2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

29 Eylül 2010 Çarşamba

Fazıl Say haklı, lakin...


Fazıl Say sempatik gelir bana. Yok, klasik müzikten anladığımdan veya onun iyi bir klasik müzik bestecisi (Sazan Aksu gibi ‘şarkı yazarı’ ile karıştırmayın, Fazıl kızar ha!) veya icracısı olduğunu bildiğimden de değil. Klasik müziği düzenli iş yıllarımda ofiste fon müziği olarak dinlerdim; lisansüstü öğrencilik yıllarımda da biraz... İyi gelirdi zihnime. O kadar.

Nedense her görüşümde aklıma ellerindeki pikanları kemiren sevimli sincaplar gelir. Oradan severim Fazıl’ı, bir.

Dahası, onun bu “yavşaklık” felsefesine de katılıyorum. Ben de sevmem Hakkı Bulut tarzı müziği veya herhangi bir şeyi. Beni de bazen kasvetli halet-i ruhiyede yakalamış birkaç Orhan Gencebay veya Kibariye parçası (tevafuka bakın, onlardan biri de “geberiyorum”lu Sazan Aksu şarkısı) olmadı da değil ama ne Baba fanıyım ne dolmuş müziği ile mest olurum, NŞA. Aşık Veysel, Neşet Ertaş, Mihriban, Klasik Türk‘ün üzerine biraz da klasik caz, blues ve eski Beatles, Streisand, 60′ların folku, Nat King Cole, Willie Nelson vs. neyime yetmiyor?

Daha dahası “Sezen Aksu zamanında bilmem nerede beraber şarkı söylediğimizde detone olmuştu; ben yalancıktan ‘şahanesin’ demiştim” şeklineki notu ile bizi tarihi bir yanılgıdan kurtarmasını da tam da yakıştırıyorum kendisi gibi bir prima donnaya (bunun Sezen’in “evet” demesi ile ne alakası olabilir?).

“Karnını kaşımayan Bekir Coşkun’la beraber Lausanne’a kaçarlarsa” diye kabuslar görüyorum ben de her karnını kaşıyan Türk gibi.

Sevmediği herkes ve her şeyi tavsif etmek için “şey”, “yavşaklık”, “karnını kaşıyan”, "Akepeli", “Iran gibi”, “mollalar” dışında fazla kelime bulamamasını da “eeh ne olmuş yani, bazı bestekârlar birkaç nota ile beste yapar, ‘Arabesk yavşaklığı’ gibi. Herkeste Daniel Barenboim entelekti, belagati ve rafinasyonu olmak zorunda mı?” diye açıklıyorum. Oradan da yırtıyor.

Eee, geriye ne mi kalıyor?

Fazla önemli bir şey değil ama bu arkadaşın cehaleti, gerzekliği ukalalığından büyük.

Bakınız dün gece 5N1K’da referandumda neden hayır diyeceğini nasıl açıklıyor:
(bire bir değilse de çok yakın):
“Bi kere, neyi millete götürüyorsunuz? Ben bu millete götürme işine karşı olduğumu söyledim. Bütün partilerin anlaşmadığı uzlaşma sağlanmadan millete götürme... Tüm Partiler anlaşsın ondan sonra...”
Bak Fazılcım, benim tembel evladım, dinle, değişiklik olsun:

Anayasa diye bir kitap var. Sizin çağdaşlar yazarlar her darbe sonrası. İşte o kitapta diyor ki değişiklik paketi 330 ile 367 arası sayıda oyla geçerse referenduma gider (senin için basitleştirdim, şimdi kesirlerle, Resmî Gazete ile falan cici kafanı yormayayım).

Zaten “uzlaşma” olsa yani “bütün partiler üzerinde anlaşsa” ve sizin AYM’deki (hukuktan, akıl, izandan) “bağımsız” amcalar, teyzeler de “OK, no problem” dese idi referenduma gerek kalmazdı.

Hani bir mahkeme bir karar verir, sen de temyiz edersin ve mesele bir üst mahkemeye gider ya?

İşte öyle bir şey. Demokraside “üst mahkeme” milletin kendisi. Direkt demokrasiye en fazla bu kadar yaklaşılır. Artık vekilleri aradan çıkarıyor millet, “madem siz uzlaşamadınız ben karar veriyorum” diyor. 

Anlatabildim mi?

- Laik, karnını kaşıyan, gericiler, yavşak, ben komposer, pis Sezen, oratoryo yazdım, benden iyi mi bileceksin, İran, çağdaş, yavşak…. AKM’mi yıktırmam, Madımak... Temiz ne? Bana pis mi diyorsun? Senin ağzını …x&£&a$p;%+^’..@

350 & Aptallık Çağı - Etkinlik habercisi

10 Ekim 2010'da, yani 10.10.10 itibariyle dünya çapında bir etkinlik düzenlenecek. Türkiye'nin de 10 kentle bu etkinliğe katılması planlanıyor, şu an için 8 kentte hazırlıklar devam etmekte (Ankara, Yalova, Eskişehir, Antalya, Bursa, İzmir, Adana, Trabzon). İstanbul neden listede yok, ben de merak ettim.

