorum-, lakin işin komiği, şu tweet'i ben kendisinden iki dakika önce, bizzat ABD basınından bilgilenerek atmıştım:


Burada "ABD basınını atlattığı" övgüsüyle kendinden geçen Özdemir, zanlının yakalandığı haberi geçilmeden 16 dakika önce, operasyon bir saate yakın süredir devam ederken ise şunu yazıyordu:


Radikal'i bir kenara koyup, Milliyet'e bakalım: Olay günü Watertown'daki bütün evlerde arama yapılırken, kendilerinin ön plana çıkardığı gelişme şu:

Haber metninde de Watertown'ı Waterfront yapmayı beceren Milliyet, haberi geçtiği sırada "sokağa çıkma yasağı" -ki öyle bir yasak yoktu zaten, "sokağa çıkmayın" tavsiyesi ile "sokağa çıkma yasağı" çok farklı şeyler- kalkmış olmasına rağmen "birkaç gün sürecek" bilgisine yer veriyor.

Bunlara ufak tefek hatalar desek bile, şu akıl ve mantık süzgecinden zerre geçmemiş ifadeye yer verebilmek büyük başarı ister: "Boston polisinin peşine düştüğü Dzhokhar A. Tsarnaev ise internette yayımladığı mesajda, Hepinizi öldüreceğim. Siz kardeşimi öldürdünüz ifadesini kullandı." Böyle bir mesajın yayınlandığı falan yok, her zaman olduğu gibi büyük bir olaydan sonra açılan sahte Twitter hesaplarından birinde geçen bir ifade bu.

Gelelim Sabah'a. Haber metni şimdiye kadar gördüklerimiz arasında en derli toplu olan gazete, kağıt üzerinde olmayan çok büyük bir saçmalığa imza attı. Arkadaşımın Facebook'unda "Boston" bilgisini gören gazete, onu arayarak olayla ilgili bilgi almak istedi. Vallaha atmıyorum. Evet, bütün olan biten ABD medyasının her türlü kaynağında anlatılırken, Sabah gazetesinin metodu Facebook'ta "Bostonlu Türk" arayıp ona soru sormaktan ibaret.

Dediğim gibi, birçok medya kuruluşunda irili ufaklı hatalara rastlamak mümkündü, fakat bu dört örnek meseleyi gayet güzel toparlıyor. Tekrar etmek gerekirse, burunlarının dibinde milyon tane kaynak varken doğru düzgün haber yapmayı beceremeyen bu medya kuruluşlarından Afrika'da vs. olan biteni öğrenmek nasıl bir hayal, düşünün. Zaten mesela Star gazetesinin köşe yazarı öyle bir Mali portresi çizmişti ki hiç çizmese daha iyiydi.

(devam edecek...)

27 Mart 2013 Çarşamba

Öcalan Mandela olur mu? Bir münazara.

Sevgili okuyucular, hepinize merhaba. Bugünkü münazaramızda, Öcalan'ın Mandela ile ne kadar benzeştiği, bu iki liderin rollerinin aynılığı üzerine bir tartışma olacak.

Öncelikle "Öcalan Mandela olamaz" diyen tarafın görüşlerini anlatması için sözü Sevilay Yükselir'e bırakıyorum:

Öcalan'ın kendi durumunu, Mandela'nın hapisteki durumuna benzeterek devletten serbestlik istemesine birkaç noktada itirazım var!
Bir kere aynı uğurda -halkların eşitliği ve özgürlüğü- konusunda mücadele veriyor olsalar da ikisinin de mücadelelerinde kullandığı yöntemler farklı! Silahlı mücadeleden yana olsa da Mandela o silahların masum insanları, sivilleri hedef almasına asla izin vermedi! Kullandığı dilde her zaman ırkçılığın her türlüsünün bir insan hakkı suçu olduğunu vurguladı. Çok kötü koşullarda cezaevinde tutuklu olmasına, 27 yıl boyunca ona sürekli taş kırdırılmasına rağmen efelenmedi, onu içeride tutan faşizan güçlere. Diklenmedi. Mağrur bir özgürlük savaşçısı olarak hayat sürdü hapishanede. O hiçbir zaman, "Astığım astık! Kestiğim kestik!" demedi yani. İşte bu yüzden de dünya kamuoyunu arkasına aldı Mandela. Onun serbest kalması için sadece Afrikalı siyahlar değil, dünyanın bütün özgürlükçüleri, insan haklarına bütün inananlar mücadele etti. O serbest kaldığında özgürlükçü beyazlar da en az siyahlar kadar sevindi. Bir de tabii onun örgütü ve Afrikalı Siyahlar üzerindeki gücüyle Öcalan'ın bütün Türkiye'nin Kürtleri, PKK'lı gerillalar, Kandil'dekiler üzerindeki etkisi kıyaslanamayacak durumda! Bambaşka! Özellikle Silvan meselesinde de ortaya çıkmıştır ki gerek Kandil, gerekse yasal zeminde uzantısı olan BDP'li siyasiler için Öcalan'ın talimatlarının filan pek bir anlamı yok artık! Buradan da şu sonuca varılabilir ki; Öcalan serbest kalsa dahi onu çok fazla kaale almadığı ayan beyan ortada olan PKK'lılar savaşmaya devam edecektir!

Değerli görüşleri için Sevilay Hanım'a teşekkürler. Şimdi karşı cephenin görüşünü anlatmak için sözü tekrar Sevilay Hanım'a veriyorum:

Öcalan'ın Mandela'yla aynı kaderi paylaşabileceği ihtimali ise son derece gerçekçi ve mantıklı bir yaklaşım. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar bu memlekette ama ben de böyle düşünüyorum. Eğer başarıya ulaşırsa Öcalan'ın bu sürecin sonunda serbest kalmama ihtimali sıfırdır bana göre! Ve ayrıca adının Mandela gibi bir "barış figürü" olarak tarihe yazılması da uzak ihtimal değildir! Gerçekten de ikisinin hikâyeleri de aynılığa doğru yol alıyor.

Bunu söylediğim için bazıları havaya zıplayacak ama onlara tavsiyem, bunu yapmadan önce Mandela'nın yaşam öyküsüne bir zahmet göz atmaları. Bugün dünyanın en saygın devlet adamları arasında sayılan o Mandela, politik hayatına çok kanlı eylemlere imza atan "Ulusun Mızrağı" isimli örgütü kurarak başlamıştır. Halkı için özgürlük savaşçısı olan o Mandela, ülkesini yönetenlerce "eli kanlı katil bir terörist" olarak görüldüğü için 28 yılını zindanlarda geçirmiştir. Barış için çözüm arayan devlet, o Mandela'yla masaya oturduğunda hâlâ hapisteydi. Ancak o Mandela hapisten çıktıktan sonra barış için gösterdiği çabanın karşılığında Nobel'le onurlandırıldı.

