2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

24 Temmuz 2012 Salı

Eşcinsel Evlilikler Neden Yasak Olmalı?

Not: Bu bildirinin orijinali burada, ben sadece mütercimim. Ne demişler, yazı yazmıyorsan en azından gördüğün güzel metinleri Türkçeleştir ki daha çok insana yayılsın.


1. Eşcinsellik doğal değildir. İnsanlar her zaman doğal olmayan şeyleri reddederler, misal gözlük takmazlar, polyester kullanmazlar ve klima açmazlar.


2. Eşcinsellik serbest olursa insanlar eşcinsel olmaya teşvik olunacaktır, çünkü uzun insanların yanında takılan kısaların boyları uzamaktadır.

3. Eşcinsel evlilik yasal olursa her türlü çılgın evliliklerin yolu yapılmış olur. Mesela insanlar köpekleriyle evlenmek isteyebilirler, zira köpeklerin yasal yükümlülükleri vardır ve evlilik akdine imza basabilecek bilinçte varlıklardır.

4. Geleneksel evlilik, yıllardır süregelen, toplumsal varlığın dayandığı kutsal bir kurumdur ve tarih boyunca hiçbir değişikliğe uğramamıştır. Bu yüzden kadınlar hala erkeğin malıdır, bir erkek dört kadınla evlenebilmektedir ve boşanmalar üç defa boş ol denmesi suretiyle gerçekleşmektedir.


5. Eğer eşcinsel evliliğe izin verilirse geleneksel evlilik manasını ve kutsiyetini kaybedecektir. Çünkü Seda Sayan'ın sayısız evliliğininin manası ve kutsiyeti toplum için çok mühimdir.


6. Geleneksel evlilik, meyve-i hayat üretebildiği için geçerlidir. Eşcinsel çiftler, kısır çiftler ve yaşlı çiftlerin evlenmelerine izin verilmemelidir, çünkü yetimhaneler bomboş durmakta ve dünyanın daha fazla çocuğa ihtiyacı var.

7. Eşcinsel ebeveynlerin çocukları da eşcinsel olacaktır! Çünkü görüyoruz ki heteroseksüel ebeveynlerin çocuklarının hepsi heteroseksüel.

8. Eşcinsel evlilik dinen caiz değildir. Çünkü teokratik ülkelerde bir dinin değerleri tüm ülkeye empoze edilir, ve ülkemizde bir tek din mevcuttur. (m.n. Amerika için geçerli olan bu maddenin bizim için meta-sarkastik kaçması oldukça hazin)


9. Çocuklar evde bir anne ve bir baba olmadan, onları örnek almadan sağlıklı büyüyemezler. O yüzden boşanmış çiftlerin, dulların vs. tek başına çocuk yetiştirmeleri şiddetle yasaktır.


10. Eşcinsel evlilik toplumun hamuruyla oynayacaktır, insanlık yeni sosyal normlara alışamayacaktır. Zaten arabalara, servis sektörüne dayalı ekonomiye ve daha uzun yaşam sürelerine de hala alışamadık.

17 Temmuz 2012 Salı

Sonuç Doğruysa Ajitasyon Mübahtır

3. Yargı Paketi kapsamında Bahçelievler cinayetlerinin katillerinden ikisinin salınması, ufak çapta bir gündem yaratmıştı. Slogancı siyaset icabı bu olay "Katiller serbest!"e indirgense de, durum bu kadar basit değildi. Bu konuyu Mehmet Ördekçi güzelce açıklamış, tl:dr insanı için de özet geçeyim:

1980'lerde solcular, asker kafasıyla affolunması mümkün olmayan "devlete karşı işlenen suç" ile yargılandı, idam cezası vs. aldı. Ülkücüler ise affolunması daha kolay olacak cinayet suçlarından yargılandı, zira bunlar siyasi suç değildi. Yalnız 1991'deki düzenleme ile 146. maddeden yargılanan solcular şartlı tahliye alırken, cinayetten hükümlü ülkücülerin kimileri hapis yatmaya devam etti. Yani 12 Eylül zihniyeti bir hesap hatası yaptı. Bu son düzenleme, bu durumu tadil ediyor, ama hala daha içeride olan sağcı ve solcular var.

Yani sonuç şu: Bu düzenleme, uğruna sloganlar atılacak gibi adaletsiz değil, hatta aksi doğru.(Fakat hala daha mağdur ettiği insanlar da var)

Peki bu sonucu alıp Yıldıray Oğur yazılaştırmak isterse ne olur? Şiar edindiği "solcular şiddet ile hala yüzleşemedi, sağcılar ise yüzleşti." çizgisi doğrultusunda ajitatif bir yazı yazar, yazıyı okuyup da bu olanları bilmeyen "solcu katillerin hepsi serbest bırakıldı devlet tarafından, sağcılar ise içeride, zulüm bu" fikrine ulaşır. Yazısına hükmeden temel mantığın kritiğini Twitter'da @ceelall yaptı zaten, aşağıda görebilirsiniz. Ben nokta atışı ile daha spesifik bir bulguyu anlatmak istiyorum.


Oğur, yazısının bir yerinde MHP Gaziosmanpaşa İlçe Başkanı'nın öldürülüşünden, ve sonra katillere ne olduğundan bahsediyor. Kendisi maktulün soy ismi konusunda tereddütlü biraz ama, sanırım en sonunda Öztürk yerine Altınok'ta karar kılıyor.


Yazının devamında ise MLSPB'li kadın militanın serbest kaldıktan sonra neler yaptığından bahsediyorç Kendisi şiir kitabı yazmış, şiirlerinden şarkılar yapılmış, ödüller almış.

Google güzel şey, Yıldıray Oğur'un bu yazıyı yazarken hangi haberi kaynak kullandığını bulmak zor olmuyor. Kendisi Yeniçağ Gazetesi'nin 17 Şubat 2010 tarihli şu haberini kullanmış. Yalnız haberi biraz yanlış/eksik okumuş, kendisinin atladığı ayrıntıları ben düzelteyim müsaadenizle:

- MLSPB'li kadın militanın şiirlerinden şarkı yapan kişi Ahmet Kaya. Yeniçağ Gazetesi Oğur'dan daha öfkeli olduğu için bu şarkı hakkında "yıllarca kardeşlik şarkısı olarak pazarlandı" ifadesini kullanıyor. Oğur bundan imtina etmiş.

- Ödüller alan şairin kendisi ya da şiir kitabı değil, şiir kitabının yayıncısı, gene tanıdık bir isim: Ragıp Zarakolu. Yeniçağ Gazetesi şöyle anlatmış orayı da, Oğur yorgunluğuna yenik düşmüş: "Özzümrüt’ün cezaevinde yazdıklarını kitaplaştıran Ragıp Zarakolu (2007’de Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü Ödülü’nü aldı)"


Şimdi toparlayalım: Yıldıray Oğur, adil bir uygulama olan "katillerin eşitlenmesi"ni anlatırken, neden bu kadar ajitasyona yer veriyor? Neden bugünkü adaletsizliğin altında yatan sebep olan orijinal adaletsizliği es geçiyor? Neden Ördekçi ya da ceelall'in değindiği noktalardan hiç dem vurmuyor? Yazısına getirilen eleştirilere neden "ya zaten geçmişle yüzleşemiyoruz, unutalım gitsin" tadında cevap veriyor? 


Madem unutmalıyız, en başta neden bu fişleme dolu yazıyı kaleme alıyor, bu yaklaşım ile mi unutuyoruz geçmişi?

Başta söylediğimi tekrar vurgulayayım: Oğur'un yazısınun vardığı sonuç son derece geçerli. Bu uygulamanın devam etmesi, adaletsizlik olacaktı. Lakin bu meseleyi Oğur'un Pınar Selek ya da 1 Mayıs 77 sırasında ortaya koyduğu zihniyet haritasıyla inceleyince böyle tutarsızlıklar ortaya çıkıyor. Sağın şiddetle yüzleştiğini ya da esas mağdur olduğunu tutar tutmaz kanıtlamaya çalışmadan da adalet aramak mümkün. Onun ön şartı da esaslı bir yüzleşme.

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Kararsız Propaganda

3 Temmuz 2012 tarihinde gündem Sabah'ın "Öcalan'dan Sürpriz Mektup" haberi ile şekillendi. Habere göre, Öcalan 11 aylık tecritini kendi isteğiyle başlatmıştı, çünkü avukatları dediklerini çarpıtıyordu. Bu haber "yahu madem devlet bunu biliyordu, neden 11 ay sesini çıkarmadı? Neden BDP'nin "Öcalan'a tecrit uyguluyorlar" diye propaganda yapmasına izin verdi? Neden iplerin daha da gerilmesini sağladı?" sorularını akla getirse de, diyelim öyle değildi ve haber doğruydu. Haberin kendini doğrulamak için kanıt saydığı da şu idi:

"Bu süreçte mektubu doğrulayan gelişme, Öcalan'ın kardeşiyle görüşmeyi reddetmesi oldu."

Sonra güneş battı, geri doğdu. Sabah, Öcalan'ın görüşmeyi reddettiği kardeşinin şu sözlerini haber yaptı:

"Sayın Başbakan isterse meseleyi çözebilir, gerçek budur. Herkes böyle görüyor."