Sol sütunda da bu yazıya koyduğum logoyu görüp merak etmiş olabilirsiniz. Öyleyse ne güzel. Etkinliğe ilişkin oldukça detaylı bir sayfa var: 350.org. 350, bilim insanlarının atmosferdeki karbondioksit miktarı için üst sınır olduğunu söyledikleri miktar (1 milyon parçacıkta 350 yani) imiş. Dolayısıyla, etkinliğin temel amacı, şu an 390 ppm'de bulunan karbondioksit oranını, tehlikeli üst sınır olarak görülen 350 ppm'in altına çekilmesinin gereğine ve çevreye ilişkin bir duyarlık, farkındalık yaratmak.

Ben biraz daha etkinliğin Ankara'yla ilgili kısmından bahsedeyim. Ankara -aslında sanırım genel olarak Türkiye- ayağına ilişkin bir blog da şurada. Bu her şeyin 10'lu olması meselesine uygun olarak, 10 Ekim Pazar sabahı saat 10:10'da Gençlik Parkı'nda bir buluşma planlanmış. Oradan hareket 11:00, daha sonra Kuğulupark'a geçiş ve 12:00'de basın açıklamasıyla birlikte bisiklet yolu açılışı. Bisiklet yolu açılışı deyince hemen heyecanlanmamak gerek tabii; siyasetçilerin davet edilmediği bu organizasyon tepkisel bir organizasyon olduğu için, stickerlarla belirlenmiş bir "sanal bisiklet yolu" açılışı olacak. Etkinliğe 350 kişinin katılımı hedefleniyor, bilmiyorum bu mümkün olur mu... Aslında Perşembe Akşamı Bisikletçileri Ankara grubunun Facebook'taki grup sayfasında an itibariyle 763 üye görünüyor, ama tabii ki yağmura, çamura, havaya da çok bağlı bir şey. Bakalım...

Bu arada Eryaman civarından katılması çok muhtemel bendeniz de dahil en az 4 kişi bildiğim için, Eryaman'dan grup olarak gidecek bir kısım insan olması da güzel olabilir. Aklıma düşen bu karpuz kabuğu başka birilerinin de aklına düşse ne güzel olur! O zaman ilk adımı atalım, saat 9:00'da Optimum'daki otobüs durağında buluşalım diyelim mesela? Gelen, gelmek isteyen, katılmak isteyen olursa burada yorumlardan haberleşiriz.


Biraz ters olacak ama, sabah sabah (öğlen olmuş gerçi) kafamı toparlayamadığım için idare ediverin, 30 Eylül'deki (yani yarın akşam) film gösteriminden de bahsedeyim. Geçen sene yine bir gösterimi yapılmış, bu sene de ücretsiz olarak gösterilecek olan Aptallık Çağı (IMDB). Ben izleyememiştim, hatta ruhum bile duymamıştı, bu sefer izlemek istiyorum, merak ettim. 2050 yılından bugüne dönüp bakan bir aktivisti konu alan film, "çevrenin yok oluşunu durdurabilir mişiz, bizim kafa güzel miymiş de ne b.k yemiş bu hale getirmişiz?" sorusu etrafında dönüyor imiş. Her perşembe 20:00'de olan tur, bu hafta 19:30'da yine Güvenpark heykelden başlayacak, Kuğulu Park ve Tunalı Hilmi'den kısa bir turun ardından Kennedy'deki Çağdaş Sanatlar Merkezi'nde gösterime geçilecek. Gösterimin ve bağlantılı kısa turun Facebook etkinlik sayfaları şurada ve burada.


Yarın akşam gösterimde, 10 Ekim'de eylemde görüşmek üzere...