Dedim ya yukarıda! Birilerinin hâlâ urganla gezdiği bir ortamda; "Sonunda Öcalan da serbest kalacaktır!" demek gerçekten de sıkıntılı, söyleyebilen açısından ama yapacak bir şey yok! Gerçek bu ve bence bu gerçeği de konuşmanın tam zamanı.

Evet, Sevilay Hanımları dinlediniz. Ola ki iki yıl sonra devlet 3. bir pozisyon alsa, Sevilay Hanım'ın oraya yükseleceğini tahmin etmek zor değil.

Türk medyasındaki tutarsızlıklar malum, ne kadar arsızca yapılmış olursa olsun kimsenin de hesap sorma ihtiyacı ve de hesap sorulma korkusu yok. Bu tamam, Sevilay Yükselir'e kadar daha neler yapanlar var zira.

Fakat burada daha önemli bir nokta var: Ya Sevilay Yükselir, iktidarın ağzı değiştiği için kendini yeniden programlamaya çalışıyor ya da kendisi 2 yıl önce bir şey demesi için yönlendirilirken bugün başka bir yöne gitmesi telkin ediliyor. Bu iki ihtimalden hangisi gerçek olursa olsun, 2 sene önceki kafanın bugün sesinin daha az çıktığını görmek, iktidar apolojistliği malum bir kalemin de bu tür bir ağız değişikliğine utanmazca gittiğini görmek bence umut verici bir gelişme.

Eğer ileride devletin 2009-2013 arası Öcalan'a ve Kürt hareketine karşı tutumunu anlamak isteyen olursa sadece onun ağzına değil oynattıkları ağızlara da bakması isabetli olacaktır. Böyle de bir dipnot bırakayım bu müstakbel araştırmaya dair.

24 Mart 2013 Pazar

Ateşkese ve barış sürecine dair

Laf kalabalığına daha düzenli bir formda katkı yapmak ümidiyle. (Sıkılan son maddeye geçsin)

1. Neden ateşkes oldu ve barış süreci olgunlaşıyor?

Bugüne kadarki empas: Daha önce "Kürt Sorunu, Pozisyonsuzluk ve Şiddet" diye bir yazı yazmış, sorunun çözülmesine dair bir sıkıntıdan bahsetmiştim: Devletin PKK'yı işine gelince "terörist örgüt" olarak görmesi ve operasyon yapması, işine gelince de görüşmede taraf olarak alması bunlardan biriydi, yani devlet karşıdaki tarafla barış yapıp masaya mı oturacak, yoksa bu örgütü doğuran koşulları ortadan kaldırmaya mı çalışacak, belli değildi. "Hem karnım tok olsun, hem ekmeğim somun olsun" kafasıyla sorun çözülemezdi, nitekim çözülemedi de. Devlet, BDP'yi Kürt hareketinin siyasal temsilcisi olarak görmeye ve PKK'yı doğrudan muhatap almaya hiç olmadığı kadar yakın. (%100 değil henüz, zira KCK davası gibi bir hayalet var ortalıkta gezinen) Ama bu kilitlenme çözülüyor gibi, güvenlikçi kafa da görüntü itibariyle kısmen tasfiye edildi.

Oyunun kurallarının değişmesi: Şimdiye kadar iki tarafın da fedakarlık yapıp, elinde tuttuğundan daha iyi bir sonuç alabileceği denklem yoktu. Bir nevi tutsak ikilemi. Milliyetçilik fenomeni, iktidarın güvenlikçi söylemden ekmek yemesine, bu söylemin sürmesi de Kürt tarafının silahlı mücadelesinin kendi kitlesi gözünde meşru kalmasına yol açıyordu.

Bu durumda ya iki tarafın da kazanacağı bir gelişme olacak, ya da oyunun yapısı değişecek ki bu kilit kırılsın: Aradığımız gelişme de Arap Baharı ve onun getirdiği dinamikler oldu. Birincisi, Suriye, Irak, İran gibi ülkelerle aramızın bozulması, PKK'yı potansiyel olarak daha güçlü bir konuma soktu. İkincisi, değişen koşullarda (ve yakın gelecekte sınırlarda) Kürtler yeni bir doğal partner olarak ortaya çıktı.

90'lı yıllarda da dile getirilmiş bir "federasyon" ya da "konfederasyon" düşüncesinin günümüzde optimal bir çözüm olabileceğini söylemek artık idealistlik/komploistlik değil.

2. Neden henüz barış değil?

Kurumsal değil, kişisel ilerleyen süreç: Benim barış süreci konusundaki en büyük endişem, Türk tarafındaki beklentisizlik. Hükümet ve sözcü medya cephesinden gelen söylemlere bakınca iki ihtimal ortaya çıkıyor: Ya Türk tarafının nabzı düşürülmeye çalışılıyor, ya da cidden erk sahibi ciddi bir kesim burada kendi koşullarıyla bir savaş kazandıkları/örgüt yendikleri düşüncesinde. Kurumsal altyapı oluşmadan (meclis kararı, komisyon, kanunlar vs.) bu sürecin birkaç kişinin iradesine bağlı olarak ilerliyor olduğu ihtimali korkutucu. Hele ki "oh barış geldi" haklı rehaveti varken.

Ağırlıkla Kürt tarafının adımları: Bu girişi okuyunca "ne yani hükümet ilk defa barış masasına oturdu daha ne yapsın?" tadında bir tepki verebilirsiniz de, bu sizin miyopik bir halde Türk tarafından baktığınız haricinde bir şey göstermez. Dışarıdan bakılınca mesele şu: PKK, daha önce 8 defa ateşkes yaptı ve ne olduğunu biliyoruz. Öcalan, daha önce de silahlı mücadeleyi bırakma kararı aldı ve gene ne olduğunu biliyoruz. "Bu sefer farklı" geçerli bir sebep, diğer hallerde eksik kalan "güven ortamı"nın varlığı da olumlu, lakin daha yolun başındayız.

Meselenin demokratikleşme sürecinde direkt olarak Kürtleri ilgilendiren konu başlıkları var. Hakikatleri Araştırma Komisyonu, Terörle Mücadele Kanunu, seçim barajı, anadil hakları, yerel yönetim vs. gibi boyutları var. Bu konuda adımların gelmeyip "hadi çekilin artık" denmesini, birkaç ay sonra bir "operasyon kazası" (bkz: Silvan) olursa verilecek "hani PKK silah bırakıyordu" tepkilerini düşünmek dahi istemiyor insan.

