2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

30 Mart 2010 Salı

Tek Kelime: Yozdil

Bu blogda biraz sert bir dil ve üslup kullandığımızdan arada düşünüyorum "Acaba çok mu fazla? Çok mu acımasız?" diye. Sonra bir olay görüyor, okuyorum; ve diyorum ki "Bunun normal olduğu bir memlekette biz de normaliz." Bugünkü silkindiricimiz ne zamandır bu semalarda rastlamadığımız Yılmaz Özdil, ve köşe yazısı.
Yazı Angela Merkel hakkında, kullanılan ifadeler ise acayip. Mesela Angela Merkel'in eşcinsel kuaförü "şorolo" ve "yumuşak" olarak nitelenmiş. Kendisi Angela Merkel'e "memeler kadraja sığmadı" ve "memeler[i poposunun yanında] zarif kaldı" şeklinde hitap etmekten çekinmemiş. Merkel'in hayatını anlatırken, tamamen ataerkil bir çerçeveden bakmış vs. vs.
Şimdi bu Yılmaz Özdil'e sorsan milleti şu an yönetenler ve oy verenler kütüktür, eğitimsizdir, konuşmayı-yazmayı bilmez vs. Ama kendisi bu ifadeleri gönül rahatlığı ile kullanabilir, "büyük yazar" olur. Gavura geçirmek serbesttir, bizden birine laf edilince "Almanya'nın büyük ayıbı!" olur. Düşünsenize Das Bild yazarının böyle bir şeyler yazdığının Hürriyet gazetesinin eline geldiğini? Manşetten verirler.
Nassı diyoğ siız Turklear... Yivreançsiınız.

İspanyol Basını(!) Dedi Ki

Galatasaray Teknik Direktörü Franz Rijkaard, çok ünlü ve başarılı bir isim. Fakat örf ve âdetlerimize göre şampiyon olamayan takımın teknik direktörü kovulduğu için, kendisi hakkında cadı kazanı kaynatılmaya başlandı bile. Bunlar alışık olduğumuz manzaralar, fakat bazen o kadar yaratıcı ürünler çıkıyor ki, "bu haberi Zaytung'dan mı çaldılar?" diye düşündürüyor.
Haber metnimiz şu (link): "İspanyol basını, Budist olduğu ileri sürülen, ancak bunu yalanlayan Galatasaray Teknik Direktörü Frank Rijkaard’ın, Budizm’in önemli bir öğretisi olan, “Sorunlar çözümlenemez, zamanla kaybolup giderler” felsefesinin kurbanı olduğunu yazdı."
Şimdi öncelikle sağda solda "Budizm şöyleymiş" diyecek gençleri uyaralım: Budist öğretide "sorun çözemezsin dayı, takıl gitsin yea!" falan demiyor kesinlikle. Budizm'e göre vipassana meditasyonu ile zihin kendisini neyin rahatsız ettiğini bulur, ve bu pannanın (bilgelik, anlayış) oluşmasını sağlar ve bu sayede sorunlar çözülebilir. Gören de Budistlerin "yat uyu geçer" gibi bir felsefesi olduğunu sanacak.
Onu geçtik, haberin gerisi daha sorunlu. Haberi öğrendiğimize göre Deportes gazetesi yazarı Antonio Agredano yazmış. Bu linkte İspanya'daki gazetelerin online sitelerinin listesi; ve öyle bir gazete yok! Belki hatalıyımdır diye İspanyolca "deportes gazetesi" diye arama yaptığımızda ise Diario Deportes adlı bir Kolombiya gazetesine ulaşıyoruz (link).
Haberin muhabiri olduğu iddia edilen Antonio Agredano'nun ismine ise "Diarios de Futbol" isimli bir blog listesinde rastlıyoruz. Kendisinin içinde Rijkaard geçen en son yazısı Avrupa Ligi sonuçları hakkında 18 Şubat 2010'da kaleme alınmış(link).
Haberin yalanları burada da bitmiyor. Habere göre El Mundo Deportivo gazetesi de "Rijkaard’ın, Galatasaray’da yaşadıklarını, Barcelona’daki son sezonuna benzetti." Bakıyoruz sitelerine, içinde Galatasaray geçen haberleri Atletico Madrid - Galatasaray eşleşmesinden daha fazla değil (link).
Lig TV'ye göre haberin kaynağı Milliyet. Arşiv taramasından Milliyet'teki haberi de buluyoruz (link). Orada da, tamamiyle kontekst dışı kullanılan bir resmin haberin argümanı olduğunu görüyoruz. Haberi yazan ismin ise Mehmet Çiftçi olduğunu öğreniyoruz, ki kendisi daha önce zaten rezil edilmişti bu tür yalan haberleri konusunda. Birisine buradan ulaşabilirsiniz.
O zaman suçumuz ne: Yalan gazete ve muhabir ismiyle haber yazmak, bir dini yanlış ve aşağılayıcı bir şekilde tanıtmak, var olan bir gazeteye var olmayan bir haber yakıştırmak, ve bu tür işleri belli bir süredir yapıyor olmak. Cezamız ne: Muhabirliğin aynı hızda devamı.
Habercililk etiği, doğruluk dürüstlük falan? Ya boşver adam güzel yazıyor.

