2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com
Uygur Katliamı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Uygur Katliamı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ağustos 2009 Pazar

Kapışmalar Rejimi

Radikal'de Çin-Türkiye kapışması kaçınılmaz diyen bir yazı çıkmış. Yazının bilgilerini aktarmıyorum, linkten bakılmasına güveniyorum. Ben bu yazıyı geçen ay sonunda yazdığım Hırsız Yok başlıklı yazıyı tamamlayan niteliklere sahip olması açısından kayda değer gördüm. Ve şu üç kısmı kesip daha dikkatli okumak gerektiğini düşündüm:
"İki ülke iyi bir ekonomik ve siyasi ilişki geliştirdi. Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Urumçi’de olaylardan sadece bir hafta önce Çin’e yaptığı resmi ziyaret bunun simgesiydi. Ziyaret Çin devlet başkanının davetiyle gerçekleşmişti. Davet Çin liderliğinin Türkiye’nin Pekin’le yapıcı diyalog geliştirme yönündeki olumlu çabalarını (sözgelimi Türkiye’nin Şincan’ın Çin’in ayrılmaz parçası olduğunu tekrar tekrar vurgulaması) takdir ettiğini gösteriyordu."
Bu son vurgunun nereye gittiğini görmek güç değil. "ayrılmaz parça" kavramı içpolitikaların vazgeçilmezi olan ve devletin (özellikle de egemenliğinin el değiştirmeye yüz tuttuğu zamanlarda) ihtiyaca göre kullanımını sıklaştırdığı bir terim. Ben bir hinlik yapıp google'dan gündemi takip etmeye giriş 'inseparable part of' (ayrılmaz parça-sı) diye arama yaptım. İlk sonuçlar hiç de şaşırtmadı: http://www.highbeam.com/doc/1P2-16554016.html http://english.peopledaily.com.cn/90001/90776/90785/6613215.html Bu iki haberde de Tibet meselesi var. Bakalım onla ilgili ne yazılmış ilk alıntıladığım yazıda:
"Çin 2008’deki Tibet tartışmasının hemen sonrasında Fransa’nın nükleer ve uçak sanayilerini sıkıştırmış ve Carrefour mağazalarındaki Fransız malları boykot edilmişti. Fransa Çin’in istediği tek taraflı özürü dilemeyi reddetti, fakat iki taraf ‘birbirlerinin iç işlerine karışmama taahhüdünü yineledikleri’ ortak bir açıklama üzerinde anlaştı ve Fransa Tibet’in bağımsızlığına her koşulda karşı olduğunu bir kez daha teyit etti."
Şincan meselesinde de benzer bir tutum olacağını kestirmek yine güç değil. Zaten yazı boyunca şu güç, ama şu güç değil deyip duracağım. Konuya dönelim. Bu 'mesele' teriminin kullanımı son derece önem teşkil ediyor. Ama o konuya şimdi girmeyelim. Yazıda riskler şöyle özetlenmiş:
"Türkiye’nin fazla bağnaz bir milliyetçi, hatta açıkça pan-Türkçü bir tutum almaktan kaçınması için üç güçlü neden var. Birincisi, tecrit riski söz konusu. Uluslararası toplum (ABD de dahil), küresel mali krizle ve iklim değişikliğiyle başa çıkmak için Çin’in işbirliğine ihtiyaç duyduğu bir dönemde Çin liderliğini kızdırmak istemiyor. En güçlü ülkeler, Çin’in istikrarını, demokrasiye doğru ilerlemesinin önünde tutuyor."
