2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com
Genel Seçim 2011 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Genel Seçim 2011 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Haziran 2011 Çarşamba

Seçim Sonrası Zırvaları

Seçimler sonrasında matematik ve de istatistik bilgisi zayıf olan köşe yazarlarının sonuç yorumlamasına bayılıyorum, çünkü -af edersin- zırvalıyorlar. Dün buna Ahmet İnsel güzel bir cevap vermişti: "AKP’nin 331’den az milletvekili çıkarmasından seçmenin Erdoğan’a koşullu destek mesajı verdiği türünden bir anlam çıkarmak, gönlünden geçeni nesnel gerçekmiş gibi ifade etmeyi ele veriyor." Sanki seçmenler bir tür algoritma ile çalışıyor da, AKP'ye özellikle 330 MV'nin altında bırakacak kadar oy veriyorlar gibi... Seçmen net bir şekilde AKP'nin oyunu arttırmışken, ve de AKP'nin MV sayısı D'Hondt sisteminin azizliği yüzünden azalmışken (bkz: Alternatif Seçim Sonuçları başlıklı yazım) bir mesaj sonucu çıkarmak cidden garip. Bunun için daha fazla açıklamaya bile gerek yok.

Seçimler sonrası ikinci duyduğumuz zırva da, AKP'nin "milliyetçi" söylemi benimsemese %58'e daha yakın oy alacağı. Bunu dün Mehmet Altan savlamıştı, rakam vermeden de olsa "AKP milliyetçi söylem benimsemese daha çok oy alırdı" diyenler var. Bu da büyük bir zırva ve bunu önce matematiksel, sonra sosyolojik yönden eleştireceğim.

Seçim sonuçlarına bakkal hesabı ile bakanların atladığı bir nokta var: Katılım oranları. Mesela referandum oylamasını BDP seçmeni boykot etmişti, bu oyların yansımasını düşünmeden "58 - 50 = 8" hesabı yapmak matematiğe büyük ayıp.

Hesaba geçelim: 2010 referandumunun ve 2011 genel seçimlerinin tarihsel yakınlığından dolayı, iki seçimde oy verecek durumda olan seçmen sayısının eşit ve demografik olarak birbirine yakın olduğunu varsayalım. Bu durumda, iki seçime de katılım oranını, partilerin aldıkları oy oranı ile çarparsak, seçmen nüfusunun ne kadarının kime oy verdiğinin daha isabetli bir sonucunu ortaya koymuş oluruz.

Referanduma katılım %77, genel seçime ise katılım %87. Referandumda çıkan evet oyları %58'di, yani çarparsak seçmenin %44.66'sı "Evet" demiş oluyor. Genel seçimde AKP'ye oy veren kesimin efektif temsil ettiği yüzdeyi aynı şekilde hesaplarsak, çıkan sayı %43.5. Bu hesabın tabii ki hata payı olacak, lakin görüldüğü üzere hiç de ciddi bir fark yok.

"Ben yüzdeden anlamam" diyenler için farklı bir matematik hesabı yapalım: Referanduma "Evet" oyu veren seçmen sayısı 22 milyon 300 bin civarındaydı. 2011 Genel Seçimleri'nde anayasa paketini destekleyen AKP+BBP+Saadet+HAS oyları 22 milyon 600 bin civarı idi. Referanduma 16 milyon 100 bin civarı "Hayır" oyu gelmişti. Genel seçimlerde CHP ve MHP'nin oylarını topladığımızda 16 milyon 600 bin civarı bir oya ulaşıyoruz. Ufak partiler de işin küsüratı olsunlar.

İşin Türkçesi şu: Bir takım liberallerin kendilerini kandırdıkları gibi "AKP daha da oy alırdı ama işte çok milliyetçi oldu, hatalarından ders alacaktır" durumu yok. Bilakis, referandum sonuçları, genel seçim sonuçlarına neredeyse birebir yansımış durumda.

*   *   *

Son zamanlarda biraz fazla takmış olabilirim, fakat liberallerin/demokratların "AKP geçici milliyetçi, AKP'nin milliyetçi söyleminden halk razı gelmez" diye hariçten gazel okumaları komiğime gidiyor, hatta trajikomiğime gidiyor. Bu hüsnükuruntu (wishful thinking) halinin sosyolojik hiçbir temeli de yok.