29 Mart 2010 Pazartesi

Zaytung mu daha komik Hürriyet mi?

Şimdi karmaşık bir olay var. Aşk, entrika, ırkçılık, gazetecilik, her şey var içinde. O yüzden biraz dağınık yazmış olabilirim, şimdiden affola. Zaytung'u bilmeyenleriniz için önden bir söyleyelim, uydurma haber yayınlayan bir mizah sitesi (The Onion gibi). Hem gündemi hem de basının saçmalıklarını şahane hicvediyorlar. Hürriyet de, Zaytung kadar olmasa da mizaha katkıları yadsınamaz (istemeden yapsalar da). Neyse, dün Ekşi Sözlük'te dolanırken zaytung haberini gerçek sanan dallama başlığına denk geldim. Amiral gemisi Hürriyet'e göre Zaytung'da yayınlanan Sierra Leone'de Unutulan Büyükelçi Çareyi Ermeni Tasarısında Buldu başlıklı haberi Ermeniler gerçek sanmış. Ekşi Sözlük'teki ırkçı zevat atlamış tabi "Ehe Ermeniler salak olum keh keh, neye inanmışlar dallamalar" şeklinde, Hürriyet'teki yorumlar da bu eksende doğal olarak. Millet Ermenilere saydırmak için hazırolda beklediği için direk gelen ortaya şutu çekmişler. Şimdi kazın ayağının nasıl olduğunu anlamak için önce haberde geçen yazıya bir bakıyoruz. Yazıda Harut Sassounian Turkish Forum adlı bir sitede Zaytung'un bu haberiyle karşılaştığını yazıyor. Haberin bariz bir şekilde uydurma olduğunu söylüyor zira Sierra Leone'de Türkiye'nin büyükelçisi bulunmuyor ve Eritre, Çad ve Cibuti'de de soykırımla ilgili bir çalışma yok. Ancak haberdeki isim bolluğu, detay bolluğu ve "zencilerin arasındaki beyaz adam" fotoğrafı yüzünden bazı Türk sitelerinin habere inandığını ve yayınladığını söylüyor. Olay bu. Şimdi Hürriyet'teki metine bakalım: "ABD’deki Ermeni lobisinin etkili isimlerinden olan yazar Sassounian, fıkradan farksız bu düzmece habere inanıp ciddi ciddi yorumlar yapmakla kalmadı, Türk dışişleri hakkında alaycı ifadeler de kullandı." Bir nevi "Dersim isyanıyla meşhur Tunceli doğumlu" gibi sıkı bir giriş var. Sassounian bu habere inanmışmış. E okuduk yazıyı, adam "bu haber düzmece" diye anlattı kaç paragraftır. Hatta bununla kalmamış Türk dışişleriyle alay etmiş. Aman tanrım, çok korkunç! Yazıda Türk dışişleri ibaresi bile yok. Adam "Erdoğan büyükelçiyi geri çağırdığı için şimdi rahat rahat lobi yapabiliriz" diyor. "...The Armenian Weekly, siteye gelen yorumların ardından hatasını farketti. Sassounian, iki saat sonra yazısını değiştirse de..." Yani