Yani özetle, Öcalan kimseyle görüşmek istemiyor çünkü sözleri çarpıtılıyor, o yüzden görüşmeyi reddetmek gibi bir seçenek varken devletten "beni tecrit edin" diye ricacı oluyor, görüşmeyi reddettiğini öğrendiğimiz kardeşinin sözleri ise bize işaretçi oluyor?
----

Neyse ki bu kafa karışıklığını daha açık hale getiren, Eyüp Can'ın köşesi oldu. Onun anlattığına göre Öcalan Sabah'ın iddia ettiği gibi bir değil, iki mektup yazmış, ve ikincisinde şunları demişti:

"Sizden istirhamım, kardeşimi göndermeyin bana. Çünkü Mehmet söylediklerimi siyaseten tam olarak kavrayamayabilir. Dışarı çıkıp yanlış, eksik bir şey söyleyebilir. Süreç çok hassas. Geçmişte yanlış anlamaların nelere yol açtığını gördük. Müzakereler kaldığı yerden başlamalı. Bu süreçte daha önce görüşen resmi heyet ve daha önce gelen avukatlarıma görüşmek istiyorum." (vurgu eklendi)

Eyüp Can'ın gördüğü büyük resimde ise, devletin Öcalan'la anılmak istememesi, Zana'nın Öcalan adına arabulucu olarak devreye girmesi var.

Siz Sabah gazetesinin mantık örgüsüne de inanabilirsiniz, Eyüp Can'ınkine de. Sabah Gazetesine inanacaksanız, yıllar önce ortaya atılmış, fotoşop olduğu yüz metreden belli ve hala daha haberde kullanmaktan imtina etmedikleri şu mükemmel çalışmaya da inanabilirsiniz tabii:


Neticede gerçek, görmek istediğiniz kadardır. Çözümü lafta istemek de iyi rahatlatır kafayı.

20 Haziran 2012 Çarşamba

Zamanlama Masalı

Zana'nın ılımlı açıklamalarından ve Karayılan'ın röportajından sonra gerçekleşen sınır karakolu saldırısı, beklendiği gibi medyanın "zamanlama manidar" refleksini tetikledi. Üzerine Demirtaş'ın "PKK silah bıraksın, devlet operasyonları durdursun" açıklaması, sanki Demirtaş'ın ağzından ilk defa böyle bir söz çıkıyormuşçasına bir havada lanse edildi (tabii vurgu cümlenin ilk kısmınaydı)

Bu "zamanlama" masalının ardından çığırılan türkü de "birileri düğmeye bastı". Yani aslında barış yolunda her şey çok güzel gidiyordu, hiç çatışma falan yoktu, birden zart diye bir saldırı yapıldı ve bütün süreç alt üst oldu. Bu saflık - ikiyüzlülük dolu analizlerin anaakım medyanın her tarafında yer bulması, arkasından "PKK kayıtsız silah bırakmalı" argümanının "evet evet" nidalarıyla desteklenmesi, çözüm için olumlu bir şeyler söyledğini sanıp sadece vicdan paklanmasından başka bir işe yaramıyor.

Öncelikle şu "ah ne güzel güllük gülistanlıktı her şey" pervasızlığını irdeleyelim. Son 3 ayda Milliyet gazetesinde "şehit" kelimesi arandığında çıkan sonuçlar şunlar:

Mart 2012: Cudi Dağı'nda 3 gün süren çatışmada 6 Özel Harekatçı, 7 PKKlı öldü.
24 Mart 2012: Bitlis'teki mağara baskınında 15 kadın PKKlı öldürüldü.
5 Nisan 2012: Hakkari'deki çatışmada 1 üsteğmen öldü.
10 Nisan 2012: Amasya'da bombalı saldırıda 1 asker öldü.
12 Nisan 2012: Uludere'deki çatışmada 2 asker öldü.
14 Nisan 2012: Samsun'da 2 PKKlı öldürüldü.
16 Nisan 2012: Bitlis'e yapılan operasyonlarda PKK sığınakları bulundu.
21 Nisan 2012: Uludere'de mayına basan asker öldü.
25 Nisan 2012: Bingöl'de çatışmada 3 asker, 4 PKKlı öldü.
5 Mayıs 2012: Tunceli'de saldırıda 3 asker öldü.
9 Mayıs 2012: Tunceli'de çatışmada 1 asker öldü.
17 Mayıs 2012: Hakkari'de sınır taburuna saldırıda 1 asker öldü.
18 Mayıs 2012: Hatay'daki saldırıda 3 asker öldü.
21 Mayıs 2012: Diyarbakır'da çıkan çatışmada bir Özel Harekatçı, 4 PKKlı öldü.
24 Mayıs 2012: Muş'ta astsubay öldürüldü.
25 Mayıs 2012: Kayseri'de canlı bomba saldırısı gerçekleşti.
28 Mayıs 2012: Şırnak'ta çıkan çatışmada 1 teğmen öldü.
1 Haziran 2012: Muş'ta PKK sığınakları imha edildi, 5 PKKlı öldürüldü.
5 Haziran 2012: Lice'de mayınlı saldırıda 2 asker öldü.
9 Haziran 2012: Yüksekova'da çıkan çatışmada bir asker, bir PKKlı öldü.
13 Haziran 2012: Şırnak kırsalında devam eden operasyonlar sırasında iki ayrı yerde iki ayrı mayın infılak etti. 2 asker öldü, 2 yaralı.

Şimdi soru şu: Bunların hangisinin zamanlaması manidardı? Hangisinde düğmeye basılmıştı? 4 günde bir çatışma-saldırı-operasyon haberinin çıktığı bir ortamda, hangi işgüzarlık bir baskını "manidar" bulabilir? Bu post hoc ergo propter hoc'çuluğun membası nerededir?

Gelelim buradan yola çıkılarak dillendirilen "PKK silah bırakmadan müzakere olmaz" hikayesine. Daha önce uzun uzun anlatmıştım neden bu argümanın saçma olduğunu. Ortada apaçık süren bir savaş var, bu savaşın iki tarafı var. Bu taraflar birbirlerine güvenmiyorlar, bu güvenin tazelenmesi için adımlara ihtiyaç var. Ulus devlet kafası sürdükçe, Kürtlerin hakları tanınmadıkça, bu yönde sinyaller verilmedikçe, devlet operasyonları bırakmadıkça PKK silah falan bırakmaz. Aynı bakış açısı devlet için de geçerli. Bu yüzden "silah bırakılsın, şiddet olmasın" çağrısı ile ancak güzel bir duş alırsınız, çözüm için hiçbir halta yaramazsınız. Hele ki "PKK silah bıraksın" cümlesini "ama devlet operasyon yapacak tabii" ile sürdürüyorsanız karşı tarafın nezdinde hiç ama hiç ciddiye alınmazsınız.

Daha önce defalarca yazdığım şeyleri tekrar tekrar yazmak ne kadar anlamlı bilmiyorum, o yüzden hasılı kelam eyleyeyim. Siz de zamanlama ezberini bırakın artık bir zahmet, biraz gazete neyin okuyun, gazetecisiniz siz.

19 Haziran 2012 Salı

Arşivden: Cezaevleri Genelgesi (23 Ağustos 1996)

(90'lı yılların ikinci yarısı büyük ölçekte cezaevi eylemlerine sahne olmuştu. Bu eylemlere müdahaleler, "Hayata Dönüş Operasyonu" ile son bulacak ve akıllara kazınacak kadar sert idi. Eylemler sürerken Adalet Bakanı Şevket Kazan'ın verdiği "erkekler kadın koğuşuna girmiş ondan", "açlık grevi yapmıyorlar, gizli gizli yiyorlar" gibi demeçleri, cezaevi eylemlerinin medyada eksik ve yanlı yansımaları vs. akıllarda kalmıştı. Bu süreçte "devlet aklı"nın nasıl çalıştığını gösterecek bir genelgeyi buraya alıntılıyorum. Bu genelge Aydınlık tarafından 13 Ekim 1996 tarihinde haber yapılmış, Google taramalarıa göre 1998 yılında -yani 2 yıl sonra- Nazım Alpman tarafından Milliyet Pazar'a konu edilmiş, daha da imaresine rastlanamıyor arşivlerde. Devlet, nasıl propaganda yapılacağından medyanın nasıl kontrol edileceğine dair oldukça kapsamlı bir mücadeleye girişmiş, bu anlaşılıyor. Kimi uygulamalar ise bugün dahi hiç yabancı değil.)