3. Aydına düşen rol ne?

Lüzumsuz müdahiller: Bu âkil adamlar vs. muhabbetlerine hiç girmeyeceğim. Eğer bu sürecin adını barış koyduysak, savaşan iki taraf olduğunu kabul ediyoruz demektir. Barış kararını savaşanlar verir, "niye öyle barışmadın da böyle barıştın?" falan diye hesap sorulmaz. Bugüne kadarki süreçte "hem toptan şiddete karşıyım :(" demek nasıl tutarsız bir görüş idi ise, "böyle barış olmaz" demek en az aynı derecede tutarsız.

Demokratikleşme zemini: Yukarıdaki soruda bahsettiğim gibi, herkes elinden geldiğince bu süreçte düzgün bir diyalog zemininin oluşması için çaba sarf etmek zorunda. Kurumsal yapının oluşması hususunda kamuoyu oluşturmak, herhangi bir tarafın "güven" ilkesini zedeleyici hamlelerini eleştirmek, birincil görev. Bu konuda Nuray Mert'in dün yazdığı yazı gayet isabetli.

Kayıtsız şartsız devletten taraf olmaya alışmış, "bu hükümet buraya kadar getirdi, destek olmalı" ağzını hiç bozmayacak kalemler, veyahut kendi mesuliyetini Kürt hareketinin sırtına yıkmaya alışmış isimlerin sesinden daha gür ses çıkarmalı.

4. Özet geç lan.

- Bu sorunun oluşması için en büyük engel, "güven sorunu" aşılmış gibi duruyor. Bunun bozulmaması için uğraşmak elzem.
- Artık üniter ulus devlet paradigması bitti. Buna alışmak lazım.
- Ortadoğu'da oyunun kuralları, tarafların çıkarları değişiyor. "Kazan-kazan" bir formüle destek vermek, herhangi bir "kazan-kaybet" ile kalakalmaktan yeğdir. Zaman durmuyor, akıyor.
- Bu savaşın bir tarafı Kürt hareketidir, onların razı olduğu çözüme Türk tarafından kibirle bezenmiş ses çıkarmak halt etmektir.
- "Onurlu" (ne sinir olurum şu lafa da) çözüm isteyen özgürlükçü/demokrat (bu da ideoloji oldu çıktı başımıza) insanın yapması gereken, demokratikleşme için devletin atması gereken adımlar konusunda onu sıkıştırmaktır.
- Herkes kendi çıkarlarını, koşullarını düşünerek siyasî zemine dahil olsun. Kalıcı bir barış, güvenlikçi uygulamaların azalması, ekonomik-sosyal konuların tartışılmasının önünün açılması, meclisteki muhalefetin niteliğinin değişmesi hayırlı olacaktır.
- Rehavete kapılmamak lazım. Deplasmanda avantajlı bir skor elde etmiş olabiliriz ama kontratakları güçlü bir rakip hala daha mevcut.

20 Mart 2013 Çarşamba

AİHM'nin Balyoz kararı gerçekten ne diyor?

Deveye "boynun neden eğri" diye sormuşlar, "Türkiye medyasının özellikle beynelmilel husuları aktarmalarına güvenmediğim için her haberi ya Google'dan iki defa kontrol ediyorum, ya da gidip orijinal kaynağı buluyorum, bilgisayar başında canım çıkıyor" demiş.

Bu sefer mevzu Balyoz kararı, ya da resmi adıyla Çakmak v. Türkiye. Emekli Tümamiral Cem Aziz Çakmak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne tam 6 konuda başvurmuş, bunların 4'ü mutlak, 1'i şartlı olarak reddedilmiş, 1'i de henüz hükme bağlanmayıp Türkiye'ye bildirilmiş durumda. Nereden biliyorum, çünkü kararın orijinalini okudum, özet geçeceğim (hukukî lingoda sıkıntılar olabilir, ben sadece okuduğumu anlatıyorum):

1. Çakmak'ın "tutukluluğa karşı etkili olarak iç hukuk yollarını kullanamadığı" yönündeki şikayetini mahkeme "halihazırda karar verecek bilgimiz yok" deyip Türkiye'ye bildirmiş, yani henüz hükme bağlamamış. Kararda yargı erkinin kendisinin salıverilme taleplerini savunma makamını dinlemeden reddetmesi konusunun açıklığa kavuşturulması isteniyor.

2. Çakmak'ın "tutukluluğunun iç hukuka ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı olduğu" şikayeti reddediliyor. Mahkeme, tutukluluk için gerekli deliller ile hüküm için gerekli delillerin farklı nitelikte olacağına, Çakmak'ın tutukluluğu için yeterli şüphe olduğuna, delillerin hem sahte, hem de gerçek olduğuna dair raporlar olduğuna fakat bunun tutukluluk aşamasında çok manidar olmadığına dikkat çekiyor. 

Esas dezenformasyon bu hususta yapıldığı için tekrar yazayım: Mahkeme "deliller gerçek, kesin, müthiş" falan gibi bir yorum yapmıyor. Mahkeme sadece delillerin yarattığı şüphenin tutukluluğa yeterli olduğunu söylüyor. Çünkü Batı standartlarında "darbe teşebbüsü" çok ciddi bir suç, bizdeki gibi öğle arası atıştırması değil.

3. Çakmak'ın "tutukluluk süresinin uzunluğu"na yönelik şikayeti reddediliyor. Mahkeme, davanın özel niteliği ve ciddiyeti göz önüne alınırsa 20 ay tutukluluk süresinin kabul edilebilir olduğunu söylüyor.

4. Çakmak'ın "yargı sürecinin uzunluğu"na dair şikayeti de reddediliyor. Mahkeme, davanın boyutunu göz önüne alıyor ve yargı makamının üç yıllık süre zarfında "boş durmadığını" belirtiyor.

5. Çakmak'ın "adil yargılanmama" şikayeti reddediliyor, fakat tekrar başvuru yapma hakkı saklı tutuluyor. Mahkeme, şu an gerekçeli kararın hazırlandığını ve de daha temyiz sürecinin var olduğunu belirterek, iç hukuk yolları tükenmediği için şu noktada "adil yargılama" konusunda bir hükme varamayacağını söylüyor.

İkinci dezenformasyon da burada geliyor: Mahkeme "Balyoz davası yargılaması adil yapılmıştır" hükmüne varmıyor. Eğer yargı süreci nihayete varınca hala daha bu adaletsizliğin devam ettiği kanısı varsa tekrar başvuru yolunu, aynı Çetin Doğan'ın kararında olduğu gibi, açık bırakıyor.