Hürriyet'e göre adam yalan habere inandığını gösteren bir yazı yazmış, sonra bir yorum yazmışlar "Kardeş haber yalan" diye, bunun üstüne 180 dönüp "bu haber yalandır" diye yazı yazmış. Bütün bunlar 2 saat içinde olmuş. Bu esnada Hürriyet muhabiri de olan bitene tanıklık etmekte. Şimdi yazıya aynı gün 2 yorum var, biri haberin gerçek kaynağını, Zaytung linkini veriyor, öbürü de "Türkler Avrupanın hasta adamı yae" cinsinden salak milliyetçi bir yorum yapıyor. Hiç bir yerde yazının ilk hali yok. Hürriyet muhabiri yazının ilk halinden bir kelime bile bahsetmiyor. Madem yazı değiştirilmiş, ilk yazıda ne yazıyordu? Ne demişti adam?. Acaba Hürriyet yalan söylüyor olabilir mi? (Bu bir retorik sorudur.) "“Zaytung’un kullandığı büyükelçi fotoğrafının orijinal gibi göründüğünü” ve “birçok Türk sitesinin de bu haberi gerçek sandığını” belirterek kendisini savundu. " Ahahahh. Kendini savundu, evet. Yine bir çakallık sanatıyla karşı karşıyayız. Yazıda fotoğraf gerçek gibi göründüğü için bazı Türk siteleri haberi gerçek sandı diyor adam. Baştan beri haberin düzmece olduğunu söylüyor zaten "Abi ben tongaya düştüm ama foto gerçek gibiydi" falan demiyor ki. Ama eğer lafları yeterince çarpıtabilirsek tam tersini söyletebiliriz değil mi Hürriyetciğim. Ermeni yazar, “düzeltilmiş” yazısını, “Başbakan Tayyip Erdoğan’ın son dönemde sarfettiği sözler düşünülürse, bazen hakikat kurgudan daha şaşırtıcıdır” ifadesiyle bitirdi." Burada Hürriyet'i kutlamak istiyorum, zira son cümleyi doğru çevirmiş. Aferin. "Ermeni yazar" yazısını "düzeltti" sen de "Türk gazeteciliğini" kurtardın. Bravo. "ERMENİSTAN’daki milliyetçi Taşnak Partisi’nin İngilizce yayın organı The Armenian Weekly, yayınladığı asparagas haberle trajikomik bir hataya imza attı. " Hürriyet'in bu cümlesini ironinin tanımı olarak sözlüklere girmesini istiyorum. Son olarak da asıl trajikomik duruma bakalım. Baskın Oran da bu konuyla ilgili yazdı. Meğerse Zaytung'un haberini ciddiye alanlar "Ermeniler" değil, Amerika'daki ulusalcı zevatmış. "Türk düşmanı büyükelçi" diye çemkirmişler. Vatan'da da var haberi. Sazanlıklarını anlayınca da haberi yayından kaldırmışlar, ama google affetmez. E ister misiniz "Ermenistan Ermenilerindir" sloganlı bir gazete de "Türkler kendi yaptıkları yalan habere kendileri inandı" diye haber yapsınlar?