"Türkiye toplumunu iki kavram ile açıkla" denilse diyeceğim şudur: Devlet-i aliyeci ve cemaatçi. Türkiye toplumu devleti bireyin üstüne koyar, devletin korumacı rolünü benimsemiş, devlet baba figürüne hizmet ile doğmuştur. Bireysellik yoktur, modernlerin ağızlarına sakız ettikleri "mahalle baskısı" aslında çok ciddi bir sosyolojik tespittir. Türkiye toplumu geleneksel olarak milliyetçi-mukaddesatçı çizgiye oy vermiş, sürüden ayrılan cezalandıran otoriter devleti sevmiş ve saymıştır. 

O yüzden, Türkiye halkını dünyanın önde gelen özgürlükçü ve de bireyci halkıymış gibi tanımlayıp da "Halk sivil Anayasa bekliyor, Erdoğan'ın çıkışı BDP ile yapılacak Anayasa" söylemlerinde bulunmak ciddi bir düş görme hali. Yetmez ama Evet gibi, oy haritasında etkisi en fazla %1 ile ölçülecek bir hareketin, siyaseti elinde tutuyormuşçasına bu analizlerde bulunmasına Erdoğan'ın güldüğünü düşünüyorum ben. (Bunu da daha önce bu yazıda işlemiştim.) 

AKP Kürt açılımı yaptı, muhalefet ona BDP işbirliği üzerinden vurdu, 2009 seçimlerinde oylar düştü. Hükümet açılımları askıya aldı, BDP-CHP-MHP sanal bloku oluşturup milliyetçi-mukaddesatçı stratejiye oynadı, oyları %50'ye çıktı.

Gerisi laf-ı güzaf bu işin.

Hadi bir de tüyo vereyim: %50'ye karşın hala daha "devlet-vesayet-geçici hal" argümanı yapmayı bırakarak Türkiye resmine bakmakla işe başlanabilir.

14 Haziran 2011 Salı

Alternatif Seçim Sonuçları

NTVMSNBC'nin seçim sonuç haritasının işlevselliğinden yararlanarak iki adet alternatif harita çıkardım. Birincisi 2002 Genel Seçimlerine kıyasla oyunu en çok arttıran partiye, ikincisi ise 2007 Genel Seçimlerine kıyasla oyunu en çok arttıran partiye göre illeri boyuyor.

NTVMSNBC haritasinda AKP sarı, CHP kırmızı, MHP yeşil ve bağımsız adaylar mavi renkte. (İkinci haritadaki gri renk BBP'yi temsil ediyor)

 2002-2011 kıyası
2007-2011 kıyası

Öncelikle şunu belirteyim. Bu iki haritaya bakıp kesin sonuçlara varılamaz, daha ayrıntılı bir çalışma yapılmalı. Mesela bazı illerde oy artış rakamları çok yakın, bazılarında ise fark çok büyük. Renkleri, oy ağırlığına göre tonlayan bir harita daha iyi bir fikir verirdi. Diğer bir durum ise, seçimlere girmeyen, ya da siyaet arenasından silinen partilerin politik eksende konumlanışının seçim sonuçlarını etkileme durumu. AKP'nin aldığı toplam oy sayısı arttıkça, ideolojik konsantrasyon dolayısı ile, büyüme potansiyeli de doğal olarak azalmakta.

Lakin gene de bariz olan -bu haritalar olmadan da barizdi- iki adet sonuç var:

1. AKP, oylarını 2002 yılına göre tartışmasız arttıran ve de istikrarlı bir şekilde büyüyen bir parti.
2. AKP, 2007 yılında yakaladığı büyüme ivmesini 2011 yılında kaybetmekte.

Fakat şunu söylemek yanlış olmaz: AKP seçmeni doygunluğa ulaşmakta, ve de kararsız, partisi seçime girmeyen vs. seçmenin tercihi AKP'den ziyade diğer partiler olmakta. AKP'nin Güneydoğu'da ve Doğu'da çoğunlukla oy kaybetmesi, CHP'nin oy oranı artışında 2007'ye kıyasla AKP'den daha büyük atılım göstermesi, AKP'nin tartışmasız seçim zaferinin dipnotları olarak analize eklenmeli.

Bu haritanın matematiksel olarak bize verdiği bir sonuç daha var. D'Hondt seçim sisteminin bir özelliği, partiler arasındaki oy farkının açılmasını farkı açan parti lehine ödüllendirmesidir. Bu seçimde AKP'nin oyunu arttırmasına karşın MV sayısında azalma yaşamasının bir sebebi de 2. haritadan anlaşılabilir.