Minör bir anlatı çözümlemesine girmek elzem zaten. İstikrar kelimesini çekip çıkarmak istiyorum. Yerine Arendt'in bize hediye ettiği 'totalitarizm'i (Total Herrschaft) koyalım. Zira Arendt Totalitarizmin Kökenleri'nde net bir şekilde mantıktan önce tutarlılığa yol veren politikanın totalitarizmin en temel kurucu güdümlerinden olduğunu söyler. Tutarlılık karşımıza bazen istikrar, bazen de sözünü tutmak gibi tasvirlerle çıkar. Çin'in totaliter bir devlet olduğunu pek iddia edemeyeceğim açıkçası. Ancak totaliter jestleri/tavırları tanımakta fayda var. Küresel iktidarlar zaten eski usül totaliter rejimlere izin vermiyor. Ancak yeni bir mutlak iktidar arayışının olduğu da bir gerçek. Ve bir kez daha bir yer değiştirmeye gitmek istiyorum. 'İstikrar'ın yerine bu sefer o "yeni mutlak iktidar arayışı"nı koymak gerek. Serbest düşünmelerimi yazıya yedirerek sizi zorluyorsam özür diliyorum... Sanırım Dünya'daki son gelişmeler bizi şiddetle o "yeni mutlak iktidar arayışı"nı tanımaya ve tanımlamaya çağırıyor. Zira ben bu üç parçadan her şeyden önce 'küresel istikrarın' belirleyiciliğinin tanımlamaya yarayacağını ve yine buradan yola çıkarak ülkelerden bağımsız ama yine ülkelerden ayrılamaz 'küresel bir herrschaft'ı konuşmaya mecbur bırakıldığımızı düşünüyorum. Öte yandan bu mecburiyet tam da bulaşmamamız gereken bir yöne yönlendirildiğimizin göstergesi olabilir ve belki de Çin-Türkiye, ABD-Çin tarzı ilişki ağları konuşmak yerine yine en başa (19. yüzyıl?), kapitalist ekonomiyi konuşmaya dönmek gerekiyor. Birçok insan e ne sandın? diyebilir hazırcevaplılıkla. Ama bu kadar basit değil. Açıkçası bir prolegomena kıvamında giriştiğim bu fikirlenme halini şöyle toparlamak durumundayım: Bahsettiğim ilişki ağlarının içinde aramadan konuşulması gerek kapitalist ekonominin. Yani birbirini kuran, tamamlayan ya da oluşturan olgular olarak değil, birbirine hizmet eden ama birbirini tanımayan olgular olarak. Küresel dönüşümün kapitalist ekonomiyi zorladığı alan budur. Kültürler/politikalar ekonomi tarafından şekillendiriliyor değil, ya da tam tersi de değil. Her birinin kendi içinde bir ekonomisi var (ekonominin de bir ekonomisi var tabii ki); ve bunları birbirine önce bulaştırmadan, sonra da bulaştırarak okumak gerekli. Bu söylediklerim yazılmadık düşünülmedik şeyler değil. Negri'de, Derrida'da kimbilir nasıl sorgularda şu düşündüklerimin formülasyonlarını bulabiliriz. Ama ben yine mevcut metne/tartışıya sadık kalmayı tercih edeceğim. Son olarak, Şincan'la ilgili şu atıf yardımcı olabilir: Şincan meselesi - diğer başka "mesele"lerle beraber-, yeni-mutlak-iktidara tehdit olan açıkların (kapitalist) ekonominin reformu için ve kurtarılması adına, kimliklerin ve kimlik politikalarının, kimlikler adına ama onları umursamadan kullanılması rejimlerinin bir sonucudur. İçinde yaşadığımız ve alakadar olduğumuz "baskın" rejimler böyle bir karakteri benimsiyorlar artık. Bir amacın olduğunu söylemek ise güç. Zaten amaç aramak, anlamak yolunda yapılabilecek en büyük hatalardan biri olur. Pynchon'un kulakları çınlasın.