6. Çakmak'ın "masumiyet karinesinin ihlali" şikayeti, bu konuda hiç delil sunulmadığı için reddediliyor.

Şimdi buradan ne çıkar? Balyoz davasına dair en sağlıklı itiraz, yargılama sürecinde delillerin değerlendirilmesi gibi mühim bir aşamanın atlanması idi. Bunun yanısıra hem deliller, hem tanıklar hususunda da soru işareti yaratacak işler yapıldı. (bkz: Doğan Akın'ın bu yazısının 25. maddesi) 

Eğer ki bu sakıncalı durumlar temyiz sürecinde açıklığa kavuşturulmazsa, AİHM'ye tekrar yapılacak bir başvuruda hükümlüler hem delillerin sahihliği, hem de yargılama sürecinin adilliği konusunda gayet sağlam itirazlarda bulunma şansına sahipler. Şu an AİHM sadece iki ciddi sanığın "tutukluluk" sürecine odaklanıyor, ve o yüzden bütün bir dava sürecini onayladığı gibi bir kanaat ziyadesiyle eksik kalır. 

Son 5 yılın en büyük 3 davasının en çok kredibilite sahibi olan Balyoz'un adaletli bir şekilde sonlanması için bir kez olsun kamplaşmayı, dezenformasyonu, "adamın gol diyor" muhabbetini bırakıp, bu dava sürecini hakkaniyetle irdelemek şart. 

Olmayacak duaya amin demekten kim ölmüş.




20 Şubat 2013 Çarşamba

HDK niye Karadeniz'e gitti?

HDK'nın Sinop ziyaretinde çıkan olaylar sonrasında "onlar da gitmeselerdi ya" tuzukuruluğu ve "vekil değil mi, istediği yere gider" ideali arasındaki alana nüfuz etmeye çalışan hiçişleri, şu makul soruyu sormuş:
Siyaset, idealler için pragmatik yöntemlerle yapılır. O bakımdan, dışarıya denen laf “barış anlatmak için, kucaklaşmak için” olur ama benim bildiğim kadarıyla bu tip hareketler planlanırken “haydi Karadeniz’e gidelim de barış için halkla kucaklaşalım arkadaşlar” denmez. 
O bakımdan, seyahat ve propaganda özgürlüklerine sahip çıkarak, AKP demokratı arkadaşların yaptığı gibi ‘otursaydınız oturduğunuz yerde’ demeden, ‘provokasyon yapmaya gittiler oraya’ gibi komplo teorilerine bulaşmadan, bu gezinin pratikte amacı neydi ben bunu merak ediyorum. 
Ben HDK'lı olmadığım için bu sorunun muhatabı da değilim, cevabını da bilmiyorum; lakin bu hamlenin siyaseten hesapsız bir hamle olduğunu da düşünmüyorum. Kendimce mantığını açıklayacağım:

1. BDP, devletin ısrarla "Öcalan tek muhatap" zemininde yürütmeye çalıştığı müzakerelerde kendine bir siyaset zemini açmaya çalışıyor. Bunu yapabileceği çeşitli yollar var: Sürece ite kaka müdahil olabilir ve o kendisi için iyice daraltılmış siyaset alanını açar, tali rolü kabul eder ve bunun için iyi niyet/mağduriyet gibi kozları oynar vs.

a. Eğer Karadeniz gezisi başarıyla geçse idi, HDK'nın siyaset zemini doğal olarak genişleyecekti.
b. Eğer Karadeniz gezisinde olaylar, protestolar vs. olsaydı, bu sefer de HDK "ben çözüm istiyorum, esas mihraklar belli" mesajının altını çizmiş olacaktı.

2. Karadeniz gezisinde, HDK'ya saldırılarda devletin rolü de HDK'nın ve hareketin belirleyeceği tutum için bir gösterge olabilirdi.

a. Örneğin devlet bu protestoları Sinop'taki haline gelmeden de bitirebilirdi, lakin iddialara göre sivil polis protestoculara adı ile hitap ediyormuş. (bunu dün Twitter'da birebir alıntı olarak gördüm ama bugün bulamadım ne yazık ki) Yani burada devletin yahut belirli mekanizmalarının hala daha %100 sürecin arkasında olmadığı sonucu çıkmakta.
b. Öte yandan olayların büyümesi de engellendi, yani kontrollü bir gerginlik yaşatıldı. Sonrasında Erdoğan'ın da verdiği ılımlı mesaj -ki bu Twitter'da "onlar da gitmeseymiş!" diyenlere de dolaylı bir ayar oldu- da HDK'nın en azından tali rolünü onayladı.

3. BDP'nin özellikle devlet ve medya kanadından getirilen "Türkiye partisi olun" eleştirisine de bir yanıt Karadeniz gezisi ile verildi.

a. Toplumsal bir mutabakat zemini oluşmadan, BDP'nin yahut Kürtlerin Türkiye'nin kimi kesimlerinde nasıl karşılanabileceği görüldü.
b. Bu milliyetçi tepkiye ciddi bir tepki duyacak Kürtlerin de "barış süreci"nde rolünün önemli olacağı, sürecin ve PR çalışmalarının sadece "makbul Kürtler" ile yürümeyeceği görülmüş oldu. Yani BDP kendi sahasında güç kazandı.

Bundan daha farklı yorumlar da geliştirilebilir tabii ki, ve belki bunlar afakîdir, bilemiyorum. Fakat özetle dediğim, HDK'nın Karadeniz gezisinin "halklarla kucaklaşma" gibi bir amaçla yapılmış aceleci bir adım olmaktan öte anlamlarını arayınca bulmamak zor değil. Hareketin içindeki kimi 20+ yıllık siyasetçiler bu kadar naif değillerdir eminim ki.


29 Ocak 2013 Salı

Sedat Laçiner'in gözünden bambaşka bir Mali

Türkiye medyası, liberaller, muhafazakarlar, solcular vs. Mali'de çetin bir sınava tabi tutuldular gene. Zira Mali'de bir diktatörlük var, bağımsızlık mücadelesi veren Tuaregler var, radikal İslamcılar var, El Kaide var, "emperyalist" müdahale var, var oğlu var ve bunlar alışılagelmedik ittifaklar içindeler. Hal böyle olunca, aidiyetlerini prensipler değil de zümreler belirleyen ideolojiler, sakala mı bıyığa mı tüküreceğini bilemeyip gerçeği eğip bükmeye başlıyorlar. Bunun en nadide örneği ise 657'ye tabi köşeci Sedat Laçiner'den geldi. Kendisi Mali'yi öyle bir anlatmış ki, yıllar öncesinde Barış Manço'dan dinlediklerinize sadık kalsanız konuyu daha iyi anlarsınız. Bakalım:

"Suriye’de iki yıldır kan gövdeyi götürüyor olmasına rağmen Batı kaçak güreşmeye devam ediyor. Adeta iki tarafın da birbirini katletmesi için ortam hazırlanıyor."