Eğer vaktim olursa oy oranlarının istatistiksel olarak azaldığı-arttığı illeri karşılaştıran ve de yerel seçimlere göre değerlendirme yapan bir başka post da atma planım var, o yüzden "1. bölümün sonu" diyelim şimdilik.

Balkon Konuşması ve İllüzyonlar

AKP, nispeten tarafsız kesimin beklentilerini aşarak, %49.9'luk bir seçim zaferine ulaşması, bu ülkenin 1983 ANAP'ından beri gördüğü en büyük seçim zaferi oldu. (2007'yi saymamamın sebebi, AKP'nin oy patlamasını gözleri ulusalcılıkla kör olmamış herkesin görmesiydi.) AKP'nin bu başarısının iki net sebebi var: 1. İlk defa doğru düzgün uygulanan liberal ekonomik politikaların getirdiği öncül refah ortamı ve 2. Erdoğan'ın bu ülkenin ideal lider profilinde olması.

Seçim zaferinin her ne kadar bu boyutu beklenmiyorduysa da, seçim sonrası bir balkon konuşması herkesin aklındaydı. Dillerde de anlamsız bir soru vardı: "Acaba Erdoğan nasıl konuşacak? Milliyetçi dilini sürdürecek mi?" Bu soruyu soranlar, Erdoğan'ın konuşmasını dinledikten sonra da "Hah, tam da istediğimiz gibi kucaklayıcı bir konuşma yaptı." dediler azamiyetle.

Ben bu görüşe bütünüyle katılmıyorum, zira zannımca kucaklayıcı konuşmayı övenler Erdoğan'ın "Bir iki üç, KOY-DUK-MU?" demesini olumsuzluk olarak göreceklerdi. Benim ise konuşmadan çıkardığım iki altmetin var:

1. Erdoğan "330 milletvekilinin altında kaldık diye, muhalefete kapımızı kapatmayacağız" dedi konuşması esnasında. Ben bu cümleyi bir lapsus olarak görüyorum, zira 330 milletvekilinin altında kalan her parti muhalefete kapısını açmak zorundadır çünkü salt yasa değiştirecek güce ulaşamamıştır. Erdoğan'ın aklında 330 MV'nin üzerine çıkmak olduğunu biliyoruz, ve seçim öncesi planladığı konuşma, MV sayısının sandıkların %80'i açılana kadar da 330 üzerinde seyretmesi bu cümlenin neden bu şekilde ağızdan çıktığını açıklayan sebepler zannımca.

2. Erdoğan'ın konuşmasında iki tur "etnisite sayımı" vardı. İlki, bu seçimin kazananının kimlerin olduğu idi, ve kendisi Türk, Kürt, Zaza, Arap, Roman, Gürcü kardeşlerin kazandığını belirtti, ve hatta Türkiye sınırlarında kalmayıp Saraybosna'dan Gazze ve Kafkasya'ya uzanan bir coğrafyadan dem vurdu. (Davutoğlu'nun kitabını okuyan ve konuşmalarını takip edenler için bu hiç de sürpriz değil zaten.)

İkinci tur etnisite sayımı ise yeni Anayasa'nın kimlerin anayasası olacağına dair idi, buna da üstte saydığım etnisiteler haricinde Alevi, Sünni, Laz, Tatar ve Türkmen de dahil oldu. Dört etnisite hariç: Yahudi, Ermeni, Süryani ve Rum; onlara o uzun cümlenin en sonunda "azınlıklar" demeyi uygun gördü Erdoğan. Kendisinin seçim öncesi "Ne Yahudiliğimiz, ne Ermeniliğimiz ne de Rumluğumuz kaldı." cümlesiyle gayet paralellik gösteren bir açıklama oldu bu.


Şimdi gelelim buradan çıkarılacak sonuca: AKP'nin yeni Anayasa sürecini başlatacağı muhakkak, iki defa pas geçilen bu konu bu dönemde nihayete erdirilecektir. Lakin, bu Anayasa'nın tonu ve kiminle işbirliği yapılacağı konusunda benim endişelerim baki.

Öncelikle şunun altını çizmek lazım: Erdoğan'ın "milliyetçi-mukaddesatçı" çizgisi "geçici" falan değil. Erdoğan'ın idealindeki Türkiye'nin profili, 2007 sonrası icraat ve söylemlerin gösterdiği gibi. Zafer ve otoritenin perçinlendiği bir balkon konuşmasında, 72.5 milletten dem vurup da gayrimüslim etnisitelerden hiçbirini ağzına almaması manidar. Bu bakış açısını, AKP'nin Anayasa profesörü Burhan Kuzu ve yükselen değeri Cemil Çiçek'in açıklamaları ile de birleştirince, ortaya pek de parlak bir resim çıkmıyor.