Cezaevlerindeki Eylemlere Karşı Uygulanacak Faaliyet Programı



İcra Edilecek Faaliyetler


Acil Tedbirler

1. Cezaevlerindeki eylemler ve bu eylemler ile ilgili son durum hakkındaki resmi açıklamaların yapılması;
    a. Cezaevlerindeki eylemlerin gerçek yüzünü ortaya koyan basın açıklamaları yapılmasına devam edilmesi, bu meyanda;
    (1) Türkiye'yi içeride ve dışarıda güç durumda bırakmak istedikleri,
    (2) Cezaevindeki eylemlere adli suçluların katılmadığı, ölüm orucu eylemlerinin insani istekler değil, ideolojik amaçlı olduğu ve terör merkezi haline gelen cezaevlerinin bugünkü halinin muhafaza edilmesi amacıyla terör örgütleri tarafından organize edildiği,
    (3) Terör örgütlerinin cezalandırmak istediği militanları ölüm orucuna başatarak cezalandırdığı hususlarının açıklanması,
    b. Cezaevlerindeki örgütlü isyan ve ölüm orucu gibi eylemlere karşı diğer ülkelerin aldığı tedbirlerin açıklanması.
    c. Terör örgütlerine taviz verilmemesi ve aksi halde arkasından karşılanması mümkün olmayacak isteklerinin geleceğinin belirtilmesi,
    d. Bayrampaşa ve Diyarbakır Cezaevlerinin terör örgütleri için ideolojik bir eğitim merkezi haline getirilmiş olduğunun ifade edilrek buralarda devlet hakimiyeti sağlanacağının ve cezaevlerinde görevli personelin arasında terör suçlarına iştirak edenlerin tespit edilerek, haklarında yasal işlemlerin başlatılacağı hususunun vurgulanması,
    e. Bu eylemlere karşı Devletin kararlı bir şekilde mücadeleye devam edeceğinin açıklanması,
    f. Eylemler sebebiyle terör suçlularına genel af gibi bir tavizin verilmeyeceğinin vurgulanması,
    g. Cezaevlerinde bu eylemlere girişenlerin siyasi veya düşünce suçlusu olmadığı, polis-asker ve masum vatandaşları katleden terörist olduklarının unutturulmak istendiğinin açıklanması,
    h. Cezaevlerindeki açlık grevi ve ölüm orucu gibi eylemlerde bulunan tutuklu ve hülümlülere, Sağlık Bakanlığı'nın da gerekli tıbbi müdahelede bulunmaya hazır olunduğunun açıklanması. (Faaliyet Zamanı: İvedi, İcracı Makam: Adalet Bakanlığı, Koordine Makamı: MGK Gen. Sek. İçişleri Bakanlığı, Düşünceler: Bu açıklamaların TRT'den sağlanacak Sinevizyon görüntüleri ile desteklenmesi)

2. Avrupa ülkelerindeki cezaevlerinde devlet kontrolü ve iç denetimin nasıl sağandığını, ayrıca toplu isyan, açlık grevi ve ölüm orucu gibi eylemlere karşı alınan tedbirler ve yapılan uygulamaları gösteren bir TV programının hazırlanması. (Faaliyet Zamanı: İvedi, İcracı Makam: TRT Kurumu Gn. Md.lüğü, Koordine Makamı: Adalet Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı)

3. Öncelikle eylem yapılan cezaevlerinde devlet kontrolünün mutlaka sağlanması, Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlığı arasında gerekli koordinenin yapılarak, cezaevi iç denetimiyle ilgili mevzuat düzenlemesinin sağlanması ve diğer fiziki tedbirlerin alınması. (Faaliyet Zamanı: İvedi, İcracı Makam: Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Koordine Makamı: MGK Gen. Sek.liği, Düşünceler: Gerekli mevzuat düzenlemelerine gidileceği ve fiziki tedbirkerin alınacağı hususlarının kamuoyuna açıklanması.)

4. Terörle mücadelede görülen yasal boşlukları gidermek amacıyla hazırlanan ve TBMM'ne sevk edilen 1774 sayılı Kimlik Bildirme Kanunu, 3419 Sayılı Bazı Suç Failleri Hakkında Uygulanacak Hükümlere Dair Kanun (Pişmanlık Yasası), 2886 Sayılı Devlet İhale Kanunu ve 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nda değişiklik öngören kanun tekliflerinin bir an önce çıkarlması. (Faaliyet Zamanı: İvedi, İcracı Makam: Adalet Bakanlığı, Koordine Makam: İçişleri Bakanlığı, Düşünceler: Adalet Bakanlığı'nca konunun Sn. Başbakan'a iletilerek sözkonusu kanun tekliflerinin Meclis gündemine alınmasının sağlanması.

5. Cezaevlerinde benzer eylemlerin tekrarlanması ihtimali dikkate alınarak, Bayrampaşa Cezaevi başta olmak üzere terör örgütlerinin kontrolünde bulunan cezaevlerinde, lider konumunda olan suçluların bu cezaevlerinden alınarak Eskişehir Cezaevi gibi müsait olan cezaevlerine nakillerinin sağlanması. (Faaliyet Zamanı: Gerektiğinde, İcracı Makam: Adalet Bakanlığı, Koordine Makamı: İçişleri Bakanlığı, MİT Müsteşarlığı)

6. Ölüm orucu eylemlerine yeniden başlanması halinde, durumu ağırlaşanların tıbbi müdahale amacıyla cezaevlerinden uzaklaştırılması. (Faaliyet Zamanı: Gerektiğinde, İcracı Makam: Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Düşünceler: Sağlık Bakanlığı'nca tıbbi müdahale yetkisi konusunda -Tokyo ve Malta Bildirimler çerçevesinde- kamuoyuna açıklamalarda bulunulması.)

7. Cezaevlerinde eylemlere katılan suçlular ve ölüm orucu gibi eylemlerle militanların ölümlerine sebebiyet veren lider konumundaki teröristler ile, dışarıda izinsiz gösteri yapanlar hakkında yasal işlemlerin yapılması. (Faaliyet Zamanı: İvedi, İcracı Makam: Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Koordine Makamı: MİT Müsteşarlığı)

8. Cezaevlerinde yürütülen örgütlü eylemler ve ölüm orucu gibi menfi propagandaların medyada (TV, Radyo, Gazete ve Dergilerde) kontrolsüz bir şekilde haber konusu yapılmasının önlenmesi amacıyla, mevcut yasaların (RTÜK Yasası dahil) ihtiyaca cevap verir hale getirilmesi. (Faaliyet Zamanı: İvedi, İcracı Makam: Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, BYGM.lüğü, TRT Kurumu Gen. Md.lüğü, Koordine Makamı: Dışişleri Bakanlığı, Düşünceler: Konuya ilişkin olarak ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İspanya, İtalya vs. ülkelerde uygulanan Radyo-TV ve basın yasalarının incelenmesi.)

9. Cezaevlerindeki eylemler ve muhtemel gelişmeler hakkında iç ve dış kamuoyunu doğru bilgilendirecek basın bürolarının ilgili Bakanlıklar bünyesinde kurulması, ya da kuruluşu bulunan basın bürolarının işler hale getirilmesi. (Faaliyet Zamanı: İvedi, İcracı Makam: Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Koordine Makamı: Dışişleri Bakanlığı)

10. Cezaevlerinde bulunan terör suçlularının eylemlerinden zarar gören mağdur ailelerin ve bu amaçla kurln Dernek, Cemiyet ve Vakıf gibi organizasyonların, yürütülen eylemler ve bunlara destek vere odaklara karşı bir tepki olmaküzere gösteri yapmalarının (Uluslararası kuruluşların Türkiye temsilcilikleri önünde vb.) sağlanması. (Faaliyet Zamanı: Gerektiğinde, İcracı Makam: İçişleri Bakanlığı, MİT Müsteşarlığı, BYGM.lüğü, TRT Kurumu Gn. Md.lüğü, A.A.Gn.Md.lüğü, Düşünceler: Muhtemel çatışmaları ve kutuplaşmaları engelleyecek tarzda hazırlanacak uygun bir plan çerçevesinde; mümkün olduğu ölçüde şehit aileleri, muharip gaziler ve adli suçlu ailelerinin birlikte yönlendirilmesinin sağlanması.)

11. Cezaevlerindeki eylemler sebebiyle suçlu aileleri ve diğer örgütler marifetiyle yapılan gösteriler esnasında cezaevlerine ve çevreye verdirilen zararın kamuoyuna gösterilmesi. (Faaliyet Zamanı: İvedi, İcracı Makam: Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, TRT Kurumu Gn.Md.lüğü, Düşünceler: Konuya ilişkin hazırlanacak programda; Belediye Başkanları, Bölge sakinleri ve meslek kuruluşlarının temsilcileriyle röportajlar yapılarak, eylemlerin İnsan Haklarına ve kamu düzenine aykırı olduğu hususunun vurgulanması. Yapılan röportajların spot filmler haline getirilmesi.)

12. TRT ve Özel TV kanallarında; eylemlere katılan suçluların psikolojik yapılarını ve eylemlerin Psiko-Sosyal açıdan değerlendirmesini yapabilecek uzmanlar ile (Psikolog, Sosyolog, Hukukçu) ikili programların yapılması. (Faaliyet Zamanı: İvedi, İcracı Makam: TRT Kurumu Gn.Md.lüğü, Koordine Makamı: Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Düşünceler: Program içerisinde aynı zamanda; terörle mücadelede görev alan güvenlik güçlerinin karşılaştığı zorluklar -basın yayın organlarının maksatlı baskıları, göstericiler tarafından yapılan saldırılar, hakaret ve suçlamalar vb.- ve bu zorluklar karşısındaki psikolojik etkilenmelerinin de dile getirilmesi.)