28 Mart 2010 Pazar

Abdullah Gül'ün Forbes Röportajı

Açıklama bu: (link)
Bugün bazı basın yayın organlarında Sayın Cumhurbaşkanımızın Forbes Dergisi’ne mülakat verdiği haberleri üzerine aşağıdaki açıklamanın yapılması gerekli görülmüştür: “Sayın Cumhurbaşkanımız ne geçmişte ne de bugün Forbes Dergisi’ne herhangi bir röportaj vermemiştir. Kamuyouna saygıyla duyurulur.”
Forbes'un röportajı ise burada. Röportaj vermemeyi bırakın, çay bile içmişler haberin sahibi Claudia Rosett'e göre.
1. Eğer Cumhurbaşkanlığı, sırf açıklamalar birilerinin hoşuna gitmeyecek diye "yalan haber o" diyorsa ve konuyu kapatıyorsa, bu açıkça halkı kandırmadır.
2. Eğer Forbes muhabiri röportaj yapmadığı halde yapmış gibi yazmışsa bu hiçbir sekilde etik değildir, ciddi şekilde özür dilenmesi gerekir.
3. Eğer ortada yanlış anlaşılma/iletişimsizlik varsa, Cumhurbaşkanlığı o sohbetteki insanın Forbes'dan olduğunu ya da bu makalenin yayınlanacağını bilmiyorsa bunun adı kötü PR'dır, sorumlusu istifa etmelidir.
Bunun haricinde açıklaması olan var mı?

27 Mart 2010 Cumartesi

Žižek'in The Hurt Locker eleştirisi üzerine

Ünlü düşünür Slavoj Žižek 23 Mart 2010'da London Review of Books'da son akademi ödüllerinde en iyi film ve en iyi senaryo dallarında ödül alan ´The Hurt Locker´ filmi hakkındaki görüşlerini belirtmiş. (Türkçe ve İngilizce metinler için...) Žižek genel olarak filmin Irak savaşının en önemli sorunlarını göz ardı edip, kişisel boyutta savaşın psikolojik etkilerine yoğunlaşmasını bir yanıltma olarak görüyor. Dolayısıyla da bu film sayesinde savaş karşıtı hümaniter izleyici için bu savaş normalleştiriliyor ve izleyiciye bu savaş benimsetiliyor. Žižek öncelikle Akademi ödüllerindeki diğer en önemli aday Avatar ile bu filmi karşılaştırıyor. Avatar ezilen bir halkın bağımsızlık mücadelesinden bahsederken, The Hurt Locker Irak Savaşı'nda görevi sivil insanları öldürmeyi hedefleyen bombaları imha eden ekipten bahsediyor. Zizek'e göre bu karşılaşmadan The Hurt Locker'ın galip çıkması cok manidardır. Bu savaştan çıkar bekleyen, ve bir şekilde hayatımızdaki her şeyi kontrol eden bir grup insan, tabii ki bu jürinin kararını etkilemek isteyecektir ve savaşın materyalist amacını insacıl duygularla rötuşlayan The Hurt Locker'ı yüceltmek isteyecektir. Žižek'e göre, ´The Hurt Locker´ savaşın gerçek boyutunu göstermekte başarısız kalıyor. Tabii ki filmi seyredip de Žižek'in eleştirisini okuyan her insan, bu eleştiriyi alakasız buluyor. Film Irak savaşının kendisinden ziyade, savaş mentalitesinin insan psikolojisi üzerindeki etkisi hakkında. Ki Žižek de bunun farkında, fakat ona göre bu "en saf haliyle ideolojidir: Failin travmatik tecrübesine odaklanmak, savaşın bütün etik-siyasi arkaplanını silebilmemizi sağl[amaktadır]". Bu film bize Irak savaşının tarihi hakkında bilgiler vermiyor olabilir, ama yine de savaşı yalıtmıyor. Bomba dolu bir arabaya yavaş yavaş yürürken konuştukları dili anlamadığın onlarca insanın binaların pencerelerinden seni izlediğinin farkında olmak aslında bu savaşın daha derin boyutlarını sorgulamanı sağlamaya yetiyor. İzleyici kahramanın neden bu işi yapmak zorunda diye düşünürken ister istemez hem etik hem de politik bir sorgulama içine girmektedir. Žižek filmin konusunu Bomba İmha Ekibinden almasını da savaşı sempatikleştirmeye çalışmanın bir örneği olarak görüyor. Žižek'e göre bahsi geçen ekip "Asker olmalarına rağmen öldürmüyor, sivilleri öldürmeyi amaçlayan terörist bombalarını etkisiz hale getirerek hayatlarını riske atıyorlar". Doğrusu bu gözlem Zizek'in filmi seyretmediği konusunda şüpheleri ortaya çıkarıyor. Filmin psikolojik olarak en ağır bölümlerinden birisi saatler süren silahlı çatışma sahnesiydi. Ekip pusuda bekleyen düşmanları teker teker vuruyor, tüm düşman elemanların öldüğünden emin olmadan çatışma bölgesinden ayrılmıyor. Bomba imha ekibinin hayatlarını riske atmaları tabii ki saygı duyulası bir görev. Yine de bu durum savaşı sempatikleştiren bir etmen olamaz. Eğer savaş insanları bu şekilde risk almaya zorluyorsa ve insandan arındırılmış bir alanda patlayacak bir bombanın verdiği maddi hasar bombayı imha etmek için görevlendirilmiş insanların hayatlarından daha değerli hale geldiyse savaş sempati duyabileceğimiz ya da anlayış gösterebileceğimiz noktadan çok öteye geçmiş demektir. Sonuç olarak Žižek'in eleştirisi ideoloji kokuyor diye suçladığı ideoloji kadar karşıt ideoloji kokuyor. Filmi tamamiyle kalıplaşmış "kapitalist, yayılmacı, öcü" karşıtı bir kafayla seyretmiş ki, filmin vermek istemediği ve kesinlikle de vermediği mesajları almış ve onları sertçe eleştirmiş. Dipnot: Bu da paylaşmasam olmayacak Žižek videosu olsun...