Lafı daha da uzatmadan sadede geleyim: Yeni Anayasa geleceği kesin, fakat bu Anayasanın özgürlükçü olmama, sadece vatandaşlık tanımını belirli bir doğrultuda genişletip süregelen toplumsal düzeni birkaç rötuş ile devam ettirme olasılığı oldukça yüksek. Böyle bir Anayasa'yı referanduma götürmek için 6 MV bulmak AKP için pek de zor olmayacaktır, ve de alınan oy oranı, toplumun çoğunluğundan gelecek desteğin -referandum bazında- garantisidir.

AKP bu seçimler sonunda, demokrat aydınların illüzyonunda olduğu gibi halkın "özgürlükçü Anayasa" istediği sonucuna varmadı. AKP, bu seçimler sonunda halkın "milliyetçi-mukaddesatçı" söylemi benimsediği ve de Erdoğan'ın karizmasının hala daha yükselişte olduğu sonucuna vardı. AKP çıkarlarının liberter değil, otoriter söylemlerde yattığını gözlemleme şansı buldu.

O yüzden siz sol görürken sağdan yumruk gelirse hiç ama hiç şaşırmayın. Baştan söyleyeyim ben.

3 Haziran 2011 Cuma

The Economist Başmakalesi Üzerine

The Economist, yaklaşan Türkiye seçimlerini anlatan ve her zamanki gibi öze dair gerekçelendirilmiş başyazısında "Türkler CHP'ye oy versin" dedi, ve tabii ki ufak çaplı bir infial yarattı bu gelişme. 7 yıllık sadık bir The Economist okuyucusu olarak (ki bir ara abonelik hatası sebebiyle hem Türkiye, hem ABD adresime dergi almıştım, o yüzden iki katı okumuş sayılırım 1 yıl boyunca), ülkede yeşeren paranoya ve komplo çiçeklerini soldurmak adına, bir açıklayıcı yazı yazmanın uygun olacağını düşündüm. Yazı 3 kısımdan oluşacak: Öncelikle The Economist'in misyonu ve hedef kitlesini açıklayıp sonra kendilerinin seçim yazılarını değerlendireceğim. Son aşamada ise, dışarıdan bakınca The Economist yazısının neden normal olduğuna değineceğim.

I. The Economist Nedir, Ne Değildir?


Öncelikle The Economist, herkesin okuması için yazılan bir dergi değildir. Okuyucusunun temel ekonomi bilgilerine vakıf olduğunu varsayar, dünya politikasını anlatırken dipnot düşmez ve genel bir ilgi olduğunu düşünür. Derginin hedef kitlesi üst düzey eğitim almış ve de politika belirleyici konumda olan kişilerdir. Zaten dergide yayınlanan iş ilanlarına baktığınızda, ortalama maaş yıllık 150 bin dolar, ortalama istenen tecrübe 5 yıllık liderlik pozisyonudur (liderlik dediğimin öyle kıytırık üniversite kulübü olmadığını anlamışsınızdır zaten).

The Economist dergisinin en önemli özelliği, yazılarda yazanın imzasının olmamasıdır. Dergi, her yazısını sanki bir adet editörün elinden çıkmış gibi düzenler. Bu yüzden "farklı görüşten insanların yazdığı" bir mecmua kesinlikle değildir. Bu bağlamdan bakınca, derginin objektiflik ve bağımsızlık iddiasında olmadığını söylemek de zor olmaz. Derginin bir duruşu vardır, ve o duruş serbest piyasa, küreselleşme ve özgürlükçü toplum ekseninde şekillenir.

Özetle şu: The Economist illaki gazetecilik ya da dergicilik yapmaz. Ondan önce kanaat önderliği ve danışmanlık yapar.

II. The Economist'ten Seçime Ne?

The Economist, mevzubahis ülke dünya ölçeğinde bir yer tutuyorsa, o ülkede demokratik bir yapılanma mevcut ise, ülke yatırımcıları ve politika yapıcıları ilgilendiren bir ülke ise, o ülkenin seçimleri hakkında yorum yapar. Bakın haber yapar demiyorum, yorum yapar diyorum.