13. Toplumsal olaylara müdahaleye yetkili polis ve jandarmanın, görev azmini ve yetkilerini zedelemek maksadıyla yürütülen menfi propagandanın, etkisini kıracak ve güvelik güçlerini onore edecek açıklamalarda bulunulması. (Faaliyet Zamanı: Gerektiğinde, İcracı Makam: İçişleri Bakanlığı)

14. Cezaevlerindeki örgütlü eylemler ve eylemcilerin asıl amaçlarını kamuoyuna yansıtacak özel Televizyon Programlarının yapılması ve bu meyanda;
     a. Açlık grevi ve ölüm orucu gibi eylemlere katılan ve bilahare bu eylemlerinden vazgeçerek Devletten yardım isteyen (Gebze Cezaevindeki gibi) teröristlerle röportaj yapılması ve özellikle terör örgütünün cezalandırma şeklini ortaya koyan itirafların kamuoyuna yanısıtılması,
     b. Eylemler sonrasında elde edilen delil ve görüntülerin yayınlanması,
     c. Açlık grevi ve ölüm orucuna katılanlardan hastaneye sevk edilen tutuklu ve hükümlülerin; tıbbi tahlilleri neticesinde, açlık grevinde olmayanların tespiti halinde konunun kamuoyuna açıklanması,
     d. Cezaevlerindeki örgüt hakimiyetinin nasıl meydana getirildiğinin kamuoyuna yansıtılması,
     e. Cezaevlerindeki terörist eylemleri çarpıtarak örgütlerin bir nevi propagandasında alet olan bazı basın-yayınn organlarının olumsuz tutumlarını ortaya koyan yayınlar yapılması,
     f. Eskişehir E Tipi Kapalı Cezaevi'nin çağdaş bir yapıya sahip olduğunu belirtecek yayınlara öncelik verilmesi,
     g. Cezaevlerindeki eylemlerin gerçek yüzünü ortaya koyan devlet yetkilileri ve görevlilerin (Adalet Bakanı, İçişleri Bakanı, Emniyet Genel Müdürü, İstanbul Valisi, İstanbul Emniyet Müdürü, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı, İstanbul Belediye Başkanı ve Cezaevi Müdürleri gibi) beyanlarının kamuoyuna yanısıtılması,
     h. Cezaevlerindeki terörist eylemlere karşı Adalet Bakanı ve diğer Devlet görevlilerinin kararlılığını destekleyen siyasi parti ve diğer teşekküllerin temsilcilerinin beyanatlarını yayınlanması. (Faaliyet Zamanı: İvedi, İcracı Makam: TRT Kurumu Gn.Md.lüğü, Koordine Makamı: Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, MİT Müsteşarlığı, Düşünceler: TRT Kurumu Genel Müdürlüğü'nün yapacağı bu programlara ilave olarak 8. maddede belirtilen spot programların da yayınlanması. Eskişehir Cezaevinde TRT'nin yapacağı özel TV çekimleri için Adalet Bakanlığı'nca gerekli imkan ve fırsatın tanınması.)

15. Cezaevlerinde yürütülen organize terör eylemlerinin asıl amaçlarını açıklayan yazı, makale, haber ve yorumların yapılmasını sağlamak amacıyla sağduyulu köşe yazarları ve özel TV yetkililerinin teşvik edilmesi. (Faaliyet Zamanı: İvedi, İcracı Makam: Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, BYGM.lüğü, A.A.Gn.Md.lüğü, Koordine Makamı: MGK Gen.Sek.liği)

16. Cezaevlerindeki eylemler sebebiyle dış kamuoyundan Türkiye'ye yöneltilen/yöneltilebilecek eleştiriler ve tepkilere karşı gerekli açıklamaların yapılması. (Faaliyet Zamanı: Gerektiğinde, İcracı Makam: Dışişleri Bk.lığı, Koordine Makamı: Adalet Bakanlığı, Düşünceler: Dış temsilciliklerimizin konuyla ilgili olarak bilgilendirilmesi ve Bakanlığın haftalık basın toplantısında gerekli açıklamaların yapılması. Bu maksada yönelik olarak Adalet ve İçişleri Bakanlığı'nca, Dışişleri Bakanlığı'na sürekli bilgi akışının sağlanması)

Uzun Vadeli Tedbirler


1. İhtiyaca cevap verecek yeni tip cezaevlerinin inşaa edilmesi ve bunun için gerekli kaynağın sağlanması. (İcracı Makam: Adalet Bakanlığı, Koordine Makam: İçişleri Bakanlığı)


2. Cezaevlerinde iç denetimin yapılmasını sağlayacak yasal düzenlemelerin yapılması. (İcracı Makam: Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Koordine Makamı: MGK Gen.Sek.liği)

3. Cezaevlerinde personel ihtiyacının karşılanması ve personelin özlük haklarının iyileştirilmesi. (İcracı Makam: Adalet Bakanlığı, Koordine Makamı: İçişleri Bakanlığı, MİT Müsteşarlığı)

4. Özel TV ve basın-yayın organlarının Devlet aleyhinde olan konuların istismarını önleyecek yasal düzenlemenin yapılması. (İcracı Makam: Adalet Bakanlığı, Koordine Makamı: İçişleri Bakanlığı)

Adnan Yılmaz
Pl. Bşmüşv.V. 

2 Haziran 2012 Cumartesi

Kürtaj/Sezaryen Poker

Tamam, erkekegemen toplumuz, tamam, kadın doğurdukça makbul gözümüzde. Bunların hepsini biliyorduk, muhafazakâr değer yargılarının enteresan inanışlarla beraber geldiğini de biliyorduk da, sağanak yağmur formunda boşalması fazla garip oldu hakikaten. Aşağıda çeşitli AKP milletvekillerinin, köşe yazarlarının yaratımı şaheserler var, birbirlerinin restini görüyor ve sürekli arttırıyorlar, durduramıyoruz.

Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan: "[Sezaryenle doğumun] bu ülke nüfusunun artmaması için atılan adımlar olduğunu biliyorum, bunların planlı olduğunu biliyorum. Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum. Her kürtaj bir Uludere'dir."

Recep Akdağ, Sağlık Bakanı: "Bazen, 'Annenin başına kötü bir şey gelmişse ne olacak?' deniyor. Gerekirse öyle bir durumda çocuğa devlet bakar." (mealen, tecavüze/enseste uğrayan doğursun, çocuğu devlete versin)

Ayhan Üstün, İnsan Hakları Komisyonu Başkanı: "Tecavüze uğrayan da kürtaj yaptırmamalı. Bosna'da kadınlar tecavüze uğradı ama doğurdular."

Ayhan Üstün, gene: "Kürtaj bir insanlık suçudur."

Zeynep Karahan Uslu, AKP milletvekili (konuk sanatçı): "Yüreği yeten kürtajı izlesin." (Yüreğimizin izlemeye yetmediği tüm ameliyatları yasaklayalım, doğum da dahil?)

Muhittin Yıldırım, SP Genel Başkanı: "Zinanın serbest bırakılması kürtajın temel sebebi."

Recep Akdağ: "Kürtaj bu ülkede 12 Eylül'ün ardından oldu bittiye getirilerek serbest bırakılmıştır. Toplumun haberi olmadan, tartışılmadan alınan bir karardır ve sağlıklı değildir." (Doğru şimdiki yasa tasarısını çok demokratik bir platformda tartıştık.)


Ayhan Üstün: "Kadın da insandır." ve akabindeki müthiş monolog.


Cevdet Erdöl: "...mevzuatınızdaki çocuk tanımı kapsamının genişletilerek, 0-18 yerine eksi 1 ila 18 yaş aralığını içine alacak şekilde yeniden tarif edilmesinin gerekli olduğuna inanmaktayım." (UNICEF başvurusundan)

Mehmet Ali Bulut, yazar: "Sezaryenle doğan çocuklar anne katili oluyor" ve daha fazlası.

Melih Gökçek, gülen adam: "Zina yapınca çocuğun kabahati ne? Anası kendisini öldürsün."

Kesin unuttuklarım vardır da, zaten bu kadarı bile yeterli sanırım. Çıktıkça yeni bir şeyler eklerim.

Ekleme: Seda Sezer, aile hekimi: "Tecavüze uğrayan kişi kürtaj yaptıracağına tecavüzü gerçekleştiren kişiyi öldürsün ikisi de cinayettir."


1 Haziran 2012 Cuma

Kürtaj Konusu

 

Başbakan, Uludere konusunda kendi tabanından dahi tepki görmeye başlayınca şapkadan bir tavşan çıkarmalıydı, o da kürtaj konusu oldu. Konu ilk ortaya atıldığında bunun klasik AKP pragmatizmi uyarınca ortaya atılmış ve biraz sular durulunca geri çekilecek bir demeç olduğunu sanmıştım (bu konuda akla ilk gelen  örnekler alkol yaşı kısıtlaması, idam cezası geri gelsin tartışması, zina vs.) lakin mevzu aldı başını yürüdü ve yasa taslağı olarak kapımıza dayandı. Tabii burada Başbakanın yıllardır sahip olduğu "daha çok nüfus, kadınlar, yemeyin içmeyin doğurun!" takıntısının da payı büyük.