21 Temmuz 2009 Salı

Hırsız Yok

Bir süredir Armenian Weekly'nin newsletterlarını (postakutuma yolladıkları gazete özetlerini diyelim) alıp duruyorum. Başlıkların hemen hepsi ünlü Ermenilerin başarı ve hayatları ve Medz Yeghern üzerine; ve daha da ilginci, dünyanın bütün meselelerini yine bu iki "leitmotif"e bağlıyorlar. Öncelikle, neden üyeyim? Çünkü dediklerini merak ediyorum ve değer veriyorum. Bu yeterli tabii. Ama bir derdim de nasıl bir politika güttüklerini görmek. Zira Medz Yeghern konusunda benzer dertlerimiz olduğu halde politik bir kirlenmeye maruz bıraktıkları felaket konusunda fena halde ters kulvardayım Armenian Weekly yazarları ve kadrosuyla. Dünyayla "soykırımı tanıma" üzerinden kurulan ilişkinin hastalığından kurtulmak, Dink'in dava edilmiş mükemmel tanımındaki gibi, Türk kavramından kurtularak temizlenecek/kurtarılacak bir Ermeni kimliğine kavuşmak demek. Dünyanın tüm Ermenilerinin bunun farkına herkesten önce varması lazım aslında. En büyük rahatsızlığım da dünyanın çeşitli yerlerinde egemenin sesine sahip erk-şiddetlerin(gewalt) kendilerine kendi içlerindeki açıkları, çıkmazları(aporia diyelim) göstermek yerine, tam da politika olmadığı için politik olan hamlelerle, aralarında seçim yapmayı ve taraf tutmayı seçmeleri. Biraz zorlayan bir cümle oldu belki, ama şöyle somutlaştırayım: Eğer ki bir ülkenin iktidarı kendi içinde erk-şiddetle bastırdığı bir kitlenin gözü önünde başka bir ülkenin erk-şiddetle bastırdığı bir kitleyi savunuyorsa, bu ironiktir. Velhasıl, o ülkenin bastırılan kitlesi, "e bize yaptığının ne farkı var?" diyerek hatırlatmakta haklıdır, hatırlatmalıdır ve dikkate alınmalıdır. Öte yandan, o başka bir ülke çıkıp da "e siz de yaptınız" diyerekten politik bir stratejiyle kendi yaptığını haklı çıkarmaya kalkıyorsa, bu da ironiktir ve ironisi aynı ilk örnekteki gibi anımsatılmalıdır. Ancak... (Evet bu bir Milliyet Gazetesi'nde-bir-sayfaya-boşluklarla-çeyrek-sayfalık-yazı-yazarım-abi 'ancak'ıdır!) İki erk-şiddetin de ezileni bir olmak yerine, karşılıklı olarak o erk-şiddetlerin uluslararası politikalarına sakız oluyorlarsa, burada bir sorun var. Armenian Weekly'de okuduğum son haber tam da bunun örneği olarak beni sarstı. Çin'de Uygurlar'a karşı acımasız bir şiddet uygulanıyor. Tam da Benjamin-Derrida-Agamben tasvirine uygun olağanüstü hal koşulları söz konusu. Erk-şiddet, egemenin kendini açığa çıkarttığı bir yerden, tüm yasayı askıya aldığı bir alan açıyor ve yasa kağıtlarda değil uygulamalarda kendini gösteriyor. Uygurlar harcanabilir homo sacerler olarak yalnızca ve yalnızca uluslararası diplomasinin dünyasında kullanılabilirlikleri kadar varolabiliyorlar. Erdoğan'ın öne sürdüğü türden bir adeta-soykırımın olduğunu söyleyemeyiz belki. Hatta mümkünse soykırım kelimesini öyle hoyratça da kullanmayalım. Ama soykırım kelimesine takılmadan ve aynı erk-şiddette olduğu gibi güçten ziyade etkiye bakarsak, bu adeta-soykırım kavramı diğer şeyler arasında bize iki şey söylüyor: 1- Erdoğan soykırım kelimesi ve kavramını yoz-kullanıma sokarak mitleştiriyor. 