Örneğin dergi en son Amerikan seçimlerinden önce şu başyazı ile çıkmıştır:

"It's time: America should take a chance and make Barack Obama the next leader of the free world." 

Yani Türkçesi ile:

"Artık zamanı geldi: Amerika şansını kullanmalı ve Barack Obama'yı özgür dünyanın bir sonraki lideri yapmalıdır." Fiile dikkat: yapmalıdır.

Dergi benim hatırladığım kadarıyla İtalya'dan Brezilya'ya, İspanya'dan Almanya'ya, Meksika'dan İngiltere'ye bir çok seçimlerden önce "Şu adayı destekliyoruz, bizce şu aday kazanmalı, bu kazansa fena olmaz" gibi  kanaat bildirir. Buna endorsement denir, seçimlerden önce kurum ve kuruluşların desteğini açıklaması Britanya ve Amerikan tarzı politikada normal addedilen bir olgudur. (Bizim objektif gözüküp de subjektif takılan siyaset kimyamıza ters tabii)

O yüzden "The Economist ne biçim gazetecilik yapıyor!", "The Economist seçime müdahale ediyor!", "The Economist'e ne bizim meselemizden?" gibi argümanlar oldukça alakasız kalırlar. Hele ki bir yandan küreselleşmeden dem vurup, ülkenin ne kadar geliştiğinden ve etki alanının genişlediğinden bahsedip öte yandan "Bu dergiye ne? Birileri düğmeye bastı" tarzı konuşmak, komedinin daniskası olur.

III. The Economist Ne Biçim Yazmış! 

Türkiye hakkında yayınlanan yazının oldukça basit bir mantıksal önermesi var: "Türkiye AKP sayesinde oldukça ilerledi, lakin bu seçimlerden sonra AKP tek başına anayasa yaparsa otokratik bir hale dönülebilir, bunun sinyallerini verdi. Bu yüzden AKP'nin tek başına yapacağı bir anayasayı engellemek için alternatif partilere, CHP'ye oy verilmelidir."

Belki ülke içinden bakınca bu önerme size saçma ve basit ve yersiz geliyor olabilir, ama dışarıdan bakan bir yabancı kurum için hiç de şaşırtıcı değil. Neden mi?

- Ülke sınırları içerisinde "AKP geçici olarak milliyetçi" argümanı tutar, zira herkes niyet okur. Lakin Batılı "Geçici olarak milliyetçi olmak ne demek? O milliyetçi kitle size oy verdikten sonra birden puf diye demokratikleşmeyecek ki, hala sizin tabanınızda olacak? Hem neden seçim barajını 8 senedir indirmediniz?" diye sorar. 

- Siz AB sürecinde kaplumbağadan da yavaş bir hıza indiğinizde sizin halkınız bunu dert etmeyebilir, lakin Batılı bir derginin gözünde bu bir uyarı işareti olarak algılanır, reformist yaklaşımların geleceğinden endişe duydurtur.

- Siz Ergenekon sürecinin içinde bulunduğu çıkmazı Türkiye içerisinde "post-Ergenekon" gibi tanımlamalarla satar, "gevşek bağları" dahi teröristlik delili olarak görüp insanları süresiz tutuklu tutmayı makul gösterebilirsiniz. Lakin Batılı için "Ama bunların da böyle bağları var, siz bilmezsiniz, 1 numaraya gidiyoruz" argümanları tutmaz. Batılı için soru şudur: "Bu gazeteci ne yapmış, hangi yasal düzenlemeye istinaden içeride?". Bu yüzden bunu demokrasi mücadelesinden ziyade totaliter bir sinyal olarak algılar.

- Mikro ölçekte de dışarıya yansıyan sert protesto müdahaleleri, yasaklar vs.yi de ekleyin bunun üzerine.

Lafı uzatmayayım. Ülke sınırları içinde, dün yazdığım "Aydının İkilemi" yazısında da belirttiğim üzere, pozisyonlar "niyet okuma" üzerinden şekillendiği için siz uygulama ve söylemleri olumlayabilir, bir kılıfa sokabilirsiniz. Lakin dışarıdan çıplak gözle bakıldığında görülen şu: Türkiye son 8 ayda sivil özgürlükler adına oldukça geriliyor, AKP "liberter" değil "otoriter" bir demokrasiye doğru gidiyor.