Kürtaj konusu, mensubu olduğum düşünce ekolünü (insan hakları ve bireysel özgürlük temelli, kamu politikaları nezdinde kar-zarar analizini öngören) en çok zorlayan konulardan birisi. Çünkü insan hakları kısmında, temelden bir çelişki içerebiliyor farklı bakış açılarına göre. Kürtaj konusunu "haklılık/haksızlık" perspektifinden tartışmak o yüzden sakat, ve lakin tartışma platformu "yaşam hakkı/seçim hakkı", "cinayet" gibi tanımında uzlaşılmayacak/kesin tercih yapılamayacak eksenlerde şekilleniyor.

I. Tartışma Zemini


Bunu biraz açayım: Kürtaj konusunda, genelgeçer bir tutum almak sözkonusu değil. "Bebek benim karnımda, istediğimi yaparım" pozisyonuna "o fetüş bir canlı, cinayettir bu!" kontrası geliyor. Sonrasında tartışmalar fetüsün ne zaman canlı olarak kabul edilebileceğine bağlanıyor. Bu konuda her dinin ve hatta mezheplerin referansı farklı, o yüzden din temelli bir açıklamada dindaşların bile buluşması zor.* Seküler açıdan yaklaşıldığında da durum farklı değil. Mesela bir görüş, en erken prematüre doğumda hayatta kalmış bebeğin referans alınmasını öngörürken, diğer bir kesim bebeğin "hissetmeye" başladığı anı referans alıyor. Kimisi ilk kalp atışı diyor, kimisi doğum anını öngörüyor. Bu kadar karmaşık ve çok yönlü bir husus kesin karara bağlanamaz.

Bu durumda tartışmayı bu eksende yürütmenin faydası yok, çünkü bu pozisyonlarda tutarlılık da arz edilmiyor. Örneğin "fetüs canlıdır!" diyen bir insanın, düşük yapıldığında cenaze töreni düzenlediğini hatırlamıyorum. Ya da "devlet eliyle cinayet işlenemez" gibi aslında çok genel ve mantıklı bir pozisyonun, Türkiye devlet-vatandaşlık kontratında yeri olmadığı da aşikar: Devlet bizi gözaltında da öldürür, biber gazıyla da öldürür, askerde eğitim zaiyatı da sayar ve kimse ondan hesap soramaz. Ya da "bebek doğmadan, duygu-düşünce sahibi olmadan canlı sayılamaz" görüşünün, diğer canlı varlıklara ilişkin tartışmalarda tutarsızlık riski oluyor.

Bu bahsettiğim içkin çelişkiler yüzünden tartışma "kürtaj olursa ne olur, olmazsa ne olur" temelli bir "kar-zarar analizi" ile ele alınmalı diye düşünüyorum.

II. Kürtaj Neden Yasal Olmalı?


Kürtaj var, ve de yasadışı iken bile gerçekleştirilen bir yöntem. Düşük yapmaya çalışma, vajinaya çeşitli cisimler sokma gibi çok tehlikeli yöntemlerle, ya da yeraltında çalışan güvencesiz kliniklerle gerçekleştirilen bir operasyon bu.** Devletin bu konuda pozisyon alması, özellikle de "cinayet" temalı bir pozisyon alması bu yüzden sakat. Devlet, "cinayeti engelleyeceğim" diye dolaylı yoldan bir çok cinayetin ortağı olma riskiyle karşı karşıya. Bunun içine aile/çevre baskısı gibi normal, tecavüz vs. gibi ekstrem durumlar girdiğinde ortaya çıkabilecek hasarın haddi hesabı yok. Devletliler kürtaj serbest iken kimsenin hobi olarak haldır huldur kliniklere koşup fetüs aldırdığını sanıyor olabilirler, fakat kürtaj kolay bir operasyon değil psikolojik olarak. Bunun da yanısıra, kürtaj seçeneği olmadığı için bebeğini gizli gizli doğurup daha sonra öldürme vakalarının da olduğunu biliyoruz.

Tüm bu verileri ve gereksiz yere sıralamaya gerek duymadığım olumsuz koşulları alt alta dizdiğimizde, devletin etik sebeplerle kürtaj yasaklamasının aslında o sakınddığı etik sebepleri bizzat empoze etmesi gibi bir çelişkili durum ortaya çıkıyor.

III. Uygulama Nasıl Olmalı?


Kürtajın yasal olması demek, gene sanılanın aksine herkesin kürtaj yapmaya zorunlu bırakılması demek değil. Kürtaj özel bir sağlık hizmeti olarak sınıflandırılır ve her türlü güvence sağlanır, doktorlara kürtaj yapıp yapmama özgürlüğü tanınır (ki zaten böyle bir durum fiilen var), bireysel ilkeler çerçevesinde ele alınması gereken bir olay "doktor-hasta gizliliği" çerçevesinde değerlendirilir. Ne devlet, ne aile, ne de bir başkası bu düzenlemeye müdahil olur, pozisyon almak zorunda kalır.


IV. Bunu Neden Tartışıyoruz?


Türkiye özelinde fiilen gayet de düzgün bir şekilde işleyen, kimsenin de esasen şikayetçi olmadığı (senelerdir hiçbir seçim programında kürtajla ilgili bir madde görmedim, propaganda malzemesi olarak kürtajın bahsinin geçtiğini duymadım) sistemin birden bozulmasının iki sebebini yukarıda açıkladım zaten: Popülizm ve AKP politikalarındaki nüfus fetişi. Bu fetişin ima ettiği ve genel anlamda çok daha kötü bir yere giden ataerkil zihniyet de cabası tabii. İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanı'nın TV programında "Kadınlar da insan" cümlesi kurabildiği bir zamandayız, muhafazakar/erkekegemen zihniyet Üsküdar'ı geçmeye çalışıyor. Kadınların işgücüne katılımının usülen bile teşvik edilmediği, "en az üç cocuk, hem çamaşır makineleri de var artık" gibi abuk beyanatların gündemi sarmaladığı bir zaman bu.***

Kürtajı bağımsız olarak değerlendirdiğimizde bile yasallık en mantıklı pozisyonken, bu çerçeveden baktığımızda, kullanma yanlısı olmadığım bir kelime olmasa da, "kürtaj hakkı" için direnmenin önemi ortaya çıkıyor.

V. Epilog


Bu konu daha dallanır budaklanır, ABD'deki "Roe v. Wade" başlıklı kürtajı yasadışı olmaktan çıkaran ama eyaletlere çevresel kısıtlama hakkı tanıyan karara, AKP'nin ABD'deki Cumhuriyetçi Parti ile politik partner haline gelmesine, Almanya ve Fransa'daki zamanında yapılmış "Ben de kürtaj yaptırdım" kampanyasına, "If These Walls Could Talk", "Revolutionary Road", "4 Months, 3 Weeks, 2 Days" gibi filmlere, George Carlin'in muhteşem skecine kadar gider aslında.

 * hkubra'nın konuyu İslami perspektiften ele aldığı şu güzel yazı okunabilir. 
**Bu konuda istatistiki bilgi isteyenler Emrah Göker'in blogunda kürtaj anahtar kelimesini aratabilirler.
***Bu da sosyalistfeministkollektif.org sitesinde yayınlanan, olaya kadın hakları perspektifinden bakan bir yazı. Bulan meltem'e teşekkürler. 

22 Mayıs 2012 Salı

Korsan Taksiyle Mücadele Etmeli mi?


Bir önceki yazıda müzik sektöründe korsan dağıtımdan bahsetmiştim. Bu yazıda korsan taksi iyi midir kötü müdür, devlet korsan taksicileri ve/veya korsan taksiye binenleri cezalandırmalı mı, iktisat bu konuda nasıl bir perspektif sunabilir buna değineceğim. Herhangi bir iktisadi eyleme hırsızlık deyip demediğiniz, bu adlandırma iktisadi hayatı etkiliyorsa önemli olabilir. Ancak ben bu konuya girmeyeceğim [Zira Shelbyl'in ilk yazıma yaptığı yorumdan anlaşıldığı gibi onun yazısındaki asıl kasıt bazı aktivitelerin devlet tarafından hırsızlık olarak nitelenmesine rağmen benzer başka bir takım aktivitelerin bu şekilde nitelenmemesindeki çelişkiye/seçiciliğe dikkat çekmek]. Önemli olan bu eylemlerin ekonomiye olan genel etkisini incelemek. Çünkü devletin izlemesini isteyeceğimiz politika bu etkiye bağlı.

Şarkı, bilgisayar yazılımı, ilaç gibi ürünlerin aksine taksicilik son ürün açısından bakınca metadan ziyade her bir sefer için ayrı olarak para verdiğimiz bir hizmet. Doğası itibariyle para vermeyeni dışlamak gayet kolay (yani “non-excludable” değil). Bir taksi belirli bir zaman aralığında ancak sınırlı sayıda insana hizmet verebiliyor ve diğer müşteriler o zaman aralığında o taksiden faydalanamıyor. Ayrıca taksici her kilometre için benzin parası vermek durumunda. Yani iktisadi tabirle bu hizmete olan talepler birbirine rakip (rival good).

Dolayısıyla Shelbyl’in de belirttiği gibi bu piyasanın işleyişi müzik piyasasının işleyişinden farklı. Buradan hareketle Shelbyl birkaç soruyu gündeme getirmiş. Bu sorulara kendi cevaplarımı vererek konuyu açmaya çalışayım.