28 Eylül 2010 Salı

Bir İroni Abidesi: Hanefi Avcı

Bir Emniyet Müdürü profili: 1980 sonrasında Devrimci Yol sorgulamalarına katılıp işkence yapıyor bizzat. Aynı adam bugün Devrimci Karargâh örgütüne yardımdan tutuklanıyor. 1998 Şubat'ında, katıldığı bir programda MİT'in telefon kayıtlarını deşifre ettiğinden devlet sırlarını açıklamak suçundan tutuklanıyor. 2005 yılında, MİT Genel Müsteşarlığı için adı geçen isimlerden birisi oluyor. 1980'lerde JİTEM ile yakın ilişki içine giriyor, 90'larda Susurluk Soruşturması'ndaki ifadeleriyle bu konuda devlete yardımcı oluyor, 2000'lerde Ergenekoncu oluyor. Bir kitap yazıyor, kitapta ağır iddialar var ama ispat namına bir şey yok. Buna karşın yazdığı kitap kimilerince bir tehdit, kimilerince bir kıtab-ı mukaddes. Olaylar da o yönde gelişiyor zaten. Bundan sonra "Kurtlar Vadisi'nden memleket gerçeklerini öğrenen gençler" eleştirisi yaparsam iki olsun. Bazen akıl - mantık yetmiyor olan olayları açıklamaya, insanın komplo teorilerine sıcacık bir battaniyeymişçesine sarılası geliyor.

26 Eylül 2010 Pazar

Kürtçe Mefhumu

Bugün 1990'lara geri gidelim. Çok enteresan bir durum var çünkü burada.

Siz bir toplumun ana dilini konuşmasını yasaklıyor, ona zorla devletin resmi dilini öğretiyorsunuz. Hadi ulus-devlet falan, yedik.

O insanlar doğal olarak aksanlı bir Türkçe konuştuklarında bu sefer kıkırdıyorsunuz, ya da aşağılıyorsunuz. Hadi aksan komedisi, etnosentrizm, kültürel farklar vs. bunu da yedik.

Bu adam gidiyor aksanını da düzeltiyor vs., bu sefer "Kürt asıllı Türk'üm" deyince işler bozuşuyor. Kart kurt falan, onu da yedik.

O kimliğini deklare etmesin, bu sefer sen gidip kimliğine bakıyorsun rengini beğenmezsen "rutin kontrol" ayağına, doğum yeri doğu ise gene merkeze alıyorsun.

Kürt olmanın oluru yokmuş yahu, zor iş valla.

Daha zorunu mu arıyorsunuz? Hadi bir de Mahmut Alınak'ı okuyun.

23 Eylül 2010 Perşembe

Ben Sana Barrister Olamazsın Demedim

Can Yeğinsu. Akademik kariyerini altın yaldızlarla süslemiş, Harvard Hukuk Fakültesi'ni birincilikle bitirmiş, İngiltere'de barrister (yüksek mahkeme avukatı) olmayı başarmış, etkileyici bir CV'ye sahip bir insan.Gelgelelim, kendisinin NYR'a yazdığı bir yazı, o etkileyiciliği alıp götüren cinsten.

Yeğinsu referandum sürecini bu blog'a değerlendirmiş. Lakin yazısında, eksik alıntılamak ve de üstünkörü geçiştirmek suretiyle inanılmaz boyutta olgusal hatalar yapmış. Hem de bir değil, iki değil...

FDR ve New Deal çalışmalarına bağlayarak etkileyici bir giriş yapan Yeğinsu, aynı etkileyiciliği Erdoğan'ı o konuyla ilişkilendirirken sürdüremiyor:

To this end, he put to referendum an amendment to Article 146 of the 1982 Constitution which, if passed, would raise the number of members of the Court from eleven to seventeen, such members being appointed by the President (a founding member of the AKP) and by simple majority in Turkish Grand National Assembly (where the AKP holds a strong majority). It was Prime Minister Erdoğan’s court-packing plan.

Yukarıdaki paragrafta birçok eksik ve yanlış var. Birincisi, Anayasa Mahkemesi'nin üye sayısı 11'den 17'ye çıkarken, 6 adet yeni üye atanmıyor. Yeni üyelerin dördü zaten halihazırda yedek üye olarak görev yapmakta. İkincisi, Anayasa Mahkemesi'nin üyelerini zaten önceki düzenlemede de Cumhurbaşkanı seçmekte idi, yani "AKP'nin kurucu üyesi olması" bir yenilik değil. Üçüncüsü, sanki yeni düzenlemede Cumhurbaşkanı ve Meclis kafasına göre üye seçecek gibi duyuluyor, lakin işin gerçeği bu kurumlara adli merciilerin bir aday listesi sunacağı, ve seçimin o adaylar arasından yapılacağı. Dördüncüsü, Almanya'dan Fransa'ya, İspanya'dan ABD'ye her ülkede zaten bu kurumun üye seçimi meclis, senato, Cumhurbaşkanı, Başkan, Meclis Başkanı vs. tarafından gerçekleştirilir, yani çok acayip bir şey de yok ortada.

Devam edelim. Yeğinsu yazısının başka bir bölümünde referandum oylamasının toplu halde yapılmasını eleştiriyor (ki haklı bir noktada). Fakat bu savını haklı çıkarma yolu Venedik Komisyonu'nun referandum düzenlemeleri ile ilgili kılavuz metnine eksik bir şekilde atıfta bulunmak:

And this was in spite of the clear guidance issued in this area by the Venice Commission, an advisory body to the Council of Europe of which Turkey is a member: “electors must not be called to vote simultaneously on several questions without any intrinsic link.” 