Laçiner daha ilk cümleden yazısındaki komplocu tonu koyduruvermiş. Tabii uluslararası müdahalenin, hele ki bütün tarafların desteği alınmadan girişildiğinde nasıl fiyaskoyla sonuçlanabileceğini daha önce hiç görmediğimiz için (mesela Irak, Sudan, Afganistan falan cennet cennet) Batı'nın isteksizliği sadece ve sadece "iki tarafın birbirini katletmesi için ortam hazırlıyor" olması ile açıklanabilir.

"Diğer taraftan Fransa eski sömürgelerinden ve Batı Afrika ülkesi Mali’ye oldukça riskli ve pahalı bir operasyona girişti."

Her operasyon risklidir ve pahalıdır, fakat bu operasyona Fransa haldır huldur girmedi. Laçiner'in, yazının devamında da görmeyeceği gibi bir çok ülkeden ve uluslararası kurumdan destek alıyor. Bunun yanısıra, Fransa Afganistan'dan çekilerek yaratacağı fonları Mali'ye aktarmayı planlıyor.

"(...)Mali’ye yakından bakacak olursak bu ülkedeki çatışma görüntüde bir din çatışması değil. Ülke nüfusunun % 90’ı Müslüman. Hıristiyanların oranı ise sadece % 5."

Laçiner çok haklı, çünkü dünya üzerinde Müslümanlar hiç birbiriyle savaşmaz. Mezhep diye bir şey yoktur mesela. O yüzden Mali'de farklı İslami grupların olması da önemsiz. Bütün bu İslamî grupların Vahhabi olup, Mali'deki Müslümanların çoğunun Sufi olması, İslami grupların farklı bir İslamî devlet tahayyül etmesi de meselenin dinle alakasını göstermez.

"Çatışma daha çok kuzeyde yerleşik olan Tuaregler’in ve müttefik kabilelerin bağımsızlık mücadelesi gibi cereyan ediyor."

Meseleye yakında bakınca biraz fazla özet geçmiş Laçiner. Tuaregler'ın bağımsızlık mücadelesi on yıllardır var olan bir süreç, fakat Tuaregler radikal İslamcı hareketin silah gücüyle başa çıkamayacağını anlayınca piyasayı onlara devrediyor. Yani oradaki işbirliğine "ittifak" deyip geçmek, bu dinamikleri fazlaca basitleştirmek demek. İttifakın üyesi grupların, diğer gruplarla çatışması, onlar için ölüm listesi hazırlaması da enteresan cidden. Konunun çözülmesi için Mali hükümetine Tuareglerle ittifaka gitmesinin dahi önerilmesi de Batı'nın Laçiner'in vizyonuna sahip olamamasından ileri gelse gerek.

"Fransa ve Batı’nın iddiası ise savaşın El Kaide ve diğer İslamcılar ile ılımlı/laik Müslümanlar arasında olduğu yönünde. İşin içine ‘radikal İslamcılar’ ifadesi girince akan sular duruyor ve her türlü müdahale meşru hale geliyor. Hatta ortada dinci, İslamcı vs. yoksa bunlar da birileri tarafından üretilebiliyor."

Laçiner'in en başarılı gerçek bükümü burada. "Batı'nın iddiası böyle, ama gerçekte böyle değil çünkü ben diyorum, ekstra bilgi de vermeyeceğim. Yerseniz." Ayakta alkışlıyorum.

"Üstelik İslam dünyasında iktidarlarını devam ettirebilmek için bu üretim işini Batılı istihbarat birimlerine bırakmayacak kadar ‘düşünceli’ yönetimler de var. Bakınız Mali’nin bazı komşuları."

Halbuki bu komşular oradaki İslamcı grupların ve hatta Türkiye'nin çıkarlarını düşünmeliydi kendi çıkarları yerine. Ayıp ettiler.

"Suya düşen yılana sarılır misali, Mali’de çatışmalar hızla yayılınca Mali halkı da Hükümeti de Fransa’nın askeri müdahalesini tek çıkış yolu olarak gördü. Tüm Batı dünyası Fransa’nın arkasında."

Birincisi, hocam o suya değil, denize düşen olacak ama neyse, konumuz bu değil. Burada da Laçiner, yazının başından beri imal ettiği "bu hep Batı'nın oyunu" masalına devam ediyor da, mesela Afrika Birliği'nin "Mali'ye müdahalede geç kaldık" deyip Fransa'ya teşekkür etmesi, operasyon için 50 milyon dolar ayırması falan önemsiz ayrıntılar. Ama zaten Afrika Birliği ne ki, alt tarafı Fas hariç bütün Afrika ülkelerinin üyesi olduğu bir organizasyon.

"Şüphe yok ki Mali halkının huzuru ve mutluluğu Fransa’nın ve Batı’nın ilk önceliği değil. Geçmişte Afrika’ya kan kusturmuş bu ülkeler için 2 büyük tehlike var: 1) Çin, 2) Kıtada hızla yayılan İslam."

Evet hocam, şüphe yok ki bütün Afrika ülkeleri de müdahaleyi bu yüzden destekliyorlar.

"Çin, son 10 yılda tüm kıtayı ticaret ve mali yardımlarla adeta işgal ediyor. Çin, Batı’dan farklı olarak bölge yönetimlerine müdahale etmiyor, askeri darbeler düzenlemiyor, Afrikalıları küçük görmüyor vs. (...)"

Kadir kıymet bilmeyen Afrikalılar da Çinlilerden aldıkları parayı operasyon yapsınlar diye Fransa'ya veriyorlar!1!

"İkinci büyük tehlike ise Afrika’nın en hızlı yayılan dini olan İslam’ı sınırlandırabilmek, kontrol altına alabilmek. Kimi uzmanlara göre El Kaide benzeri yapılar Batı’nın bu tür bölgelere müdahale gerekçesi olarak önce hazırlanıyor, sonra kullanılıyor."

E hocam hani orada bağımsızlık mücadelesi veren masum köylüler vardı, El Kaide nereden çıktı şimdi? Bir de kim bu uzmanlar? Bizim bir uzman hekim Mustafa amca vardı, onun teorilerine benziyor ama bilemedim.