26 Mart 2010 Cuma

Partizanlık mı ikna edicilik mi?

"Bir toplumsal sözleşme olan anayasanın değişikliği için gereken asgari uzlaşma ortamının bile bulunmadığını" söyledi İstanbul Barosu Başkanı Muammer Aydın. Bence doğru bir tespit. Katılmamam mümkün değil. "Asıl amaçları hesap vermekten kurtulmak" buyurdu baro başkanı. İktidarın niyetinden de kendince emin olabilirsin. Haklı nedenlerin olabilir. "Bu değişikliğin bağımsız olması gereken yargıyı, yasamanın ve yürütmenin, dolayısıyla siyasal iktidarların denetimine ve güdümüne sokacağını, hukuk devleti olma niteliğini ortadan kaldıracak bir yöntem ve içerik taşıdığını" ifade etti Aydın. Tasarıyı incelemedim ama buna da eyvallah. Aydın "İstanbul Barosu'nun görüşü, anayasa değişikliği ile ilgili usulün doğru olmadığıdır" diyor ve baronun içeriğe dair bir tespitte bulunmadığını belirtiyor. Orda dur bakalım. Değişikliğin kabul edildiği taktirde ne gibi felaketlere yol açacağını söyleyen sen değil misin be kardeşim? Hem de Baro Yönetim Kurulu üyeleriyle birlikte yaptığın, yani açıkça İstanbul Barosu'nu bağlayan bir basın toplantısında. Hadi bunu da geçtim de... Sen hızını alamayıp ne yapıyorsun? AKP'nin başlattığı anayasa değişikliği sürecine "... özünde yöntem olarak 12 Eylül Anayasası'nın hazırlanma ve kabul sürecinden hiçbir farkı yoktur" diyorsun. Normal şartlarda senin görüşüne itimad edecek, fikrini ciddiye alacak birçok insanın dahi sana kıçıyla gülecek olmasına rağmen duramıyorsun bu benzetmeyi yapmadan. Bir baro başkanının kamuoyunu hukukçu sıfatıyla mantıklı ve nesnel argümanlarla ikna etmek yerine partizanlığını böylesine açık etmeyi seçmesini, öne sürdüğü mantıklı gerekçeleri yüksek paranoya ile ettiği bir iki lafla inandırıcı olmaktan çıkarmasını nasıl yorumlamak lazım? Sanırım Aydın herkesin kampını çoktan seçtiğini, tüm bu siyasal gerginliğe aklı selim yaklaşan, iki kampa da mutlak aidiyet hissetmeyen insanların tükendiğine kani olduğu için bu kadar umarsızca üflüyor savaş borazanlarını. Ne diyelim gazanız mübarek olsun ! (Radikal'deki ilgili haberin tam metni)