Görüldüğü gibi kendisi sadece "oy verenler bağlantısız maddelere aynı anda oy veremezler" ifadesini almış. Lakin o maddenin tamamını okuduğumuzda şunu göreceğiz: (komisyon dökümanı, sayfa 13)

- unity of content: except in the case of total revision of a text (Constitution, law), there must be an intrinsic connection between the various parts of each question put to the vote, in order to guarantee the free suffrage of the voter, who must not be called to accept or refuse as a whole provisions without an intrinsic link; the revision of several chapters of a text at the same time is equivalent to a total revision;

Maddenin başında bir istisnai durum tanımlanmış: bir metnin total revizyonu (gözden geçirmesi). Maddenin sonunda da total revizyon hali "bir metnin birkaç maddesinin aynı anda revize edilmesi total revizyona denktir" şeklinde açıklanmış. Yani anayasanın tam 23 maddesinin oylandığı bir referandumun, şu istisnai duruma girdiği net bir şekilde söylenebilir, en azından Yeğinsu'nun dediği gibi "açık" bir ihlal yok.

Gelelim Yeğinsu'nun bu hatalarının iyi niyetli değil de ideolojik olduğunu gösteren pastanın kremasına. Kendisi yazının 5. paragrafında, türban kararının Anayasa'nın 2. maddesine ithafen iptalini açıklamasına.

According to this key provision, “[t]he Republic of Turkey is a democratic, secular and social state governed by the rule of law […]” (emphasis added). Moreover, Article 4 provides that amendments to Article 2 cannot be proposed, much less implemented (this is a standard entrenchment clause, rather like Article 89 of Title XVI of the French Constitution which prohibits any constitutional amendment that seeks to change the republican form of government in France).


Kendisi 2. maddenin başını alıntılayarak ve de 4. maddeyi de "standart bir sağlamlaştırma" maddesi olarak görerek "bunlar normal yahu" diye bir açıklama getirmeyi tercih etmiş. Yazısının bütünlüğü açısından bunu yapması doğru, ama etik değil. Hepimizin bildiği gibi, Anayasa'nın ikinci maddesinde, Anayasa boyunca tanımlanmayan bir "Atatürk milliyetçiliğine bağlı" ifadesi var, ve de normalde sadece usulen denetleme hakkı olan Anayasa Mahkemesi artık esasa da girdiğinden, kafasına eserse azınlık hakları ile ilgili değişiklikleri silme hakkını saklı tutmakta. Ya da gene ikinci maddede devletin "insan haklarına saygılı" olduğu belirtiliyor, ama "toplumun huzuru" ve "milli dayanışma anlayışı" içinde bu saygının limitlerinin nereye kadar çekildiğini Yargıtay sayısız defa kanıtlamış halde zaten.

Gelelim sonuca: Elimizde bir adet hukuk bilgisi tartışılmaz düzeyde olan avukat var. İstese Anayasa Mahkemesi Başkanı bile olabilir, lakin kendisinin değerlendirmelerini nasıl yaptığı ortada.

Biz "yargı tarafsız olmadan bağımsız olamaz!" diye bağırırken tam da bundan bahsediyorduk işte. Yargı önce gerçekleri ideolojik gözlüklerle eğip bükmeyi bırakacak, ondan sonra bağımsızlığının kavgası verecek. Herhalde malumatımız daha iyi anlaşılmıştır şu halde.

