
Shelbyl'in dünki Barça-Internazionale maçıyla ilgili
Ekşibeşiktaş yazısını okudum bugün. Diyeceklerimi okumadan önce
istatistiklere bir bakın derim.
75-25 topla oynama! 12-1 şut! 4-4 ofsayt! Busquets tüm maça medya manevrası yaptırdı. Tamam berbat bir drama oyuncusu olabilir. Ama o faul fauldu. Sarı kart da sarı karttı. Değilse de öyleydi... Yerdeyken ellerinin arasından durumu kontrol etmesi büyük hata. Kendini yere atan atana olan bir piyasada bunu çaktırarak yapan bu adama odaklanmak da bence -en basit tabirle- talihsizlik. Ki o hareket
Telegraph'ın listesindekilerle yarışamaz bile bence.
Ben Mourinho'ya yalnızca Otto Rehhagel'e duyduğum saygıyı duyabilirim şu maçta (ki bu adamın önceden yalnızca Alman takımlarını çalıştırmış olması burada enteresan bir bilgi gibi geldi bana). Başka türlü aşamayacağını bildiği bir engeli, futbol dünyasının, hele de Barça gibi bir takımın en nefret edeceği türden bir taktik anlayışıyla darmaduman etmesinin Busquets'in hareketinden farkı yok. Nasıl ki Inter'in oyununa antifutbol demek saçmaysa, Busquets'e de çirkef demek saçma. İkisinde de sempati temel eksen. Inter mükemmel bir defans yapınca sempatiyle bunu beğenebiliyorsan, Busquets'in boğazına parmak atılınca yerde yirmi takla atmasına da sempati duyabilirsin. Bu, biraz da karşı takımın hızlı oyun kurucusunu durdurmak için peşine bücür bir libero takmayı anımsatıyor bana - ki bütün maç sinek gibi vızır vızır etrafında dönsün, sürekli beden temasına girsin, çeksin, çimdiklesin, ufak ufak tepsin adamı ki, ya çıldırsın oyun kurucusu, ya da dövsün de kart görsün vs. İkisini de yargılayamam o noktada. Ama oyun kurucusuna sempati duyarım. Tam tersi de mümkün olabilirdi.
Futbolda inatla yapılmayan bir hamleyi tekrar anımsamak lazım bu noktada. Şaibeli bir pozisyonda hakemler gayet de kameralara başvurup ofsayt mı değil mi, faul mu değil mi, kart mı değil mi, buna bakabilecekken, halen sahada gözün gördüğüne takılı kalınıyor. Çünkü şaibe satar arkadaşım! Şaibedir futbol. Dediğim gibi gözünden bir şey "kaçmayan" ve aslında futbolda belki tek gerçeklik olan kamera gerçekliği sahayı da domine etse, aklıma ilk gelenleri sıralıyorum: 1 - Fairplay mecburiyet olur; 2- Gerginlikler azalır; 3- Erman Toroğlugiller işinden olur! Futbol endüstrisinin
ve seyircisinin (aksini iddia ediyor gibi görünse de) bunların hiçbirini istemediği aşikar olsa gerek.

Gelgelelim Mourinho'nun takımının çok ciddi bir farkı vardı. O da istatistiklerde yine. Defans yapan taraf olmasına rağmen yaptığı faul sayısının düşüklüğü. 15 faul yapmış Inter. Barça'nın 20 faulu var. İşin bu kısmı asıl başarı zaten. Zira maçın tüm istatistiğine -özellikle de kartlara bakarsak- aykırı olan bir figür 15 faul. Ayrıca Barça'nın ofsayta düşmemek konusundaki duyarlılığı olmasa bize elli tane ofsayt pozisyonu izletecek müthiş ofsayt taktikleri de cabası.
Ve Julio Cesar. Gerçekten bu maçın adamı oydu. Belki şanslıydı biraz. Ama kurtardığı goller de yenilir yutulur cinstendi! Maçın aklımda kalan kaçan gollerini düşündükçe, bu maçı Barselona nasıl alamaz demekten kendimi alamıyorum. Mourinho'nun hakkı Mourinho'ya, Cesar'ın hakkı Cesar'a. İlk maçtaki gibi Inter kazandı diyemiyeceğim. Barselona kaybetti bu turu. Çünkü gerim gerim gerildi ve konsantrasyonunu kaybetti. Nihayetinde Mourinho'nun asıl başarısı da bu oldu. Hmm, demek ki Inter kazandı da diyebilirmişiz...