2- Bu içini-boşaltma ya da anlam-bozum ile tüm egemen güçlerin suçlarının ortakpaylaşım alanını yeniden açarak "siz sesinizi çıkarmayın, biz de sesimizi çıkarmayalım"a oynuyor. Alın size yeni nesil denge politikası. Peki Armenian Weekly ne yapıyor? Diyor ki makalede, Erdoğan kendini küçük düşürdü. Diyor ki, 'soykırım' kelimesini böyle hoyratça kullanarak kendi anlayışına ve uygulamalarına nasıl ters düştüğünün farkına varmadı. Ve Çin basınında çıkanların kendi savlarına destek verdiğini düşünerek ekliyor yazıyı yazan Sassounian: Çin de Türkiye'ye bunu söyleyecek son ülke olduğunu anımsattı! Bir yandan ne bekliyordum ki, diyorum. Bir yandan da nasıl bu kadar kör olunabilir? diye sormadan edemiyorum. "Bakın bakın, Çin de öyle demiş" diyerek ne yaptıklarını sanıyorlar bilmiyorum doğrusu. En rahatsız olduğum noktalardan biri şuydu: "The People’s Daily also published several letters critical of Turkey, one of which stated: “The Kurdish massacres in Turkey were a kind of genocide and Nazism. Linking China to genocide is like a thief shouting ‘stop thief.’" [Halkın Günlüğü (Çin'in gazetelerinden biri- kabaca çeviriyorum), Türkiye'yi eleştiren bir kaç yazı yayınladı. Bunlardan birinde şöyle deniyor: "Türkiye'deki Kürt katliamları birer soykırım ve Nazizm örneğiydiler. Çin'i soykırımla itham etmek bir hırsızın 'Hırsız var' diye bağırmasına benziyor."] Bir hırsızın 'hırsız var' diye bağırmasında sorun görmüyorum ben. Argumentum ad hominem'i bilmeyen ve sıksık bu hataya düşen politikacılara aşinayım (ne yazık ki) ama yine de "eeh saçmalamayın lütfen" demekten geri durmayacağım. Pekala bir yalancı da doğruyu söyleyebilir. Ama o yalandan bizzat muzdarip kitlenin çıkıp da bir yalanın çürütülmesi için başka bir yalancının arkasına sığınmasından fena halde rahatsızım. Zira bu haklının hakkının haklıktan çıkarlığa dönüşmesine sebebiyet veriyor. Ve itham ediyorum bu durumda, Ermeni diasporası hakkını çıkara dönüştürmektedir. Aradaki fark, 'çıkar'ın otoritenin izini taşıması, ve egemenin sesini kullanmaya öykünmesi, bir egemencilik oyununa alet olmasıdır. Spivak'ın ezilenin konuşamamasından kastettiği buna yakındır (link tabii ki Can the Subaltern Speak? makalesi, ve indirmek içindir.). Aradak farklara şimdi giremeyeceğim. Ama şunu söyleyebilirim ki, sesin ve konuşmanın egemenle ilişkisini unuttuğunuz yerde, kimliğin ne olduğunu da unutuyorsunuz demektir. Öte yandan, The People’s Daily yazarı da "ayrıca biz hırsız değiliz" gibi bir şey diyemeyerek, "bu bizim içişimiz" diyerek de ayrı bir gafta bulunuyor; ama buna girmeye gerek bile yok - ya da giremeyeceğim diyeyim, zira Çin'de ne oluyor hiçbirimiz bilmiyoruz aslında. Bu bambaşka bir yazının konusu. Özetle, Armenian Weekly'nin düştüğü hata tam da Çin'in, Türkiye'nin, İsrail'in (one-minute vakası), Fransa'nın (Cezayir-Medz Yeghern atışması), A.B.D.'nin(ne istersen!) vs.'nin istediği türden bir ses kullanımında yaşanan ses kaybıdır. Çin'e karşı tek bir söz etmeyen bir yazıdan bahsediyoruz - aklım almıyor bunu. Burada savunulması gereken hem Çin'e hem de Türkiye'ye karşı bir tavırdır pek tabii. O yüzden Uygurlar'ın asıl muhattabı Türkiye'deki Kürtler, İsrail karşısında Filistinliler, Ermeniler'dir mesela; ama bunun nasıl da uzak gözüktüğünü/olduğunu biliyoruz. Ve şu anki durumda, tüm hırsızlar birbirlerine "hırsız yok" diyor aslında. Demem o ki, bir hırsız "hırsız var" dediğinde, önce var olduğu iddia edilen hırsıza bir bakmak lazım. Bir hırsız düşmeden başkası düşmüyor. Tarih bize şiddetle bunu öğretmemeye çalışıyor! Daha fazla yoruma girmeden, Armenian Weekly'nin yazısının sonunu şuracığa düşüvereyim: "The most effective measure China can take in response to Erdogan’s hysterical accusations is to have the Chinese Parliament adopt a resolution recognizing the Armenian Genocide." [Çin'in, Erdoğan'ın isterik suçlamalarına karşı alabileceği en etkili tavır, Çin Parlementosu'nun Ermeni Soykırımı'nı tanıyan bir yasayı uygulamaya geçirmesidir.]