Yozdil ile Coğrafya 101

Bir şeyi itiraf etmem lazım. Yoğun olduğum ya da üretkenlik sıkıntısı/araştırma tembelliği çektiğim zamanlar, Özdil bir numaralı kurtarıcım oluyor, çünkü kendisinin herhangi bir yazısından bir çok malzeme çıkabiliyor. O yüzden kendisine teşekkürü bir borç bilirim. Efendim, Özdil bu sefer inanılmaz yaratıcı bir yaklaşımla karşımızda. Daha önce hiç yapılmamış bir şey bulmuş, ve Türkiye'nin 1941 yılında ayrıldığı coğrafi bölgeleri Türkiye'yi bölmek için oluşturulmuş bir komplo olarak nitelemiş. (link) Özdil yazısına, konuyla nasıl alakası olduğunu anlamadığımız iki soru ile başlayıp, o soruları sorarken balkabağı yaratmayı başarıyor. "Kendini Laz tabir eden vatandaşlarımız" ne demektir? Laz olmak ile kendini Laz tabir etmek arasındaki fark nedir? Özdil yarın öbür gün "Laz diye bir şey yok, o denizde hamsilerin yüzerken çıkardığı sesten türemiş bir isim" diye postmodern bir kart kurt açılımı yapar mı? Bilinmez. Sonra "Türkiye neden 7 bölge de 6 ya da 9 değil?" sorusuyla başladığı düşünce treni, "Neden Akdeniz bölgesi var?", "Şu il buradaysa bu niye değil?" şeklinde ilerliyor ve de grand finale'de"üniter devlet"in haritasını çizmek için toplanmış Coğrafya Kongresi'ni memleketi bölme projesine dış mihrakların nasıl dönüştürdüğünü sorguluyor. Teker teker cevap verelim. Öncelikle bölgelerin nasıl oluştuğu sorusu. Aşağıda bir adet Türkiye fiziki haritası var:
Şimdi şu haritaya akıl gözüyle bakan her insan, Türkiye'yi kaç bölgeye ayıracağını ve nasıl isimlendireceğini bilir. Örnek diyalog: - Kuzeybatıdaki yeşil renkli alanların (alçak ovalar) olduğu yere Marmara Denizi'ni çevrelediği için Marmara Bölgesi diyelim. Ortadaki (içteki) platoların olduğu yer İç Anadolu Bölgesi olsun. Orayla kapkahverengi dağlarla ayrılan yere de ayrı bir bölge diyelim. Altındaki denizin adı ne? Tamam, Akdeniz. Şu Batı'da Marmara kadar alçak, Akdeniz kadar yüksek ve İç Anadolu kadar platoluk olmayan garip bir alan var, oraya da Ege Bölgesi diyelim mi? Şu güneydoğuda keskin bir çizgiyle ayrılmış bölge de, hmm, Güneydoğu Anadolu Bölgesi olsun. Doğu ile kuzey arasında da bir bariz fark var, onları da ayıralım. Biri Karadeniz olsun, biri de Doğu Anadolu olsun bari. Bu kadar. Özdil "Peki Bilecik neden Marmara'da?" diye illeri teker teker sorgularken cahilliğini bir daha konuşturuyor, hem de iki sebepten. Bir, Bilecik tamamen Marmara Bölgesi'nde değildir, Ege'de ve İç Anadolu'da olan kısımları vardır, her Türkiye Bölgeler Haritası sahibi olan ve harita okumayı bilen insan bunu anlayabilir. İki, bölgeler ayrılırken, tam da Özdil'in öngördüğü gibi, iklim, bitki örtüsü ve coğrafi şekiller ön plandadır, o yüzden Bilecik ili birincil olarak değerlendirmeye alınmaz Marmara Bölgesi sınırlarını çizerken. Ki zaten bu ana bölgeler, doğal, beşeri ve ekonomik sebepler uyarınca kendi içlerinde bölümlere de ayrılmıştır. Özdil tehlikenin tam farkında değil sanırım, çünkü Türkiye'nin tam 21 bölümü var!!! DAN DA DA DAN! Paramparçayız!!! Gelelim 2010 model komplo teorisine. Baktığım hiçbir kaynakta, Yılmaz Özdil'in anlattığı üz're dış mihrakların "Fırsat bu fırsat!" deyip de ülkeyi bölmek için bu kongreye koşar adım katıldıklarını göremedim. Kendisinin de yazılarında kaynak belirtme adeti olmadığından, bu hususa nasıl nail olduğunu bilemeyeceğiz. Benim fikrim, Özdil'e bu bilgiyi kendisinin 7 coğrafi bölgesinden birinin verdiği. Bu arada coğrafi bölgelerin tarihçesine ulaşmak isterseniz, onun için de kaynağımız var. Baktığımızda görüyoruz ki, Türkiye'nin coğrafi bölgelere ayrılışı konusunda yabancılar da hemfikir değil :( Neyse, bir safsatanın daha sonuna gelirken, kafanızı bu tür yalan bilgilerle şişiren adamlardan uzak kalmanızı tavsiye eder, esenlikler dilerim.

21 Eylül 2010 Salı

European Mobility Week (EMW)

Sanırım Avrupa Hareketlilik Haftası olarak Türkçeleştirebileceğimiz (Çekoslavakyalılaştıramadıklarımızdanmışsınız) bir etkinlik bu. Henüz Türkiye'de pek kimsenin haberdar olmadığı, bendenizin de yakın zamanda alevlenen bisiklet sevdası nedeniyle tanıştığı bir şey. Baktım, beğendim, dedim sizlerle de paylaşayım.