24 Mart 2010 Çarşamba

Neo-Tekzip

Bu blogda basındaki tutarsızlıkları, yalan haberleri vs. denk geldikçe eleştiriyoruz. Ama bir basın organının kendi kendini yalanlaması çok da sık görülen bir durum değil. Milliyet Gazetesi bunu başardı.
Ana sayfada yanardönerli şu haber kutusunu görüyoruz:
Evet, gördüğünüz gibi koca ada ortadan kaybolmuş! Haber metninin ilk cümlesi ne diyor peki?
"Hindistan ile Bangladeş arasında, Bengal Körfezi'ndeki küçük bir kayalık ada yüzünden..."
Hani çocuklara işine gelince "Büyüdün artık!", işine gelmeyince de "Dur daha küçüksün." denir ya, o hesap. Ada da büyüyüp küçülüyor işte istenen dikkat oranına göre.

Tuttuğun Taraf Kadar Aptalsın

Pollmark Araştırma Şirketi yeni anayasa ile ilgili bir anket düzenlemiş, ve bu anket de AKP'nin anayasa paketinin şekillenmesine yol açmış. Bir partinin, öncelikle mecliste halledilmesi gereken anayasa değişikliği için kamuoyu yoklaması yaptırıyor olması trajik -hani maddelerle ilgili olsa neyse, o da değil-, zira "cesur" ve "demokrat" bir partinin bu kaygılardan uzak olması lazım. Lakin bundan daha vahim bir durum var ki, okuduğumda nabzım 160'a fırladı.
Soru şu: "Hükümet Anayasa için referanduma gitse evet mi hayır mı dersiniz?"
%41 Evet, %13.8 Hayır demiş. %28.2 ise "İçeriğine bakarım" cevabı vermiş.
Anayasa paketinin içeriğini bilmeden oy verecek insanların çoğunluk oluşturacağı kadar demokratız artık. Hey garson, bütün kınalar benden!