Soru: Örneğin X kişisi cebinde 10 lira ile bir yerden bir yere gitmek istesin, taksiyle pazarlık yapsın, taksi kabul etmesin, ve sonrasında korsan taksiye binsin. Bu durumda korsan taksi ve müşteri hırsızlık yapmış olur mu?

Cevap: Daha önce de belirttiğim gibi son kertede korsanı hırsızlık olarak niteleyip nitelemediğimiz işin semantik boyutu dışında çok da önemli değil. Belki devletin korsanla mücadelesindeki söylem açısından bir önemi olabilir. Yine de cevap vermek istersek, evet korsan taksi hırsızlık yapmış oluyor. Nedenine gelirsek: Öncelikle devletin tanımladığı mülkiyet haklarını verili almadan bir eylemin hırsızlık olup olmadığına karar veremeyeceğimizi görmeliyiz. Devlet sınırlı sayıda taksi plakasını kendi tespit ettiği fiyattan satarak yolcu taşıyıp kar etme hakkını dağıtmış. Önceki yazımın başında verdiğim özel mülkiyet tanımına göre korsan taksi, lisanslı taksiye ayrılmış kar etme hakkını çalıyor.

Asıl önemli soru devletin sınırlı sayıdaki taksi lisansını satma yetkisi olmalı mı? Lisans dağıtımının iki sonucu var. Birincisi devletin bu mesleği icra edenlerden vergi alıyor oluşu. İkincisi de taksi sayısını istediği ölçüde sınırlayabilmesi. Bunun amacı karbon emisyonlarının sebep olduğu hava kirliliğini ve oluşan trafiği sınırlamak ve ayrıca devletin vergi geliri ile yaptığı otoyollarının onarımını temin edebilmek olabilir. Lisans sayısının doğru tespit edildiğini iddia etmiyorum tabi ki. Örneğin on milyon nüfuslu bir kentte sadece yüz taksiye izin vermek yarardan çok zarar getirebilir. Hem de devlet taksimetre ücretlerini dikte ederek düşük tutabilse bile.

Neticede bireysel karı için olumsuz bir dışsallık yaratan bir hizmetten bahsediyoruz. Bu sebeple aslında oligopolistik bir yapı bile (ki taksi piyasası oligopolistik sayılmaz çünkü fiyatlama üzerinde taksicilerin tam yetkisi yok) verimlilik açısından tam rekabetçi bir piyasaya tercih edilebilir.  Ayrıca korsan yaygınlaştığı zaman lisanslı taksici de ertesi sene korsana dönmeyi seçebilir ki bu olumsuz dışsallıkları daha da büyütecektir. O yüzden prensipte vergilendirme toplumsal açıdan doğru bir politika. Bu hususta devlet müdahelesinden hiç haz etmeyen biri çıkıp ilk defa iktisatçı Ronald Coase'un işaret ettiği gibi
vergilendirme yerine mülkiyet haklarını çok kapsamlı bir şekilde tanımlayıp zarar gören vatandaş ile dışsallık yaratan taksicilerin pazarlık yapmasını önerebilir. Bu çözüm teoride daha verimli bir çözüm olabilirdi. Ama pratikte hiç de mümkün değil. Bu yüzden dolaylı veya doğrudan vergilendirme olmadıkça dışsallıktan zarar gören vatandaşları tazmin etmek mümkün değil. Yani taksi sayısını sınırlamak ve bu sektörü vergilendirmek faydalı bir devlet hizmeti. 

Sonuç olarak korsan taksi her bir vatandaşa azar azar ve dolaylı olarak zarar veriyor. Çünkü devlet vergi hedefini tutturmak zorundaysa daha kolay vergilendirilebilir sektörlere uyguladığı vergiyi artıracaktır. Veya vergi hedefini düşürüp hizmetlerde kısıntıya gidecektir. İlk durumda taksici aynı hizmet için vatandaşa zorla daha çok para harcatarak kontrata uyan diğer vatandaşları kendi çıkarı pahasına zarara sokmuş oluyor. İkinci durumda ise vatandaşın aynı miktar vergiye daha az hizmet almasına neden olacaktır.

Korsan taksi müşterisinin rolüne gelirsek bu müşteri sadece para verip plaka almış taksiye karşı yapılan hırsızlığı değil aynı zamanda vergi kaçırmayı da teşvik etmiş oluyor. Buradaki hırsızlık, kategorik olarak gayri-ahlakidir veya yanlıştır demek istemiyorum. Bu soruya cevap üretmek için hırsızlığı tanımlamanın yanında bu tanımdan çıkarak kendi içinde tutarlı bir ahlaki-felsefi eleştiri yapmak durumundayız. Toplanan vergiler illa doğru yerlere gidiyor da demiyorum. Bu mesele genel argümanı bağlayan bir şey değil ve korsan taksi konusundan bağımsız olarak değerlendirilmeli.

Soru: X kişisi 10 lirayı taksiye vermek yerine arkadaşına diyor ki "Abi ben sana 10 lira benzin parası vereyim, beni şuraya bırak." Bu durumda arkadaş korsan taksicilik faaliyeti yapmış olur mu?

Cevap: Eğer bu arkadaş bunu meslek haline getirmemişse, yani faaliyette bir devamlılıktan bahsedemiyorsak ve tanımadığı insanları oradan buraya taşımıyorsa, hırsızlık olmaz. Aksi taktirde kayıt altındaki taksici ile haksız rekabet halinde demektir. Yine bu koşullar altında vergi de kaçırıyor diyemeyiz. Zira araç kaskosunu yaptırmış, egzost emisyon vergisini vs. her halükarda veriyor ve bir taksici kadar yollarda gezip bu işten para kazanmıyor.
 

Toplumsal etkisi olumsuz olduğuna göre korsan taksiye karşı ne yapmalı? Bu noktada devletin ve taksicilerin korsanla en etkili nasıl mücadele edebileceği sorusunu sormak lazım. Korsan taksicilerin kendilerini gizlemesi çok kolay (Müşterinin aslında arkadaşı olduğunu iddia edebilir vs. Müşterinin bireysel çıkarı da bu yönde ifade vermek olduğuna göre devlet denetiminden kaçmak kolay). O yüzden ne müşteriye ne de korsan taksiciye yüksek ceza tehtidi caydırıcı olur gibi gelmiyor bana. Pozitif politikalar daha iyi sonuç verebilir. Vatandaşı ikna kampanyaları, ihbar karşılığı ödüllendirme ve lisanslı taksicilerin şüphelendikleri korsan taksiler hakkında delil toplamaya çalışması belki kısmı bir çözüm olabilir. Şoför lobisini daha düşük fiyatlamaya ikna etmek de hem lisanslı taksinin karına hem de tüketicinin faydasına olabilir.

Korsan Müzik Hırsızlık mıdır? İyi midir Hoş mudur?

Shelbyl Korsan ve Hırsızlık başlıklı yazısında özel mülkiyet ve hırsızlık konusuna iki örnek üzerinden değiniyor: Korsan müzik ve korsan taksicilik. Fakat ortaya koyduğu analiz biraz problemli ve kendisinin de belirttiği gibi biraz da eksik. Bu yazı ve onu takip edecek ikinci bir yazı ile hem bu problemlere değinmek hem de konu açılmışken biraz daha geniş bir iktisadi bakış açısı sunmak istiyorum. Tabiki iktisatçıların bu konular üzerine çokça kafa yorduğu için yazacaklarımın çoğu bana ait orjinal tespitler değil. Amacım bu tespitleri iktisatçı olmayanların daha rahat anlayabileceği şekilde açıklamak.

Meseleyi önce ikiye ayıralım. Birincisi özel mülkiyetin ve hırsızlığın tanımı meselesi. İkincisi de korsanın/hırsızlığın toplumsal sonuçları ve müzik piyasasının (ve onunla benzeşen yani entellektüel içeriği yoğun ürün piyasalarının) nasıl regüle edileceği meselesi. Taksi hizmeti meselesi ise diğer yazımın konusu olacak.

1. Tanım Sorunu

Shelbyl’in yazısındaki en büyük problem özel mülkiyetin ve hırsızlığın çok dar bir şekilde tanımlamasından kaynaklanıyor. Özel mülkiyet sadece kullanım veya tüketim hakkının bireye ait olma durumunu değil, aynı zamanda üreticinin ürünü veya ürünün dağıtım haklarını satma tekelini de kapsıyor. Bu yüzden de yazar yanıltıcı bir şekilde hırsızlığı mal sahibinin o malı kullanım hakkının gaspı gibi dar bir tanıma sınırlıyor. Özel mülkiyeti toplumsal fayda açısından savunanların argümanı, sadece kullanım hakkının gasbının kötü sonuçlar (Örnek: “Eğer çalışarak satın aldığım  veya inşa ettiğim eve biri çıkıp zorla el koyacaksa çalışıp üretmemin anlamı yok”) doğurması değil. Mesele aynı zamanda kullanım hakkını satma hakkının gasbı (Örnek: “Evimi emlak piyasası yükseldiğinde onu bana nazaran daha çok değerleyen birine satamayacaksam daha küçük bir ev inşa ederim” veya “Evime yüksek değer biçen müşteri buna rağmen mevcut evine razı olmak durumunda kalır”).