Bu yazının asıl amacını da artık becerebildim mi bilmiyorum, buraya kadar saklamış oldum. Öncelikle futbolla ilgili hiçbir torbayı büzemeyeceğimizin farkında olduğumuzu varsayıyorum. Sonralıkla da temel fikirlerimi koyuyorum ortaya. 1- İyi futbol kavramına ihtiyacımız var. 2- Barcelona'nın futbolu iyi futboldur.
Burada futbol yerine sinema, Barcelona yerine Bergman koyabilirdik. Ya da müzik ve Radiohead koyabilirdik vs. "Zevkler ve renkler tartışılmaz" cümlesini ilk kullananlara da söyleyeceklerim var ama, uğraşmaya değmez...
Birinci argüman şundan geçiyor. Arzu diye güzel bir kavramımız var. Arzu, her ne kadar kendi başına pozitif bir ölçek olmasa da, kendisiyle ilişki içerisindeki arzulananla pozitif bir ilişki kurar. Arzu hep, farkın/aynılığın arzusudur. Kendisini sürekli bu çift-özellik üzerinden kurar. Farklı olanı arzularsın ya da (örneğin kendinle) aynı olarak farklı olanı arzularsın. Ve belki de demeye gerek yoktur ki,
arzu olmadan hayat olmaz. Arzu bu noktada, iradeyle eşanlamlı olana kadar kendini nüksettirebilme becerisine sahiptir. Toplumsal cinsiyetten tutun kapitalizm altbaşlığında yer bulan liberalizme kadar hemen her toplumsal alanda geçerlidir bu.
Futbolda da iyi futbol - kötü futbol ayrımı, basitçe, arzulanan değil, arzuyla ilişki içerisine girebilen futbolla (-) bu ilişkiye açık olmayan arasındaki ayrımdan geçer. Rehhagel'in Yunanistan'ının futbolu açık değildir mesela. Ama Inter fevkalade açıktı dün! Shelbyl'in yazısının da en kilit yanı buydu: "
Ben bir futbol maçı izlerken kendimi bir takımı tutmamaya zorlayabildiğim, buna alışabildiğim gün önümde acayip kapılar açıldı."demiş Shelbyl. Bence bahsettiği basitçe, arzulanabilir olana açık olmaktı. Ama bunun için bir futbolun arzulanabilir olması gerekir. İyi futbol belki de budur. Rehhagel arzulanabilir bir yeni-futbol oynatmamıştı, ama öyle bir yeni-futbolun olasılık kapılarını açmıştı. Bunda Yunanistan milli takımının yaratıcı olmamasının da etkisi var. Buna saygı duyarım ancak. Mourinho'ya da benzer bir saygıyla yaklaşıyorum. Ama Inter takımı burada oldukça büyük fark yaratıyor. Zira o taktikleri uygulama biçimleri (Adamımsın Zanetti, canımsın Maicon) yaptıkları tüm işi ağzım açık izlememi sağlıyordu. Yer yer bana "Abi bunlar kaç kişi atak yapıyor?" diye sordurtan Barça futbolcularını öğüten harika bir makineye dönüşmüşlerdi dün.

Barselona'yı da aynı eksende seviyorum ben. Elenmesi karşısında duyulan sevinç, bir yandan da insanevladının artık tanrılara olan kıskançlıklarının doruk noktasında olduğu son birkaç yüzyılın milyonlarca kıskançlık tezahüründen biriydi. Busquets belki de Guardiola-Messi-Xavi-Iniesta-... kombinasyonunun tanrısal bedeninde bulunan bir insaniyet belirtisiydi. Eh ve oh, evet! Nihayetinde Barselona da insanlardan oluşan bir takım diyebildik böylelikle. Zorla Barça sempatizanlığı dayatmaya çalışmıyorum anladığınız üzere. Maksat tavır analizi olsun!
Messi'ye de zerre yüklenemeyeceğim açıkçası. Aynı o hep sevilen,
lan noliy dedirten Messi'ydi; ve Arjantin'deki gibi kaybolduğunu da düşünmüyorum maçta. O top kaleye girmedi. Tek fark buydu Messi adına. Ha bir de faul alamadı. Bunun da hem sabrına, hem de konsantrasyonuna etkisi oldu.
Son kertede, yakın zamanda öğrendiğim müthiş bir Bulgar atasözüne sığınacağım:
Risk kazanır, risk kaybeder. İnsanların bu denklemde işi yok. Mamafih,
futbol kazanır, futbol kaybeder. Ötesini düşünmek, ipe un sermekle bir. Saçma; ama o da olmasa arzu nerede, irade nerede, hayat nerede, what is the matrix ulan? Canınız/canımız ipi vermek istemiyor işte, kabul edelim bunu.