2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com
Köşe Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Köşe Yazıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Aralık 2010 Çarşamba

Köşelerde Dün - 28 Aralık 2010

Köşeyazarlarının tek tük değil, topluca ve birbirinden bağımsız olarak abuklama yaşadığı bir günü geride bırakmışız, buyrun dördü bir aradanız:

Cüneyt Ülsever: Bu sözde liberal yazarımızın ulus-devletsel paradigmada yaşadığı endişeler gözlerimi yaşartıyor. Kendisi özetle demiş ki: Anadilde eğitim olursa ülke bölünür, insanlar birbirlerini tanımaz vs.

Şu mefhumu anlamadım ben: Ülkenin bölünmesi ne demektir? Bugün birden fazla resmi dili olan İspanya, Kanada, Hindistan, Belçika, Finlandiya, Hollanda, İsviçre vs. ne kadar bölünmüş haldedir? Bölünmüş olmaları onları dünya ölçeğinde ne kadar geriletmiştir? Bugün Türkiye bu ülkelerden daha mı az, daha mı fazla bölünmüştür?

Anadilde eğitim kısa vadede pratik bir çözüm değil demek başka şey, resmi dil tartışmasını alıp dolaştırıp bambaşka bir yere götürmek başka şey.

Fatih Altaylı: Kendisi, nasıl desem, kütüklüğün kitabını yazmış:

"Hani yıllardır bu köşenin altında “Ne zaman adam oluruz?” diye soruyorum ya. 
Aslında o soruyu cinsiyetten bağımsız olarak düşündüm hep.
Fakat acaba bundan böyle“Ne zaman kadın oluruz?” diye sormak mı lazım diye düşünüyorum.
Hiçbir erkek onlar kadar adam olamıyor çünkü."

O kadar cinsiyetten bağımsız düşünmüş ki, en son cümlesinde bütün krediyi erkekselliğe atfetmeden içi rahat etmemiş. Oksimoronların kralısın Altaylı!

Ertuğrul Özkök: Tüm iyiniyetiyle (!) bir türban yazısı yazmaya çalışan Özkök, sınıfsal kodlarından gene de kurtulmayı başaramamış, altmetni bir güzel örmüş. Sadece o değil tabii, alıntıladığı Merve Kavakçı da aynı dertten muzdarip. "Benim dinim-senin dinin" ikileminde hangi dinin resmi-kabul gören din olması gerektiği kavgasını yapan, dini bireye değil de otoriteye devretmeye çalışan anlayışın güzel tezahürleri var satır aralarında. Okuyunuz.

Yılmaz Özdil: İroninin hasını yapmış. "Nasıl yalaka olunur?" dersini Bekir Coşkun, "suya sabuna dokunmadan mizah yapma" dersini Levent Kırca'nın falan vereceği bir televizyon okulu olacakmış. Hani yazının mantığı şu: İnsanlar yapmadıkları şeylerin dersini verecek.

Peki Özdil'in vereceği ders ne? Basın etiği.

Tam isabet dostum, tam isabet.

12 Kasım 2010 Cuma

Köşelerde Bugün - 12 Kasım 2010

Her gün ya sevdiğim, ya hiç sevmediğim, ya da nötr olup sırf meraktan takip ettiğim onlarca yazarın on küsür köşe yazısını okumaya çalışıyorum. Madem bunu hali hazırda yapıyorum, kim ne yazmış raporunu da verelim, özet geçmiş olunsun, vakit oldukça yaparız:

Ahmet Hakan: Karikatür krizi konusunda söyledikleri yüzeyde çok mantıklı, lakin kendisinin biraz daha derinden yüzmesini beklerdim ki özgürlük kavramını "ona varsa buna da var" boyutundan çıkarıp "ona da, buna da olmalı" boyutuna getirsin. Köşesini doldurmak için "süper demode tutumlar" falan diyerek ekşisözlük lingosu satmasına gerek yok.

Yılmaz Özdil: Diyanet İşleri Başkanları'nın soluğu siyasette almasını eleştirmiş. İyi güzel, lakin sonra da "Ali Bardakoğlu'nun başını yediler" tadına geçmiş. Ali Bardakoğlu ileride bir partiye katılırsa bu yazıyı dan diye suratına çarpmak esastır.

Engin Ardıç: Ardıç, dediklerinde her zaman doğruluk payı bulunan; ve de hiç ne tamamen haklı, ne tamamen haksız olmayan bir yazar. Bugün de doğru şeyler söylemiş de, yazının en baş ve en sonundaki gereksiz "kıssadan hisse" taraflarını geçeceksiniz.

Fatih Altaylı: Louis Vuitton'un Çin'e açılmasında Atatürk'ün dolaylı etkisini anlatıp (Çin lideri Atatürk'ü örnek alacakmış, bunu duyan Louis Vuittoncular hemen orada mağaza açmışlarmış), bunu "Hani bir grup “serseri” var ya, “Biz 10 Kasım’da herkes dururken yürümeye devam ettik” diye yazıyorlar sağda solda, iyi halt yemişler gibi. Kimi hazmedemediklerini görsünler diye." şeklinde bağlayabilmiş, tebrik ediyorum kendisini.

Mehmet Ali Birand: Liderlerin profillerine değindiği bir yazıda, BDP Genel Başkanı Demirbaş hakkında şöyle bir tabir kullanmış: "Kabul etmek gerekir ki, Türkçesi gayet iyi anlaşılıyor." Neden ilk etapta anlaşılmadığını varsaymamız gerekir, ben bunu anlamadım, anlayan anlatsın.

Kendisi bir de Denktaş'a yapılan ayıptan bahsetmiş. Ayıp şu: Denktaş'ın 7 bin lira olan emekli maaşı 5 bine düşürülünce, Denktaş o parayla geçinememeye başlıyor, çünkü çok borcu varmış. Garip bir durum.