"Özellikle Çinli uzmanlar burada hedefin aslında İslamcılar değil, Çin olduğunu ifade ediyorlar."

Aynı Çinli uzmanlar Japonya'yla savaşı körüklüyorlar bugünlerde. Oldukça muteber insanlar.

"Başka bir deyişle Mali bahane, küresel paylaşım savaşları şahane."

Hocam en baştan şunu diyeydin, "biz de cihanşümul Türkiye için dezenformasyon yapıyoruz" diye not düşeydin de beni uğraştırmayaydın, olmaz mıydı?

Sevgiler, saygılar.

22 Ocak 2013 Salı

Fransız polisi Ömer Güney için ne dedi?

Fransa'da işlenen suikastlerden sonra her siyaset kurumu olayı kendince yorumladı. Hadi o eşyanın tabiatından olsun, Türk basını bir sınavdan daha kaldı. Eğer Fransız polisi her Türk gazetesini bilhassa arayıp farklı farklı açıklamalar yapmadıysa, konuya ilişkin ciddi bir saptırma söz konusu. DNS ayarlarınızı yapmadan giremeyeceğiniz Kürt medyasında ise olay bambaşka şekilde anlatılmakta zaten.

Bu yüzden, Le Monde'da dünkü açıklamalar üzerine yapılan haberin önemli noktalarını tercüme edip merak edene birinci elden bir kaynak sağlamak istedim. İnanmak istediğine inanacaklara zaten bir şey anlatmak namümkün, maksat bilgi kirliliğini temizleyelim.

- "Ömer Güney (30), 96 saat gözaltında tutulduktan sonra dün resmen cinayet ile suçlandı. Fakat soruşturma sonuçlanma noktasından çok uzakta."
- "Güney suçlamaları kabul etmedi, fakat kendisinin cinayet işlendiği sularda bölgede ve binada olduğu kesin." 
- [Saatlerle ilgili açıklamalar] Güney 12.11 ve 12.56 arasında apartmanda imiş. Polisler cinayetlerin 12.50'de işlendiğinden eminler. 12.45'te maktüllerden biri Bilgi İşlem Merkezi'ne bir şey sormuş. 13.21'de maktüllerden birisinin laptopu aranmış ve cevap verilmemiş.
- "Bu zamansal bağdan başka ciddi bulgular da var. Zanlının çantasında barut izi bulunmuş. Güney, o gün giydiği parkayı cinayetlerden kısa süre sonra yıkamış. Fakat bir sokette bulunan parmak izi çok kısmî olduğu için soruşturmada kullanılamıyor."
- [Burası medyada özellikle kafa karıştırıyor] "Türk zanlı 2 yıldır PKK üyesi olduğunu söylüyor. Garges-lès-Gonesse kültürel merkezinde çalışıyor ve bir arkadaşının evinde yaşıyor. Doğum yeri Şarkışla, Kürt değil. Paris'te zaman zaman PKK adına şoförlük yapıyor. Cinayetten önceki birkaç gün de Sakine Cansız'a şoförlük yapmış."
- "Güney, Fransa'ya gelmeden önce Almanya'da kalmış."
- [En önemli yer belki de burası]"Cinayetin sebebi PKK iç hesaplaşması mı? Kişisel anlaşmazlık mı? Kürt direniş hareketi içine sızmış aşırı Türk milliyetçileri mi? Soruşturmaya yakın bir kaynak "hiçbiri ihtimal dışı değil" dedi."

Yani bizim medya Güney'in kim olduğuna, geçmişine, geleceğine ve cinayet motivasyonuna çoktan karar vermiş olsa da, Fransız polisi Güney'i ciddi bir şüpheli olarak görüyor, fakat ne kesin bir delil var, ne bir itiraf. Hepsini geçtim, daha Güney'in PKK'lılık/Türk milliyetçiliği ekseninde nereye düştüğü belli değil.   

O yüzden bu konuda hemen "hani X'ti, Y'di?" diye atlamayın. Daha bu pilav su kaldıracak. 

2 Ocak 2013 Çarşamba

2012'nin Eski Sesleri

Geriye bakıp da postlar ve neolar ile teorize ettiğimiz tarihin nasıl yol aldığı uzun uzun tartışılası bir konu. Ama öyle gözüküyor ki, bazı zamanlar pratiklerin geçmişten nasıl kırıldığı değil de, geçmişi nasıl revize ettiği ile biliniyor.

2012 yılı indie müzik ortamı için kırılmacılıktan daha çok geriye bakıcı bır yıl oldu. En çok ses getiren müzisyenler arasında Lana Del Rey, Ariel Pink, ve Tame Impala gibi aslında bildiğimiz, alışık olduğumuz müzikleri yeni bir bağlamda bize sunanlar yer aldı.


Türkiye’de de geçmişe yeltenen benzer bir akım geçtiğimiz sene yayınlanan ve çok ilgi toplayan bazı müziklerde kendini gösteriyor. Aşağıdaki listede 2012 yılı içinde örnek teşkil eden bazı albüm ve sanatçılar kısaca inceliyorum. Bu geçtiğimiz yılın en iyi albümü ya da en iyi çıkış yapan grubu gibi bir listeden ziyade benim için eskiye rağbeti simgeleyen müziklerin kişisel ve bilimselliğe çok da yakın olmayan listesidir.






PORTECHO - MOTHERBOY
Türkiye’nin New York Times tasdikli elektronik müzik ikilisi Portecho, yeni albümü Motherboy ile büyük övgüler aldı. Bol bol analog synthesizerların, ikonik reverb ve delaylerin kullanıldığı albümde, Portecho’nun alışılagelmiş endüstriyel sound’u, belirgin bir şekilde New Order vari synth pop tarzına dönüşmüş. Büyük bir heves ile beklediğim bu albüm, doğrusu benim için bir hayal kırıklığı oldu ama seven de çok sevmiş.





REPLİKAS - BİZ BURADA YOK İKEN
Replikas, 4 yıl sonra tamamen 70’ler ve sonrası Anadolu rock cover’larıdan oluşan Biz Burada Yok İken albümünü yayınladı. Artık Türkiye’deki rock müziğin ağır abileri kıvamına gelen grupdan ustalara saygı, gençlere tarih dersi niteliğinde bir çalışma olmuş. Albüm lansman konseri için İngiltere’den Matthew Collin geldi, ve Wire dergisinde tam sayfa Replikas profili yayınladı. Ayrıca: Wire geçtiğimiz sene Türkiye’deki anadolu rock müziğinin tarihi hakkında bir yazı yayınlamıştı.