Özel mülkiyetin ne olduğu hakkındaki kavram kargaşasını giderdiğimizde piyasaya korsan müzik sürenlere hırsız diyebiliyoruz. Sanatçıdan veya ona para ödeyerek dağıtım haklarını satın alan plak şirketinden çalınan şey söz konusu ürünün kullanım haklarını satma hakkı. Yani emek ve sermaye harcayarak ortaya çıkarılan maldan kar etme hakkının çalınması söz konusu. Burada hırsız ürünü para verip bile alsa ürünü kopyalayıp paylaştığında (dikkat edin illa para karşılığı ürünü satması gerekmiyor) üreticinin o üründen kar etme hakkını, ve dolayısıyla özel mülkiyet hakkını ihlal etmiş oluyor. House M.D. dizisini kaydedip Youtube’a koyarsan bu tanım itibariyle hırsızlık olur. Sen doğrudan bu dağıtımdan kar etmesen bile. Bu ikincisi bir nevi Robinhood’luk oluyor. Radyodan teybe müzik çekmek veya televizyonda bir programı kaydetmek ise onu alıp dağıtmadığınız sürece hırsızlık değil, ama hırsızları teşvik oluyor. Aynı çocuk emeği kullanan spor ayakkabı firmasından bu gerçeği bile bile ayakkabı aldığımızda Çin’deki taşeron firmayı ve ucuz diye onu seçen ayakkabı firmasını daha çok çocuk işçi kullanmaya teşvik etmek gibi.

Özel mülkiyeti ihlal etmenin ne kadar kolay olduğu hangi üründen bahsettiğimize göre değişir. Entellektüel ürünleri izinsiz çoğaltıp dağıtmak (kısaca korsan piyasa yaratmak) daha kolay, özellikle de internet üzerinden yapılıyorsa. Bu tamamen ürünün doğasından kaynaklanıyor. Bir diğer değişle bireylerin kullanımını kontrol etmenin zor olduğu (non-excludable) ürünlerden bahsediyoruz. Bu özellik çoğaltımın, yani replikasyonun kolaylığından kaynaklanıyor. Çünkü bunun için korsancıların ürünü deşifre etmeye yani nasıl yapıldığını çözmeye ihtiyacı yok. Dolayısıyla Microsoft, Windows işletim sisteminin yeni sürümünü piyasaya sunarken birçok potansiyel tüketicinin para vermeden bu ürünün korsan kopyalarından faydalanabileceğini göze almak durumunda. Bu gerçek hem ürün fiyatlamasını hem de ürün arzını etkiliyor. Örneğin firma ilk alıcı dışında herkesin ürünü kaçak olarak temin edeceğini bekliyorsa ya o kadar AR-GE yatırımına girerek o ürünü üretmez veya üretse bile astronomik bir fiyata satması gerekir.  Yani hariç tutulamayan (non-excludable) ürünlerin sunulduğu piyasalarda üreticinin arzı artırma veya fiyatı düşürme motivasyonu oldukça düşük olabilir. Bu tespite yazının ikinci kısmında tekrar döneceğiz.

2. Bilgi Yoğun Ürün Piyasalarında Korsan Üretimin Toplumsal Sonuçları

Toplumsal fayda soyut bir kavram ve bu kavramdan ne anlamamız gerektiği kaçınılmaz olarak tartışmaya açık bir konu. Biraz yol katedebilmek adına iktisatçıların kullandığı standart tanımlardan birini ölçü alıp toplumsal faydayı bireylerin tükettikleri ürünlerden aldıkları mutluluğun toplamı olarak kabul edeceğim.  Buradaki dolaylı varsayım toplumsal faydanın pastanın nasıl bölüştürüldüğünden bağımsız olduğu. Eğer bu gerçek dışı varsayımı yapmak istemezsek, alternatif olarak, pastayı olabildiğince büyüttükten sonra en ideal dağılımı gerçekleştirebilecek transfer mekanizmalarının mevcut olduğunu (örneğin devletin istediği miktarı senden alıp bana verebildiğini) ve bu mekanizmaların varlığının pastanın boyutunu etkilemeyeceğini kabul edebiliriz.

Şimdi meseleye geri dönersek önce korsanın kar potansiyelini eriterek üreticiye zarar verdiğini kabul etmeliyiz. Peki korsan piyasa toplumsal açıdan da kötü bir şey olmak zorunda mı? Buna cevap ararken bir kez daha ürünlerin doğasına dönmek gerekiyor.

Metaları tüketici için içerdiği değere ve üreticinin kullandığı girdinin doğasına göre iki sınıfa ayırabiliriz. Bir tarafta ekmek, çekiç, araba gibi üretiminde fiziki girdilerin oranının yüksek olduğu ve tüketim değeri büyük oranda fiziki işlevselliğinden ve faydasından kaynaklanan metalar var. Diğer tarafta ise müzik albümü, resim, bilgisayar programı gibi üretiminde entellektüel emeğin daha çok rol oynadığı ve tüketim değerini büyük oranda sanatsal veya bilgisel içeriğinden alan metalar var. Bu kategorideki ürünlerin en önemli özelliği bir kere üretildiklerinde tüketilerek azaltılamaz oluşları. Shelbyl’in verdiği korsan müzik örneğinden gidersek Ahmet'in internetten Radiohead'in son albümünü indirmesi, Mehmet'in o albümü indirip dinlemesini zorlaştırmıyor. Fakat bu, yazarın iddia ettiğinin aksine internet ortamında MP3 olarak sunulan albümün hariç tutulamaz (non-excludable) olmasından değil –ki bu özelliği daha önce tanımlamıştık- Ahmet'in bu ürüne olan talebi ile Mehmet'in talebinin birbirine rakip olmamasından kaynaklanıyor. Örneğin bir ekmeğin yarısını yediğinizde diğer arkadaşınıza sadece yarım ekmek kalıyor ama bir ders kitabının ilk bölümünü okuyan arkadaşınız kitabı size ödünç verdiğinde siz de aynı bölümü okuyabiliyorsunuz. Bu tarz ürünler iktisatçılar tarafından "non-rival" olarak adlandırılıyor. Tam da bu yüzden bu gibi ürünlere tüketicinin biçtiği birim değer, yani o birimden elde ettiği fayda, aynı birimin toplumun geneli için ifade ettiği faydanın çok altında kalabiliyor.

Buradan hareketle herkesin ucuza satın alabildiği korsan müzik albümleri aslında toplum için iyi sonucuna varabilirdik. Ancak hatırlarsanız bu ürünler aynı zamanda para ödemeyenleri kullanımdan kolay kolay dışlayamadığınız (non-excludable) ürünler. Dolayısıyla korsan piyasanın önlenemediği bir serbest piyasa ekonomisinde özel işletmeler bu ürünleri toplumsal faydayı ençoklayacak miktarın altında üretmeyi seçeceklerdir. Çünkü üretim sonucu yarattıkları toplumsal katma değer giderek artsada firmalar bu üretimden doğan faydanın çok ufak bir kısmını kar olarak ellerinde tutabildiklerinden AR-GE yapıp sonra da zarara girmek istemeyecektir.

3. Son tespitler

Bu analizden çıkan sonuç korsanın toplumsal faydaya etkisinin teorik açıdan pek de net olmadığı. Bir sefer AR-GE’si yapılıp piyasaya sunulan bir yazılım veya ilacın çoğaltım ve dağıtımı çok ucuz olduğu ve toplumsal fayda çarpanı yüksek olduğu için olabildiğince çok insana ulaşması arzulanırken, üreticinin telif veya patent hakları korunamadığı sürece yüksek AR-GE isteyen kaliteli yazılımların ve faydalı ilaçların arzının zamanla düşeceği de bir gerçek. Televizyonda orada burada karşımıza çıkan yaygın söylem aslında bir ölçüde doğru. Gerçekten de tüketici olarak korsan müzik alarak korsanı teşvik edersek daha kaliteli albümlerden mahrum kalmamız mümkün. Normatif bir çıkarım yapacak olursak, bilgi yoğun ürünlerin makul patent veya telif hakkı süreleri olmalı. Ama bu süreler bizi Beethoven’in 9. Senfonisini parayla indirmek zorunda bırakmamalı. Patent süresi dolunca her isteyen bir albümü rahatça dağıtabilecek ve böylece sadece korsan aktiviteleri göze alabilen ufak bir azınlık değil herkes eşit derecede bedava ve kaliteli müzik dinleyebilecek.

Tabi ne devlet ne de üreticiler korsanı engellemeye muktedir olmayabilir. O zaman ideale en yakın ama uygulanabilir alternatiflere yönelmek gerekecektir. Zaten hali hazırda olan da bu. Bir yandan internet teknolojisinin ilerlemesi diğer yandan da albüm yapmanın maaliyetini düşüren diğer teknolojik gelişmeler sanatçıları ve plak şirketlerini farklı stratejilere itiyor. Öncelikle sektör albüm satışlarından ziyade giderek daha yüksek oranda turne ve reklam gelirlerinden para kazanıyor. Bununla birlikte internetin entellektüel ürün çeşitliliğini ve sanatçılar arası rekabeti artırması ile İnterneti ürün satışından ziyade ürün promosyonu olarak kullanma stratejisi benimsendi. Radiohead'in albümünü prensipte bedava sunması gibi. Tabi entellektüel ürünler arasında da farklar yok değil. Örneğin aynı grubun iki farklı konserine gitmek anlamlıyken aynı filmi sinemada iki kez izlemek pek de tercih ettiğimiz bir şey değil. Sinemada izlenen filmden alınan keyif evde izlenen filme göre artık çok fazla olmasa da konsere gidip bir grubu canlı izlemenenin, o kalabalığın içinde olmanın keyfi çok farklı. Neyse lafı daha fazla uzatmayalım. Neticede bu konu oldukça geniş bir spektrumdan irdelenebilir.