Bu esnada, bakarken gördüm ki, 2002 yılında dünya çapında 23 ülkede toplam 418 kent katılmış ve bunun 79'u Türkiye'den imiş. Hatta Türkiye o sene en çok kentin katıldığı ülke imiş. Bunun yanında 2008 yılında, yukarıda görebileceğiniz, en az bir kentin katıldığı ülkeler haritasında Türkiye'nin işaretli olmadığını da fark edeceksiniz. Nasıl olduğunu gerçekten merak ettim, ama ben Wiki'nin yalancısıyım (Sonradan gelen ek: katılımcı kentlere baktım ve orada ne mutlu ki Muğla ve Bodrum'u gördüm. Haritanın hazırlanmasından sonra katılınmış demek ki...).

Her neyse, ne diyorduk? Her sene Eylül ayının 3. haftası boyunca kutlanan bu söz konusu hafta boyunca, her sene farklı temalar çerçevesinde etkinlikler düzenleniyor ve daha sağlıklı ve çevre dostu ulaşım teşvik ediliyor. 16-22 Eylül tarihlerine denk gelen bu seneki haftanın teması "Travel Smarter, Live Better". Çirkin bir çeviri olacak ama "Daha akıllıca yolculuk edin, daha iyi yaşayın." diyebiliriz sanırım. Katılımcı kentlerin, bu çerçevede obezite, aşırı kilo ve fiziksel hareketsizliğe karşı "aktif ulaşım"ı teşvik etmesi ve böylece aynı zamanda da fiziksel ve zihinsel durumlarını iyileştirme yönünde çalışması bekleniyor. Sürdürülebilir ulaşımın aynı zamanda genel olarak şehirlerdeki yaşam kalitesini artırdığına, hava ve gürültü kirliliğini azalttığına ve kazalarla birlikte bütün olumsuzluklarıyla trafiğin (stres, yüksek yakıt tüketimi, zaman kaybı...) de azaltıldığına yardımcı olduğuna vurgu yapılıyor.

Türkiye'de bu sene bu etkinliğe ilişkin pek bir şey göremedim (harita doğru söylüyor sanırım) ama Facebook'ta İzmir'in Perşembe Akşamı Bisikletçileri'nin (PAB) bir etkinliğine rastgeldim. Her ne kadar doğrudan bu etkinliği destekleyebilecek olmasam da, bu haftayı da bisiklet üstünde geçirdim elimden geldiğince. Geçtiğimiz perşembe akşamı Ankara PAB Kızılay grubunun turuna katılmıştım, ama bu etkinliğe ilişkin tek kelime geçmemişti. İzmir'deki grup fersah fersah ileride zaten Türkiye'deki diğerlerine göre, ama Ankara'da da hiç olmazsa birilerinin haberdar olması, etkinliğin bir yerlerine sıkıştırması, molada bir sözünün geçmesi vs. çok güzel olurdu. Etkinliği doğal olarak, herhangi bir ekstra çaba göstermeden destekleyebilecek bir grup içerisinde EMW adının geçmemesi üzücü.

Şu an bisiklet odaklı düşündüğüm için biraz yanlı bir yazı oluyor, ancak belirtmeden geçmeyeyim; EMW, "bisiklet" odaklı bir hafta değil, bisikleti de kapsamakla birlikte, her türlü düşük tüketimli, sağlıklı, aktif hareketi de içeren bir hareket. Yani buna arabanın kontağını bir haftalığına (Özellikle de son günü, yani bu sene 22 Eylül'de) kapatıp toplu taşımayı tercih etmek de dahil, carpooling denen "araba paylaşma" (araba paylaşma tam olarak carpooling değil ama idare ediverin) da, yürümek de...


Bunun Tayyiplisini yapsak insanlar yanlarına birini almaya mı
yoksa yalnız yola çıkmaya mı çabalar acaba? Hmm...


Şuradan görebileceğiniz broşürle biraz daha net bilgi edinebilir, internet sitesini gezerek daha ayrıntılı fikir sahibi olabilirsiniz. Son olarak, bu broşürden hiç olmazsa "vatandaş olarak ne yapabilirim?" bölümünü çeviresim geldi;
"- Önemli toplu taşıma duraklarına/istasyonlarına veya işyerime yakın bir yerde oturabilirim.
- Kendi arabamdan başka, yürümek, bisiklet, toplu taşıma, carpooling veya araba paylaşma alternatiflerini kullanabilirim.
- Esnek çalışma saatleri veya evden çalışmayı talep edebilirim.
- Arabamı kullanmam gerektiğinde olabildiğince az yakıt tüketerek kullanıp neden olduğum emisyonu düşürebilir, hız kurallarına riayet edebilir, arabanın sağlıklı çalışıyor olmasını ve lastiklerin uygun derecede şişirilmiş olmasını sağlayabilirim.
- İşverimin bir "işyeri ulaşım planı" hazırlamasını talep edebilirim.
- Çocuklarım için en yakın okulu tercih edip, okula giden diğer çocuklarla birlikte ayaklı veya bisikletli otobüslere katılmalarını sağlayabilirim (ayaklı otobüsün ne olduğunu merak ettiyseniz şöyle buyrun).
- Çocuklarımın toplu taşımayla, ulaşım saatleriyle ve bağımsız ulaşımla aşina olmalarını sağlayabilirim.
- Sınırları dahilinde yaşıyor olduğum yerel yönetimin, bisikletliler, yayalar ve toplu taşıma için gerekli şeylerin yapılmasını desteklediğimi bilmesini sağlayabilirim."