HAYKO CEPKİN - AŞKIN IZDIRABINI
Bu yıl Hayko Cepkin de Aşkın Izdırabını adlı bir albüm çıkarttı. Cayır cayır distortion gitarları ve piyano arpejleri arasından nağmelerle dolu vokalleri bir kilometre öteden duyan sağır sultan bile Hayko Cepkin’in stilini fark eder. Dinlemekten pek hoşlanmasam da bu kadar kişisel bir tarzın varlığı içimi ısıtmıyor değil. Nilüfer’in eski şarkılarının rock aranjmanlarından oluşan 2011 yılı albümünde Hayko Cepkin ile söylediği Aşk Kitabını parçasını, bu albümde Hayko Cepkin tek başına söylüyor.





MOR VE ÖTESİ - GÜNEŞİ BEKLERKEN
Arka arkaya albümü ertelemeleri nedeniyle Mor Ve Ötesi’nin Güneş’i Beklerken albümü yılın en çok beklenen albümü oldu. (uff...) Her dinleyenin çok beğendiği, hatta Masumiyetin Ziyan Olmaz’dan daha iyi olduğunu savunduğu bu albümde, Mor Ve Ötesi’nden daha önce duymadığımız "Eski Şarkısı" gibi 90’ların rock esintileri taşıyan parçalar yer alıyor. Albümde prodüktör olarak görev yapan eskinin duygusal gitar parçaları ustası Serdar Ateşer’in etkisi büyük olmalı. "Don’t Fear The Reaper" esintili gitar arpejlerinin, sentetik davul ve padlerin kullanıldığı parçalar Mor ve Ötesi’nden olmasa da gayet tanıdık geliyor.





GENÇ OSMAN - GÖKYÜZÜ MASMAVİ
Bence, ve başkalarınca da, bu yılın en başarılı çıkışları arasında Genç Osman’ın Gökyüzü Masmavi albümü yer alıyor. Bu listedeki diğer müziklerden farklı olarak, sanatçının duygusal, içe dönük ve eskimeyen soundundan ziyade, bizzat kendisi bana eskiyi anımsatıyor. Mavi Sakal’dan sonra adı neredeyse ortadan kaybolan şarkıcının sesini uzun süre sonra duymak yüzlerce hatırayı ve geçmişe özlemi beraberinde getiriyor. Genç Osman sesi ile ilk aşkımızı, ilk gitarımızı, EKO TV’yi, Güven Erkin Erkal’ın gençliğini hatırlıyoruz. Bakalım bir sonraki albüm ne zaman gelecek.




BÖBREK SOUNDSYSTEM
Bu senenin tartışmasız en büyük kültür patlaması Burç Tuncer’in örfstep projesi Böbrek Soundsystem oldu. Kafabindünya’nın kurucu üyesinin bu dubstep-Türk halk müziği anti-harman çalışması İstanbul'un über-underground ortamlarının aklını başından aldı. Geçtiğimiz sene dubstep prodüktörü Skrillex’in 5 Grammy ödülü almasıyla büyük popülarite, akabinde büyük karşı popülarite kazanan bas dropları ve synth growl’ları, türk halk müziği arşivlerinden bağlama ezgileri ile remixleniyor, ve ironik, ve öz bilinçli bir sonuç ortaya çıkıyor. Böbrek, fütursuzca A Perfect Circle ile Küçük Emrah’ı gibi kültürel simgeleri aynı potada tokuşturarak, doğu-batı sentezi klişesine anti-entellektüel bir yaklaşım sergiliyor.

11 Aralık 2012 Salı

Yurtta Kutup, Cihanda Kutup: Mısır Edition

Mısır konusunda, hatta genel olarak Arap devrimleri konusunda kesin görüş bildirmekten kaçınıyorum, çünkü konuya tam anlamıyla hakim değilim. Bu konuda "halk ne istiyorsa, halkın genel çıkarına ne uygunsa o" düşüncesinden öte bir tutum belirlemek hem peşin hükümlülük, hem de fol yok yumurta yokken partizanlık getirir ki, benimki gibi buğulu bir duruştan daha zararlıdır zannımca. Zaten tarihsel olarak da bu coğrafyada devrim sürecinde olan bitene vakıf olduğunu sananlar, gerçekten olanlara ezici bir çoğunluk sağlamıştır. Suriye, Gürcistan, İran vs. gibi yakın tarihten örnekler önümüzde duruyor.

Fakat son zamanlarda fazlasıyla yüzeysel ve birebir eşleme yoluyla hareket eden fikir dolaştığını görünce rahatsızlık duydum. Hilal Kaplan'ın Pazar günkü "Mısır'da darbe olacak" temalı yazısı gibi bir yerde durup Mısır'daki protestocuları bizim ulusalcılarla denk gösterenler bir yana, Mursi'yi daha ortada hiçbir açık kanıt yokken "diktatör" ilan edenler bir yana, hala daha olanları "iç ve dış mihrak" ile analiz edenler apayrı bir yana. Mısır'da olanlar bu kadar basit ve siyah-beyaz derecesinde olmamalı. O yüzden bir-iki gün boyunca farklı kaynaklardan farklı yazılar okuyup bir şeyleri netleştirmeye çalıştım kafamda, bu süreç içinde öğrendiklerimi de yazıya dökerek paylaşmak istedim.

Öncelikle iki şeyi net belirtmeli:

1. Olanları ister güç savaşı olarak nitelendirin, ister bir güven bunalımı (ki ikisi de olabilir, güç savaşı tepe düzeyde iken, güven krizi tabanlara yansımıştır mesela); Mısır'daki süreçte her taraf olarak addedilen kesimin hataları var. O yüzden "Ya tamam, X'in de hataları oldu ama..." gibi cümleler, X'i aklamaktan ziyade sizin olaya ne kadar dar baktığınızı gösterir.

2. Mısır'da insanlar el ele verip bir dikta rejimini alaşağı etmişlerdir. Daha aylar önce bu süreçte aktif rol alanlara bugün "eski rejim yanlısı/diktatör" demek için bu kadar aceleci olmanız, yaşananları kafanızdaki paradigmaya oturtmaya çalıştığınız gösterir, ki sağlıklı olan bunun aksidir.