Bir sonraki yazıda korsan taksi meselesine değineceğim. Zira Shelbyl’in de ifade ettiği gibi taksicilik hizmeti farklı bir yapıya sahip ve korsan taksinin hırsızlık olup olmadığı ve toplumsal etkisi ayrı bir analiz gerektiriyor.

18 Mayıs 2012 Cuma

Korsan ve Hırsızlık Üzerine

Bu konu bir blog girdisi ile açıklanacak, bütün açılardan ele alınacak bir konu değil, üzerine sayfalarca kitaplar yazılır ve gene bir sonuca varılamaz icabında. Burada esas amacım, bazı sorular sormak, bazı sebepsizce benimsenmiş/tanımları ezberlenmiş ahlak ilkeleri üzerine biraz kafa yormak.

Bitmeyen bir tartışma "korsan müzik" ve diğer eğlence ürünleri hakkında zaten varken, bir de "korsan taksi" gündemimiz oldu. İki konu tartışılırken de gündeme gelen kavramlardan biri de "hırsızlık". Korsan müzik indirenler çeşitli cezalara çarptırılırken -en azından böyle bir yasal düzenleme varken-, korsan taksiye binenlere de 600 lira ceza kesilmesi gündemde. Korsan müzik ve korsan taksi kavramları arasında işleyiş bakımından benzerlikler olduğu kadar farklar da var, ama bu kavramların cezalandırılması benzer mekanizmalar yaratınca ve "hırsızlık" tanımı gündeme gelince üzerine biraz düşünmek gerekiyor.

I. Hırsızlık, Özel Mülkiyet ve Korsan Müzik 


En basit açıklama ile hırsızlık kavramı, özel mülkiyetin varlığıyla gündeme geliyor. Birisinin özel mülkünü elinden izinsizce almak hırsızlık diyebiliriz. Mesela benim para verip aldığım bir eşya, benim elimden, benim artık kullanamayacağım şekilde alınıyorsa, o net bir şekilde hırsızlıktır. Burada iki kavram çok önemli: 1. İzinsizlik. 2. Sahip olanın kullanım hakkını yitirmesi. Mesela bir dükkandan bir mal çalarsanız da, halihazırda para vermiş dükkanın o malı başkasına satma hakkını elinden almış oluyorsunuz, ve bu yüzden burada bir hırsızlık durumu sözkonusu oluyor.

Korsan müzik konusu ise klasik hırsızlık tanımının gayet dışında. "Korsan müzik" indirince neyin hırsızlığı yapılmış oluyor? Şarkıyı indiren, başkasının da o şarkıyı indirme hakkını gasp etmiyor, o şarkıya sahip olan dükkanın elinden kopyayı çalıp da başkasına satma hakkını da gasp etmiyor, kendisi o ürünü başkasına satıp şirketin malı ile kazanç da sağlamıyor. Çünkü bu tür ürünler, ekonomide hariç tutulamayan ürün (nonexcludable good) olarak tanımlanan sınıfta.

Korsan müzik indirmek, yani fiziksel olarak kimsenin özel mülkiyet hakkını gasp etmeyen bir ürüne bir maddi değer biçip, o değerin karşılığını bulmaması hırsızlık ise daha birçok naif eylemin hırsızlık olması konusu da gündeme geliyor. Mesela radyodan teybe müzik çekmek de, televizyonda çok beğendiğiniz bir programı kaydetmek de, bir kitabı arkadaşınızdan alıp okumak da hırsızlık olabilir aynı şekilde. Bir ürünü farklı ortamlarda satışa çıkarıp, ona yapay bir değer ve sahiplik kavramı biçtikten sonra o değerin her koşulda karşılanmasını beklemek gülünç. Dijital çağı analog kanunlarla yönetmenin zorluğu da burada başlıyor.

(Aranot: Ki sanatçılara sorduğunuzda "ben zaten parayı konserlerden, konuşma anlaşmalarından, yeni rol tekliflerinden kazanıyorum" diyenler, kendi albümlerini kendi sitelerinden bedavaya ya da sembolik bir ücret karşılığında satanlar mevcut, ki o halde bile daha çok para kazanabiliyorlar. Bu da mevcut sistemdeki oligopolik düzenin esas verimsizliği getirdiğine dair başka bir argüman.)

II. Korsan Taksi ve Hırsızlık


Korsan taksi mekanizması, korsan müzik mekanizmasının işleyişinden farklı. Çünkü müşteri hariç tutulamayan ürün değil, müşteri korsan taksiye bindiğinde orada bir fiziksel alıkoyma gerçekleşiyor. Peki bu durumun hırsızlık olmasının sebebi, birinin vergi veriyor, diğerinin vermiyor olması mı? Bu konuda kesin yargıya varılabilir mi, yoksa farklı senaryolar mümkün mü?

Örneğin X kişisi cebinde 10 lira ile bir yerden bir yere gitmek istesin, taksiyle pazarlık yapsın, taksi kabul etmesin, ve sonrasında korsan taksiye binsin. Bu durumda korsan taksi ve müşteri hırsızlık yapmış olur mu?

X kişisi o 10 lirayı vergi vererek kazanmışsa ve korsan taksiciye bir hizmet karşılığında veriyorsa, korsan taksici de tıpkı o para öğrencinin cebinde kalsaydı olacağı gibi dolaylı yollardan vergisini veriyorsa, bu da hırsızlık sayılır mı? Daha farklı örnekle anlatmak gerekirse, evinizin bahçesindeki ağacı kesmeniz lazım. Profesyonel ağaç kesici çağırmak yerine kendiniz ya da bir arkadaşınız kesiyor ve böylece vergi çarpanından çalıyorsunuz. Bu da hırsızlık olur mu?

X kişisi 10 lirayı taksiye vermek yerine arkadaşına diyor ki "Abi ben sana 10 lira benzin parası vereyim, beni şuraya bırak." Bu durumda arkadaş korsan taksicilik faaliyeti yapmış olur mu?

III. Hırsızlık, Rekabet ve Vergi


Korsan taksi olayını yukarıdaki örnekler ışığında şöyle değerlendirmek de mümkün. İki şirket var, bunlardan birisi aynı sektörde olmasına karşın diğerine kıyasla daha az vergi veriyor. Bu da haksız rekabet ortamı yaratıyor. Bu ortam da ekonomik işlerliği ortadan kaldırıyor, ve bu yüzden devletin bunu düzenlemesi gerekiyor. Gayet geçerli bir argüman, ve zaten devlet-vatandaş kontratında vergi toplama konusunda bu konu gayet açık.


Lakin bu konuda da siyah-beyaz spektrumundan farklı şeyler düşünmeli. Türkiye'de devlet ile işbirliği içinde olduğundan ötürü aynı sektördeki rakiplerinin önüne geçen firmalar yok mu? Firmalar, vergi kanunundaki yasal boşluklardan yararlanırken, aynı şekilde haksız rekabet yaratmıyorlar mı? İthalat-ihracat sübvansiyonları hakkaniyetli, ekonomik verilere göre mi dağıtılıyor her zaman; yoksa başka mekanizmalar da var mı?

Vergi konusunda da benzer sorular gündeme gelebilir. Devlet, kazanç elde eden vatandaşını vergi vermediği için cezalandırabilir, hakkıdır dedim. Peki vatandaş, bu vergilerin nereye harcandığı konusunda her zaman hesap sorabiliyor mu? Eğer vatandaşın vergi vermemesi hırsızlık ise, devletin antimilitarist bir vatandaşından aldığı vergiyi silah endüstrisine yatırması, vejetaryen vatandaşından aldığı vergi ile et sektörünü sübvanse etmesi de hırsızlık mı oluyor? (Burada demiyorum ki bütün bunlar düzenlensin, o tür bir toplumsal model yaratmak oldukça ütopik. Fakat "hırsızlık" damgasını vurmadan önce, benzer koşulların halihazırda yaşandığını açıklamaya çalışıyorum)

IV. Sonuç


Başta da dediğim gibi, bu yazıda güçlü bir argümantasyon, kesin bir iddia dile getirmiyorum, bu konular elde ölçülebilir veriler olmadan pratik yargıya bağlanamaz, imkansız. Lakin "hırsızlık", "korsana hayır", "korsan taksiye binenler tabii ki ceza ödesin" gibi yargılara varmadan önce, bu kavramlara yüklediğimiz geleneksel anlamları ve pratikteki karşılıklarını da sorgulamak gayet mühim. Haksız rekabet, monopoli/oligopoli, verginin hesabının sorulabilmesi, gelir vergisi toplamadaki başarısızlık, sübvansiyonlar vs. çetrefilli konular, sadece teorik yaklaşım ve ahlaki güzellemeler ile çözümlenemez.