Bu çevirdiğim metnin göze/kulağa fazla "Avrupai" geldiğinin farkındayım, ama yine de bize de uyanlar var neyse ki. İngilizce okurken bu kadar garip gelmiyor da, Türkçeye çevirince bir dank etti. Yarınki planım, Kızılay'a taşınıp, işe bisikletle gidip, bisikleti güvenlik açısından 4. kattaki ofisime park edip, işverenimden esnek çalışma saatleri veya evden çalışmayı teklif edip, diğer çalışanlar için işyeri ulaşım planı önerip, çocuklarımı da yalnız başına, şoföre emanet etmeden dolmuşa otobüse bindirip bir yere gönderdikten sonra, belediyeye gidip bisiklet yolu istemek. Sonra da ver elini Bakırköy...

Umutsuz olmamak lazım yine de yahu, bugün 1 tanesi uyuyorsa yarın 3 tanesi öbür gün 5 tanesi uyar bize. Yavaş yavaş... Acelemiz yok? Ben en azından kalan 2 günü bisikletimle geçirme niyetindeyim, varsa Ankara'dan katılmak isteyen, bekleriz efen'im... Yarın İstanbul Yolu, ertesi gün belki Ankara Üniversitesi Beşevler kampüsü, 23'ü akşamı Kızılay veya Çayyolu PAB turu. Oh, mis! 

20 Eylül 2010 Pazartesi

Ben Sana Gen. Yayın Yönetmeni Olamazsın Demedim

Dikkat: Aşağıdaki yazı yüksek dozda önyargı ve subjektif değerlendirme içerir.

Radikal, tiraj kaygısı, daha doğrusu genel maddi kaygılar sebebiyle yeniden yapılandı, başına Eyüp Can Sağlık getirildi İsmet Berkan'ın yerine. Açıkçası beni pek sevindiren bir gelişme değildi, ama para, benim gazeteyi internetten okumamdan daha geçerli bir faktör gazete sahibi için.

Neyse, Eyüp Can beye ısınma turlarında iken önce ilk ciddi hatasını yaptı. Tarhan Erdem'in, ki empirik olarak Türkiye'nin en iyi seçim tahmincisidir, seçim sonuçlarını yayınlamadı. Gerekçe? "Halk çok kutuplaştı bunu tetiklemeyelim." Bilimsel bir haberi, halkın kutuplaşma kaygısından aşağıda gören bir genel yayın yönetmeni istemem ben şahsen. Hem o anket sonuçları yayınlansa ne olacaktı ki? Nedir yani bu?

Kendisinin ikinci hatası, "Sen misin gerdek gecesi sevişmek isteyen" başlıklı şu haber sunumunu onaylaması oldu. Mantık şu ki, gerdek gecesi sevişmek adamın en doğal hakkıdır, bu yüzden tecavüz edebilir. Ben Radikal'i kaç zamandır okuyorum, bu tür bir yaklaşıma çok ender rastlamışımdır, ki sonrasında Berkan mutlaka bir şekilde özür dilemiştir.

Bugün kendisi köşe yazısında işini ne kadar ciddiye aldığını gösteren üöüncü bir hatayı da yapınca "Hele destur!" demek zorunda kaldım. Yazının link'i şu, altta da ekran görüntüsü var:
Fark ettiniz mi garipliği? Yazıdaki tespit, Artvin'in evet dediği varsayımıyla yapılıyor, lakin üstteki haritada Artvin açık bir şekilde kırmızıya boyanmış durumda, yani "hayır" demiş. Bu durumda, Arhavi hayır mı demiş, evet mi demiş, bölünme nasıl gerçekleşmiş, ya da yazar bölünme ile neyi kast etmiş hiçbir fikrimiz kalmıyor.

Ekleme: Bu yazıyı yazalı çok oldu ama blog'a asmayı unutmuşum. Bu şaşkınlık sürecinde Radikal bir bombaya daha imza attı. Başlık: Amcadan yeğene milli kazık. Neymiş? 13 yaşındaki yeğenini ilk cinsel deneyimi için geneleve götürmüş bir amca (ki çocuğun 13 yaşında olması sebebiyle, haberin esas odak noktası bu olmalı, cinsel istismar bu bir yerde), ama Radikal hayat kadınının transseksüel olmasına odaklanmayı tercih etmiş. Yani 13 yaşında çocuk geneleve gidip bir XX ile sevişse herşey normal olacak.