Bu yüzden, yıllardır AKP iktidarına destek vermiş olan The Economist dergisinin, AKP'nin demokratik tandasları hakkında çekince duyması olağan kere olağandır. Altında hiç "düğmeye basıldı, kesin bir çıkarı var" tarzı işler aramayınız, abesle iştigal etmiş olursunuz. (Şakasını yapanın haricinde ciddi ciddi İnan Kıraç ve The Economist bağı iddia edeni de gördüm zira.)

IV. Sonuç

Yukarıda anlattıklarım ışığında, The Economist her zaman yazdığı tipte bir yazı yazmıştır. Dergi, Türkiye'de seçim sonuçlarını etkilemek vs. derdinde hiç değildir. (Eğer siz böyle köklü ve prestijli bir derginin bu hesap peşinde koştuğunu düşünüyorsanız gerçekten eksik düşünüyorsunuzdur.) The Economist'in belirli prensipleri vardır, ve bu prensipler doğrultusunda da fikir belirtir. 2007 seçimlerinden önce nasıl "Bu seçimleri AKP kazanacaktır, ve kazanmayı da hak ediyordur" yazdıysa, 2011 seçimlerinden önce de bu karakterde bir yazı yazabilir. The Economist'in bu tür yazılar kaleme almasını eleştirecekseniz, tümden bir eleştiri getirmeli, sadece Türkiye ve hatta bu yazı özelinde yaklaşmamalısınız.

Bu yazıdan sonra düşünülmesi gereken çok şey var, orası kesin. Lakin çıkara çıkara "İşte düğmeye basıldı, birileri sipariş verdi" sonucu çıkaranlara esenlikler dilemekten başka çare kalmaz.

2 Haziran 2011 Perşembe

Aydının İkilemi

Seçimler yaklaşırken, bir kampa dahil olmamak için çırpınan kişiler de "fikir beyan etme" derecesinde mahalle baskısını üzerlerinde hissetmeye başladılar. Normal olan da bu.

Lakin Türkiye'de hiç bu kadar garip bir seçim ortam oluşmamıştı şimdiye kadar. Seçmen genelde ya partizandır, ya da "hepsi kötü" deyip kötünün iyisini arar ve bulur da. Türkiye'nin seçim dinamikleri böyle şekillenegelmiştir. Bu sene ise elimizde öyle bir şema var ki, akıl durur. BDP ve MHP gibi aslen önemli aktörlere girmeyerek (girersek çıkamayız) duruma bir göz atalım:

AKP, 2002'den beri Türkiye'de değişimin dinamosu olmuştu. Lakin referandum kampanyası sırasında ve de sonrasında adeta bir metamorfoz geçirdi. AB süreci eğimli bir yokuştan yukarı çıkmaya çalışan cift çekerli araba gibi hararet yaptı, kenara çektik soğutuyoruz. Milliyetçi ve muhafazakâr söylem zirve yaptı.

Diğer yanda ise CHP var: SHP ile birleşip SHP kadrosunu tasfiye ettikten sonra ülkeye sadece kötülüğü dokunmuş bir parti. Lakin "acayip" bir şekilde genel başkanı değiştikten sonra, AB söylemine sarılmaya çalışan, 2 sene önce söylense "Baykal'ı uzaylılar kaçırmış" dedirtecek vaatlerde bulunmaya başlayan bir parti oldu CHP. Kılıçdaroğlu, seçmeni ürkütmemek için iki ileri bir geri gitti, ama son gelinen nokta cidden şaşırtıcı.

Bu iki parti özelinde 4 adet görüş belirtilebilir. Birincisi, AKP'nin aslında sadece milliyetçi gözüktüğü, ve de seçim sonrası liberal çizgisine geri döneceği. İkincisi AKP'nin liberal rüzgardan yararlanmayı bıraktığı, Erdoğan'ın yeterince güç kazandığı için artık kendi bildiğini okuyacağı. Üçüncüsü, CHP'nin sırf AKP'nin rolünü çalmak için özgürlükçü gözükmeye çalıştığı, "demokrasi gelirse biz getiririz" ayağına yattığı. Dördüncüsü, CHP'nin eski SHP çizgisine geri dönmeye çalıştığı, fakat seçmenine yabancılaşmamak için işi ağırdan aldığı.

İkilem ise şurada başlıyor: Bu söylemlerin hepsi "niyet okuma" üzerine kurulu.

Tutarlı bakış açısı nedir? Sadece söyleme bakarsanız, CHP'ye daha çok kredi vermeniz lazım, sadece eyleme bakarsanız AKP'ye. Partilerin çelişkilerini ön plana çıkarırsanız ikisinden de kaçmalısınız, fakat ikisinin de iyi niyetine inanırsanız ikisini de beğenmeli... Çıkar yol, mutlak doğru yok yani.