Şimdi "güven sorunu" kısmına geri dönelim. Bugün Mursi protestocularının duruşunu ve diktatörlük endişesini sadece "eski rejimcilik" ile açıklayanlar için Mursi'nin ve Müslüman Kardeşler'in şu ana kadar verip de tutmadığı sözleri ya da şüphe uyandıran tutumlarını özetleyelim:

- MK devrim süreci başladığında sessiz kalmayı seçti, hesaplı hareket etti. Devrime en başından beri destek vermesi gibi bir durum yoktu. Göstericilere karşı şiddet kullanıldığında da gene hesaplı bir duruş içindeydiler.
- MK parlamentoda çoğunluk aramayacağını, parlamentonun yarısından fazla aday göstermeyeceklerini belirtmişti, fakat bu sözü tutmadıkları gibi iki mecliste de çoğunluğu elde ettiler.
- MK en başta başkanlık için bir aday göstermeyeceklerini söylemiş, sadece toplumda etkili bir grup olarak yer edinecekleri sözünü vermişti. Ebulfütuh -ki hem liberallerin, hem de devrimci güçlerin desteklediği bir isimdi- aday olunca da bu karar gereği onu ihraç etmişlerdi. Sonra bütün bu sözleri unutup önce Şater'i, ardından da Mursi'yi aday gösterdiler.
- Kadın ve Kıptî Başkan Yardımcısı seçileceği sözü verilmişti. Netice başkan yardımcılığı değil, "danışmanlık" oldu.
- Kabinenin de çoğunlukçu olacağı düşünülürken, teknokrat ya da MK bağlantılı üyelerin görev alması da huzursuzluk yarattı. 37 kabine üyeliğinin sadece 2'si kadındı ve bunların 1'i Kıptî idi.
- Gene çoğunluğu dinleyerek yapılacak anayasa için komisyon daha oluşturulurken süreç sancılı başlamıştı, çünkü komisyon üyelerinin yarısı parlamentodan, yarısı kamu figürlerinden seçilince otomatik bir MK-Salafi çoğunluk oluşmuştu, bunu protesto eden liberal ve solcular komisyondan ayrılmıştı.

Yani bugün eğer MK ve Mursi'ye karşı bir tutum varsa, bu insanların sıfırdan yarattığı, ya da sadece politik gündemleri için oluşturduğu bir endişe değil. Görüldüğü gibi tutulmayan sözler de öyle ufak tefek işler değil.

Gelelim Anayasa konusuna, yani en son tartışmaya ki burada işler karışıyor. Bir gece ansızın nihayete erdirilen anayasa taslağında ciddi sıkıntılar var, burası muhakkak. Kadın hakları konusundaki ucu açık ifade, dinî özgürlükleri sadece Semavi dinlere karşı tanıma yolunun açık olması, devletin, bizim anayasamızla analoji kuracak olursak, "kamu düzeni" için kendine müdahale hakkı vermesi, basın özgürlüğü konusundaki endişeler, El Ezher Üniversitesinin getirildiği konum tartışılan kimi konular. Yani sırf bu anayasa taslağı için bile protestolar oluşsa hak verilir. Unutmayalım ki Mısır halkı daha çok kısa bir süre önce protestolarla istediğini aldı ve o yüzden kitlesel olarak aktif durumda.

Fakat Mursi'nin hamlelerini irdelerken de mutlak bir diktatörlük isteğinden ziyade, süreci yönetme arzusunun olabileceğini de göz önünde bulundurmak lazım. Bu anayasa taslağı hazırlanma sürecinde en başta muhalif grupların onayladığı bazı maddelere şimdi itiraz etmeleri, Ulusal Kurtuluş Cephesi'nin oluşturulup daha geniş ölçekte kazanım düşünülerek bir muhalefete gidiliyor olması, eski düzenden kalan yargı üyelerinin çeşitli konularda müdahaleleri vs. gibi gerçekler de, Mursi'nin siyasi hamlelerindeki paniği açıklayabilir.

Şimdi burada bu iki kutup arasındaki güç kavgasından ayrı duran nispeten tarafsız bir isim, bütün bu Anayasal düzenleme ve Mursi'nin mutlak yetkileri konusunda bize ışık verebilir. Mesela bu isim daha önce MK'den ihraç edilmiş Ebülfütuh olabilir pekâlâ. Kendisi anayasa taslağını, askeriyeye verilen güç ve sosyal adalet konusunda yetersizlik sebepleriyle reddedeceğini, Mursi'nin meşru bir başkan olmasına karşın son yetki gaspının kabul edilemez yanları olduğunu, "askeri müdahale" endişesinin geçerli olabileceğini, son gösterilerde dökülen kanın da sorumluluğunun başkanlıkta olduğunu söylemiş düzenlediği basın toplantısında. Demek ki her muhalif darbeci değil, her göstericinin "art niyeti" olmak zorunda da değil.

Şimdi süreci özetleyelim:

Müslüman Kardeşler, devrim sürecinde ve sonrasında yaptıkları ile, devrimde aktif rol alan kesimlerin, azınlıkların, sokağa dökülmüş ve demokrasi isteyen insanların güvenini zedelemiş durumda. Bu öyle geçiştirilecek bir durum değil. Mursi toplumsal rahatsızlıklarda "astığı astık kestiği kestik" bir tutum sergilemedi şimdiye kadar, fakat bu güvensizlik ortamında, toplumsal uzlaşıyı illaki ciddi protestolar olunca arayan tutumu da mükemmel değil.

Tabii ki devrikler, eğer güçleri varsa, toplumsal rahatsızlıkları kollayacaklar ve ara ara baş göstereceklerdir. Fakat bütün bir haklı muhalefeti devriklerle ilişkilendirmek, şimdiye kadar yaşanmış rahatsızlıkları, anayasa sürecini ve taslaktaki gariplikleri göz ardı etmek de partizan ve hatta sonuçlarına göre basiretsiz bir tutumdur.

Eğer Mısır'da cidden demokrasi ve barış isteyen bir gözlemci iseniz ve kendi kamunuza bu hedefle bilgilendirme yapıyorsanız, amacınız tarafsızca bütün bu süreci anlatmak olmalı. Yazılarınıza somut referanslar koyarsanız ve masal anlatmazsanız da daha dürüst bir tutum takınmış olursunuz.

Dipnot: Eğer gözlemciden de öte geçmek istiyorsanız şu var: Bu tür toplumsal çatışmalarda, çözüm önerileri için tarihi haklılık kanıtlama çabası da beyhude kalır. Mursi şöyle yapmıştı, ama Baradey şunu demişti gibi bir kronoloji ile bir tarafın eylemlerini haklı çıkarmaya çalışmak yerine, çatışmanın yaşandığı anı sıfır noktası alıp, çözümün nasıl sağlanabileceği üzerine açılım yapmak (örneğin anayasa maddelerinin açık tartışması karşılığında Mursi'nin yetkilerini bırakması/referandumu ertelemesi gibi bir çıkış noktası olabilir, zira hem nihai amaca, hem de şimdiye yönelik bir değerlendirme) daha makul olabilir.