Evet sevgili Eyüp Can Sağlık, senin gazeteciliğini hiç sevemedim. Zaten eşinin romanlarını da sevememiştim.

14 Eylül 2010 Salı

Resimdeki gizli sorumluyu bulun


Radikal yine bir habercilik başarısına imza atmış. Ben de gerçekten (valla bak) merak ediyordum bu ponpon kızların neden/nasıl sahne almadığını, hemen tıkladım habere. açılan sayfada, sizin de yukarıda gördüğünüz 7 çift yanak ve 2 çift memeyle karşılaştım. Şaşırtıcı değil, evet. Buraya kadar her şey "normal". (Bu sefer gerçekten, konu ponpon kızlar olduğu için çok anormal değil, ponponları yadırgamadım ama sağdaki kızcağız pek ponpon değil.) Sonra haberi okudum ve kızların sahne alırken birden bire almadığını görüp bildiğim şeyi pekiştirmiş oldum (teşekkürler Radikal). Ardından, ikinci paragrafta da bulamadım sorumluyu. Bakıp duruyorum, hala yok? Federasyona bir ceza kesilmiş ama, sorumlu federasyon mu yani? Radikal, benim gibi algı güçlüğü çekenleri de düşün, lütfen...

Haberdeki sorumluyu bulana tam 1 meybuz!

p.s. O değil de, "Spor kategorisindeki galeri haberler"deki 1 hışımı bulana da bonus 1 meybuz daha! Kolalı...

Mağduriyet Mefhumu

Sezen Aksu oyunu "evet" olarak açıkladıktan sonra, yıllardır onun harikulade güzellikte şarkılarını dinleyip kendisini "kraliçe" mertebesine yükseltmiş olan Beyaz Türkler büyük bir şok yaşadılar. Çünkü Sezen Aksu İzmirliydi, aydınlık yüzdü vs. vs. Peki n'oldu bu hayalkırıklığının, "bizden değilmiş" şokunun neticesinde? Hiçbir şey. Yoğun bir eleştiriye maruz kaldı Aksu, o kadar. Aksu'nun maruz kaldığı eleştirinin misline o ilk ilk röportajı yüzünden Fazıl Say, "kafama sıkar giderim" demesi yüzünden Niran Ünsal vs. kaldı. Çok enteresan bir şey değil siyasi görüş açıklayan sanatçının eleştirilmesi. Peki bunu nasıl yansıttık? "Aksu'yu linç ediyorlar!" Kanıt? "Sezen Aksu sokağındaki tabelayı indirmişler!" Başka? "Sokağın ismi değişsin diye dilekçe vermişler!" Bu mu lan linç dediğiniz? O zaman şehir isimleri takır tukur değiştirilen, çocuklarına isim koyamayan Kürtler bu ülkede yıllardır linç ediliyor, niye kılınız kıpırdamadı? Densizlik bununla da sınırlı değil. marksist.org Sezen Aksu'ya yapılanı Ahmet Kaya'ya yapılan ile karşılaştırmış, muadil görmüş. Bir tarafta, üzerine çatal bıçak yağarken yanında onu savunacak bir Savaş Ay, Bir Mehmet Aslantuğ, birkaç da garson çocuk bulmuş, fiziksel linçin ucundan dönmüş, ertesinde tüm ülke medyasında kovulmaya çalışılmış, zibilyon tane iftiraya maruz bırakılmış Ahmet Kaya. Diğer tarafta, iktidar partisinin eylemini desteklemiş, buna tepki olarak da nüfusunun bulunduğu ildeki sokak tabelası aşağı alınmış Sezen Aksu. El insaf. Peki bunun esas sebebi ne? Kemalist olmayan muhafazakâr kesimin (genellemeyi mazur görün) hala daha "mağdur edebiyatı" oynama refleksinin olması. AKP'nin oylarını Ergenekon arttırdı, ordu arttırdı, HSYK arttırdı. Anayasa değişti artık, bu engellerin hiçbiri yok. Değişen AYM yapısıyla türban sorununa da çözüm bulunur yakında zaten. Eh, şimdi AKP'yi ne mağdur edecek? "Kürtlere evet demesinler diye baskı yapıyorlar!" (Güneydoğu'da görevlendirilen zilyon tane polis eminim halk oy kullansın diye hiçbir telkinde bulunmamıştır, evet) "Aksu'yu linç ediyorlar!" Kala kala bunlar kaldı. Bu gidişle yeni yeni mağduriyet söylemleri gelişecek önümüzdeki günlerde. Bardağın dolu tarafından bakarsak, ülkenin kollektif yaratıcı zekası için çok olumlu bir gelişme bu.