Ben ikisinden de uzakta durmayı seçtim mesela. Herkes kendince bir yol seçecek, bu ikilemde de kimseyi seçtiği yol itibariyle suçlayamayız. Fakat diğer bir trajedi de tam bu noktada ortaya çıkıyor: aydınlar kendi ikilemlerini, başka kampta gördüklerinin "hatalı" seçimleri üzerinden değerlendirip birbirleri ile çatışıyorlar.

Dediğim gibi, buraya MHP ve BDP'yi de kattığımızda olay karman çorman bir hal alıyor. Türkiye'de daha önce de çetin seçim dönemleri oldu, ama hiçbiri bu kadar çelişki, bu kadar güvensizlik, bu kadar şüpheden ileri gelen suçluluk hissinin maddi/manevi şiddete dönüşümünü barındırmamıştı.

Az kaldı. Dişimizi biraz daha sıkabilirsek hakikaten güzel olacak.

12 Nisan 2011 Salı

Dream Team!

Milletvekili aday listelerinin dün kesinleşmesi ile birlikte, artık herhalde bi'zahmet yapılacak olan yeni ve sivil anayasayı hangi üyelerden teşkil olan meclisin yapacağı da az çok kestirilmeye başlandı. Listelerin saçtığı umudu kelimelere sığdırmak imkansız, zira mükemmel seçimler var. Neyse, lafı fazla gevelemeden, sizlere yeni, sivil ve özgürlükçü anayasayı hazırlayacak o rüya takımı sizlere tanıtalım.

I. "Dinamik" AKP


Cemil Çiçek: Susurluk'tan mahkum olan Korkut Eken'i "yazılı emir" ile serbest bırakmaya çalışan, Orhan Pamuk ve düzenlenecek Ermeni Konferansı hakkındaki övgü dolu sözlerini unutamamışken 2009 seçimleri sonrasında "Iğdır'ı da aldılar Ermenistan'a dayandılar" uyarısı ile gönülleri fetheden Çiçek'in, sivil anayasaya vereceği katkılar yadsınamaz. Kendisi zaten geçtiğimiz ay "İlk 5 maddeyi değiştirmeyeceğiz" beyanatıyla, yeni anayasanın yolda olduğunun sinyallerini vermişti.

Abdülkadir Aksu: Vikiliks'te hakkında yazılanları buraya alsam Blogger'ın ikinci kez kapanmasına sebebiyet veririm. Kendisi ne zaman İçişleri Bakanı olsa ülke tam bir huzur ve refah ortamına kavuştu. Onun tam bir sivil anayasa hazırlayacağına hiç şüphem yok.

Vecdi Gönül: Kendisi, Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olması istenmezken, CHP'lilerin üzerinde durduğu isimdi. Asker ile AKP arasındaki soğuyan ilişkilerin kankalık mertebesine çıkmasındaki payı yadsınamaz. Antalya'da 1. sıraya konan gönül, sivil anayasası ile gönüllerimizi fethedecektir kesinlikle.

Burhan Kuzu: Kendisi ülkenin en yetkin hukukçularından birisi olduğunu, "İdam cezasını her zaman savundum. İdam edilmeyi savunmadım, o başka bir şey. Ama bir kenarda dursun diye her zaman söyledim." beyanatı ile yeniden kanıtlamıştı son zamanlarda. İdam hususundaki açılımını temel hak ve özgürlüklerin hepsine yansıtacağı bir sivil anayasa düşlüyorum.

Şamil Tayyar: Kendisi değişim denince es geçilemez bir kişilik, zira 28 Şubat sürecinden beri geçirdiği dönüşüm hepimize umut ve ilham vermekte. Anayasaya bu minvalde çok değerli katkıları olacaktır.

Ahmet Kutalmış Türkeş: Mecliste en az bir Türkeş olmasının garantisi olması açısından AKP adaylığı çok hayırlı oldu. Kendisinden babasının mermerci çizgisinden ayrılmamasını ve bizlere güzelinden bir anayasa hediye etmesini bekliyoruz.

Beşir Atalay: Atalay'ın basın özgürlüğü konusundaki vizyonu, yeni anayasa oluşurken mutlaka değerlendirilmelidir. Ne demişti kendisi? "Şu andaki basın özgürlüğü en ileri demokratik ülkelerden daha ileridir. Çünkü oralardaki durumu da biliyorum." İşte lazım olan vizyon tam olarak budur.