Zulüm-Der

Dün Mazlum-Der bir açıklama yapıp (link) özetle "Eşcinsellik hastalıktır, Selma Kavaf'ı destekliyoruz" dedi birkaç STK ile beraber. Bu açıklama zaten vahim de, ben birkaç cümle alıntılayıp altını okumaya çalışacağım öncelikle.
1. "Müslümanların -İslam barış ve müsamaha dini olmakla beraber her iki normun da sınırları vardır- ve diğer ilahi inanışlara sahip insanların, inanışlarına göre ayıp ve günah olana karşı durmaları çok normal ve sorumlulukları gereği olup bu sorumluluk sadece Müslüman toplumlar için değil tüm insanlık içindir. Bu nedenle ahlaki olmayanın ve günahın hukuki kural olmasına ve meşruiyet kazanmasına asla destek verilemez."
Bu paragraf bence tüm metindeki en tehlikeli olanı. Burada hem toplum normlarının din ile, ve hatta İslam dini ile belirlenmesi önerisi var; hem de bu belirlenen normlar dahilinde gösterilecek hoşgörünün sınırı çiziliyor. İnsan hakları savunusu yaptığı iddiasında olan bir STK'nın, kendine toplumsal yaşam rehberi olarak "Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi"ni değil de İslam dinini alması bence sakıncalı; zira bu "müsamahanın da sınırı vardır" ifadesini, Kur'anda geçen "Yahudilere güvenmeyin" temalı ayetlerle (Bakara suresi 74-77) alıp yoğurur, azınlık karşıtı bir tutum bile benimseyebilirsiniz.
2. "bir an için herkesin bu normal(!) tercihte bulunduğunu varsayalım; o takdirde yeryüzünde hayat mümkün olabilir mi? Hayatı toptan imha etmek ne kadar meşru ise, bu normal(!) tercih de o kadar meşrudur o halde."
Bu savunmayı fazlasıyla gördüğüm için özellikle altını çizme gereği hissediyorum. Birincisi, herkes eşcinsel olsa bile, yapay döllenme yoluyla yeryüzünde hayat mümkün olabilir, evet. (Ha pardon sahi onu daha geçenlerde yasaklamıştık.) Onun haricinde, toplumdaki herkesin "norm içi" yaşamasını öngörmenin en tehlikeli savunusu "Ya herkes bizden farklı olsaydı? Olmazdı işte, demek ki herkes normal olsun." gibi bir yaklaşımdır ki bence bu da çok tehlikeli.
3. "bu sapma/anomali durumunu topluma yaymak için ciddi lobi faaliyetleri yürüten, diğer insanlara da sirayet ettirmek için akla gelmeyen yolları deneyen"
Ve bu da metindeki korku halinin, İslamcı iç mihrak paranoyasının tezahürü. Yani Türkiye'deki eşcinseller gizliden gizliye toplumu eşcinselleştirmeye uğraşıyor, ve hatta bunu yapmak için "akla gelmeyen yolları" deniyorlar. Kelimeler kifayetsiz bu paranoyayı eleştirebilmek için, sadece şöyle diyebilirim: Laikçilerin "türban serbest kalırsa herkes türbanlı olur" paranoyasıyla aynı kulvarda koşuyor bu.
Tam da bu noktada uygun sıçramayı yapayım. Beğenerek takip ettiğim Program Notları blogunda çok ilginç bir video ve yazı post edilmişti bir zaman önce. (link) Orada durumun analizini yapıyor zaten Redingot, ama biz özet geçelim. Türbanlı kızımız bir noktada "yani eşcinseller bence mağdur değil ki, yan onların mağduriyeti bizim mağduriyetimizle kıyaslanamaz" gibi ifadelerle, "mukayeseli mağduriyet" (ki yazının başlığı da bu aynı zamanda) örneği veriyor. Bir hak savunucusunun düşeceği en kötü çelişki bu olsa gerek. Mazlum-Der'in bildirisi de bu doğrultuda çok hatalı zaten. Egemenin herkesi normalleştirmeye çalıştığı bir toplumda, "biz daha normaliz, biz daha önemliyiz" gibi bir çıkış yapmak, egemenin ve de ezilenin "onlar sadece kendi çıkarını düşünüyor" kanaatini edinmesini sağlar, ve ortak noktada buluşulması gereken mücadeleye zarar verir. Klişe de olsa, akıllara meşhur "Naziler önce komünistleri avladılar ama ben ses çıkarmadım..." örneği geliyor.
En nihayetinde, isminde "mazlum" olan bir derneğin, mazlum bir topluluğu küçümsemesini hoş karşılamıyorum, ve hatta kınıyorum. İslam dininin kılavuz olduğu bir "insan hakları" savunusunu da kabul edemiyorum.

22 Mart 2010 Pazartesi

Nevruz Kimlerce Kutlanır?

Bir arkadaşla diyaloğumuz sonucunda Milliyet Arşiv taramasına giriştim ve Nevruz'un Türkiye'de tarihsel süreçte nasıl kutlandığını anlamaya çalıştım. Sonuç aşağıdadır:

*21 Mart 1951 - "Baharın başlangıcı sayılan Nevruz münasebetiyle dün şehrimizde bulunan îran konsoloshanesinde bir tören yapılmıştır."
*20 Mart 1953 - "İranlılar yarın Nevruzu kutlayacaklar İranlıların an'anevî ve milli Nevruz bayramları yatın sabah saat 10 dan 12 ye kadar şehrimizdeki İran Başkonsolosluğunda kutlanacaktır."
*22 Mart 1954 - İranlıların Nevroz bayramı dolayısıyle dün şehrimizdeki İran Konsoloshanesinde bir tören yapılmış ve Başkonsolos Nevruzun hayırlı geçmesi temennisinde bulunmuştur.
*1961'e kadar haber yok. Sonra deniyor ki: Bugün nevruz'dur... Bilhassa İranlılar tarafından çok eski tarihten beri bir "Yeni hayat" bayramı olarak kutlanagelmektedir.
*18 Mart 1968 - İran Başkonsolosluğundan başlıklı haberde İranlı yüksek tahsil öğrencilerinin bayramını kutluyorlar.
*17 Mart 1970 - Dış ticaret rejimine göre meyve ithalâti yapmayan İran,Nevruz dolayısıyle Türkiye'den portakal satın alacaktır. (favori haberim bu)
*21 Mart 1975 - Abdülbaki Gölpınarlı, İslam dünyasının neden Nevruz kutladığını -daha çok kutlaması gerektiğini- anlatan bir yazı yazmış.
*21 Mart 1976 - Gene aynı beyefendi yazı yazmış aynı köşede. Öğreniyoruz ki "Nevruz Osmanlı sarayına da girmişti."
*1977 - Aynı hikaye.
*22 Mart 1978 - İlk olay. SBF'nin duvarlarına, Mahir Çayan ve arkadaşları "Yaşasın Kürdistan" ve Nevruz Bayramı ile ilgili cümleler yazıyorlar.
*29 Mart 1980 - İçişleri Bakanı "Nevruz nedeniyle terör artacak" açıklaması yapıyor. Haberin altında da Nevruz Nedir? açıklaması var. İranlıların yeni yıl olarak kutladıklarından bahsediyor.
*21 Mart 1985 - Tahran bayrama hazırlanıyor diye bir haber var, İranlıların neler yaptığından bahsediyor.
*18 Mart 1986 - PKK Paris'te 21 Mart'ta Nevruz Kongresi yapmayı planlıyor. Haberdeki "Apocular olarak bilinen PKK örgütünün lideri" ifadesi ilginç.
*14 Mart 1987 - PKK Türkiye'ye Nevruz sebebiyle intihar timleri gönderecek haberi var Nevruz alarmı başlığı ile.
*25 Mart 1987 - Sabri Aras, Nevruz'un mezheplerle ilgisi olmadığı ve Ergenekon'dan kaynaklandığını belirerek Bahar Bayramı olarak ilan edilmesini istedi.
*22 Mart 1989 - Kürtçe Nevruz kutlamaları gerçekleşiyor, sloganlar atılıyor: "Halepçe, Dersi, Koçgiri, unutulmaz hiçbiri" bunlardan birisi. Daha önemlisi Siirt Emniyeti'nin dağıttığı bilidiriler. Diyor ki: "Nevruz yeni gün anlamına gelmektedir. Bu manada hareketler başta Sasaniler ve Türk kavimleri ile diğer Müslüman milletler bugünü bahar başlangıcı olarak belirlemişler."
*22 Mart 1990 - Üniversitelerde Nevruz eylemleri. "Nevruz Bayramı gerekçe gösterilerek üniversitelerde gösteriler yapıldı, ateler yakıldı ve yürüyüşler düzenlendi. Kutlayanların hepsi Kürtçe slogan atıp pankart taşıyorlar. Tabii daha sonra gösteri yapanların çoğu tutuklanıyor.
*21 Mart 1991 - Kültür Bakanlığı'nca Nevruz'u tüm Türkiye'de kutlama kararı alınıyor. Gerekçe şu: "Nevruz Bayramı'nın hidrellez gibi eski Asya kökenli bir tören olduğu için..."

Bundan sonrası zaten hepimizin bildiği şeyler, olaylı kutlamaların miladı 1990'lar yani. Görüyoruz ki, Nevruz aslında pek de sallanan bir bayram değilmiş. Daha sonra önce İslam ile ambalajlanmış, fakat Kürtlerin bunu gözle görülür şekilde benimseyip kutlamaya başlamaları üzerine -ki ancak 1991 yılındaki Milliyet Gazetesi'nde öğreniyoruz Kürtlerin Newroz'u niye kutladıklarını ve Kawa efsanesini- bunu aynı zamanda Türkleştirme ve normalize etme girişimleri başlamış. (Tabii belli bir zamana kadar Kürt kelimesinin dahi Milliyet Gazetesi'ne düşemeyeceğini de unutmayalım.)

Bu konuda daha iyi bilgisi olan varsa söylesin, ya da ne bileyim, çocukken Nevruz kutladığını hatırlayan, anasından babasından Nevruz hikayesi dinlemiş olan var mı çok merak ediyorum. Çünkü "biz hep kutlardık Nevruz'u, Kürtler sahiplendi sonra" diyen bile duydum.

Neyse, neticede kutlu olsun.