Oğuz Kağan Köksal - Muammer Güler: İşte "polisi yedirmeyen" sayın Başbakanımızın sivil anayasayı oluşturacak meclise katkısı iki mükemmel insan. Emniyet Müdürlüğü esnasındaki tutumlarını anayasa görüşmelerine yansıttıkları sürece, Kanun-i Esasi'den beri bu memleketin görüp görebileceği en özgürlükçü anayasanın çıkacağı garantidir.

Hayati Yazıcı: Kendisi Tekel işçilerinin eylemini PKK ile ilişkilendirerek, Madımak Katliamı sanıklarını savunarak ne kadar insancıl ve de çoğunlukçu olduğunu göstermişti bizlere. Yeni dönemde de bu katkılarını bekliyor olacağız.

Suat Kılıç: Kendisi, Başbakanımızın fikirlerinin yankılanması, ve de özgürlükçü anayasa karşıtı taleplerin bastırılması için vazgeçilemez bir unsur. Mecliste yine olacak olması çok sevindirici bu Twitter fatihinin.

Erdoğan Bayraktar: İşte "yapım" denince akla gelecek ilk isim. Kendisi TT Arena'daki konuşmasıyla bizlere çoğulculuk ve hoşgörü dersi vermişti. Yeni anayasayı yapacak mecliste olmaması çok üzücü olurdu.

Bekir Bozdağ: Anayasa Mahkemesi, HSYK, Ergenekon... Ne zaman bir açıklama yapsa, "kuvvetler ayrılığı"na saygısının sonsuz olduğunun altını-üstünü, her tarafını çizdi Bozdağ. Onun rol almayacağı bir sivil anayasa projesi öksüz kalırdı.

II. "Yeni" CHP


Sinan Aygün: AB yolunda seyahat eden, çoğulcu bir anayasa özleyen ülkenin yegane ilacı, Lokman Hekim'i. Aygün ile yapılacak fikir teatisi sonucu hazırlanan anayasa, değil Türkiye, Avrupa'nın anayasası olur ama o ülkesini sevdiği için izin vermez, o ayrı.

Süheyl Batum: Sivil anayasa tartışılırken tedbirin elden bırakılmaması ve de "Darbeye karşıyız ama..." diye bir cümlenin eklenmesi esastan olmalıydı. İşte bunun için aranan kan Batum'dur. Kendisinin, 27 Mayıs tarzı darbe olmayan bir özgürlükçü müdahale ile hazırlanan bir anayasa için savaşacağı kesindir.

Nur Serter: İsmi bile yeter şanını açıklamaya: Hem Nur, hem Sert, hem Er. Özellikle türban sorununu "bırakın, çözecek" olan CHP'nin, anayasa görüşmelerindeki en gür sesi olacaktır.

Aydın Ayaydın: Eğer bankaları ve Rekabet Kurulu'nun yönettiği gibi bir katkı yaparsa, sivil anayasanın müdileri olan bizlerin çok memnun kalacağı apaçık ortada.

Oktay Ekşi: Kendisini burada uzun uzun anlatmak, o engin birikimine hakaret olur. Gidin, herhangi bir yazısını okuyun, nasıl özgürlükçü ve demokrat olduğunu anlar, sivil anayasa için inanılmaz derecede umutlanırsınız.

Mehmet Haberal: Son ama aynı derecede önemli olarak: Mehmet Haberal. Kendisinin sosyal demokrat geçmişi, Hüsamettin Özkan gibi özgürlükçü solun bayrak ismi ile ilişkisi, doktorluğu sırasında oluşturduğu tertemiz sicili ile, sivil anayasa denince es geçilmeyecek bir isim Haberal. Ama ne yazık ki çok hasta şu an. Umarız bir enerji bulur da, anayasa konusundaki fikirleriyle bizleri aydınlatır.

*   *   *

Güldük eğlendik, sadede gelelim: Bu meclis, özgürlükçü ve sivil bir anayasa çıkaramaz, ama özgürlükçü olmayan bir anayasa hususunda kusursuz bir mutabakata varırlar. 

Bu meclis portresi, kuvvetlerin tam olarak ayrılamadığı bir "Başkanlık sistemi"ni işaret etmektedir. Bu süreçte, "demokrasi" kelimesinin içi biraz daha boşaltılacak ve süper zevkli tartışmalar dönecektir.

Sonumuz hayır olsun.