2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

25 Haziran 2010 Cuma

Tırlatma Eşiği

Memleketçe kafayı yemişiz, artık bu net. Bunu dememin sebebi şu fotoğraf:
Şu fotoğrafı bile eleştiri malzemesi, politika malzemesi yapabildik.
Neymiş? "Her yerde sözde dik duran Erdoğan siperde dik duramamış." Yanında Genelkurmay Başkanı çömelik dururken, bu fotoğraftan sadece Erdoğan'a laf atmayı başarabilen, algıda seçiciliği doruğa çıkaran adamlar var. Erdoğan ayakta dursa bu sefer "kendini askerden büyük görüyor!" falan derlerdi herhalde.
Neymiş? "Bir Genelkurmay Başkanı siperde çömelmez!"miş. Bunu bir de Atatürk resmi ile karşılaştıranlar var. Sıcak ve sürekli bir Dünya Savaşı ile, siperdeki moral ziyaretini karşılaştıranlar var. Yahu burası sınır, sniper dolu, bu sıcak savaş değil!
Neymiş? "Orada icabında şehit olunur, ama askere böyle korkaklık aşılanmazmış." Yani senin gözünde PKK'nın başbakanı ya da Genelkurmay Başkanı'nı keklik gibi avlaması, oradaki iki adet nöbetçi erin moralinden daha mı önemli? Hiç mi politika bilmiyorsunuz, yoksa aptal taklidi mi yapıyorsunuz?
1920'lerden çıkın artık ahali! 2010'a gelin bir zahmet. Zaman farklı, koşullar farklı... Bırakın bu hamaseti, bırakın bu koftiliği!
Adam gibi muhalefet etmeyi beceremeyecekseniz de kapatın çenenizi, sizi adam sanalım. Bize de gölge etmeyin.

23 Haziran 2010 Çarşamba

İktisatçı

Ege Cansen bir yazı yazmış, alıntılıyorum (bold kısım benim düzenlememdir):
1. Başbakan R.T.Erdoğan, adı sonradan demokratik olan Kürt Açılımının maksadını “analar ağlamasın” diye ortaya koymuştu. Bu ifadeden çıkan ilk mantıksal sonuç, “analarımız ağlamasaydı, bizim bu açılımı yapmaya niyetimiz yoktu” olur. 2. Bu durumda açılımı zorlayanlar da “gördünüz mü, biz bunların analarını iyi ki ağlatmışız, yoksa açılım olmayacaktı” diye düşünür. 3. İleride başvuracakları taktikleri de şöyle saptarlar. Eğer açılım süreci aksarsa, açılımı tekrar rayına oturtmak için bunların analarını yine ağlatmak gerekecektir. Çünkü bunlar başka bir dilden anlamıyor. Ancak anaları ağlayınca akıllarına açılım geliyor. 4. Dolayısıyla “ne olursa olsun, ne yapılacaksa yapılsın, tek şu akan kan dursun, analar babalar artık ağlamasın” demek, PKK’nın taleplerini T.C. kabul etsin demektir. Bu sözlerin başka hiçbir anlamı yoktur. Bir süredir askıya alınan açılım girişimlerinden sonra, son günlerde tekrar tırmanışa geçen terörist (dehşete düşürme yoluyla karşı tarafı razı etme) eylemlerinin iktisatçı bakışıyla açıklaması budur.
Şu yazıdan sonra memlekette kimsenin "İktisatçıları yeterince ciddiye almıyorlar!" diye ağlamaya hakkı yoktur.

18 Haziran 2010 Cuma

Kısa Kısa - 18 Haziran 2010

1. Kürt açılımını kapatmıştık zaten de en son noktayı koymamıştık, o da olmuş. Davet üzerine Kandil Dağı'ndan inen ex-teröristlerin 8'ine "terör örgütü üyesi olmak" suçuyla dava açılmış ve tutuklanmışlar. Diğerlerine de ayıp olmasın diye "terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek" (hani şu istediğiniz herkesi PKK'lı gibi yargılayabildiğiniz madde) suçlaması yöneltilmiş.
Bence bu süper bir taktik. Herkesi böyle dağdan çağırıp sonra "töröristsin sen" diye tutuklarsan, 1 yıla PKK biter abicim. Helal olsun yetkililere.
2. Melih Gökçek gülüşünü bilirsiniz değil mi? Müjdemi isterim, artık Ankaranızın simgesi de o. Ama şirinlik olsun diye "kedi" maskesi altında satıyorlar. Biz de yedik.
<- Nasıl da sinsi sinsi bakıyor... Bir gözü kalk gidelim derken öbür gözü b.k yeme otur diyor. Dostum bu tam Gökçek işte!
3. Bir vatandaşımızın kulak zarında yırtılma/delinme varmış. O ne yapmış peki? Kulağıyla balon şişirmeye başlamış.
Haberden iki ifade var ki, bence her Türkiye gencinin düstur belirlemesi gerek kendine.
a) "hem de kulakla balon şişirme yeteneğini keşfettiğini söyledi." Abi sorması ayıp da, nasıl keşfettin? Bir gün birisi yanlışlıkla kulağına balon dayadı da sen nefes aldın falan mı? Niye kulağyla balon şişirebildiğini keşfeder ki bir insan?
b) "Çok şükür böyle bir yeteneğimi keşfettim, ama ileride sağlık durumumu nasıl etkiler bilmiyorum." Yani kulağımla balon şişirebilmem, sağlığımla ilgili risk almaya değer diyor abimiz. Helal, işte cesaret budur!
4. Berhan Şimşek ile Gürsel Tekin acayip benzemiyorlar mı yahu? "CHP'li röfleli saçlı orta yaşlı kadın" stereotipinden sonra bir de bu mu çıktı başımıza şimdi?
5. Memleketin YÖK konusundaki ikiyüzlülüğü, benim sinirimi bozan şeylerden birisidir. 80'lerde YÖK'ten şikayet eden solcu abiler, 90'larda birden en ateşli YÖK savunucusu olmuşlardı. 90'larda hala daha YÖK'ten şikayet ediyor olan muhafazakâr abiler ise 2000'lerde YÖK'ün en ateşli savunucusu oldular. Kimsenin umurunda değil üniversitelerin özerkliği, üniversiteler yüksek lise olmuş, iktidar mücadelesi ve kadrolaşma merkeziymiş, peeh.
İşte bu konuyu irdelemek üzere Dicle Üniversitesi İzleme Komisyonu oluşturulmuş ve bir de yazı kaleme almışlar, buyrun okuyun.
Biz ise her zamanki gibi tekrar edelim: YÖK, üniversiteler arasında sadece eşgüdüm sağlayan bir kurum olmalı, üstün yetkilerinden bir an evvel arındırılmalıdır. Tabii kimse sallamayacak ama o ayrı.
6. Ahmet İnsel, Tayyip Erdoğan'ın "mutlak doğru"larını eleştiren harika bir yazı kaleme almış. Partizan samimiyetsizliğinde nefes almaktan sıkıldıysanız, onu da buradan buyrun okuyun.

17 Haziran 2010 Perşembe

Arna'nın Sefası, Azat'ın Cefası

Bu haftasonu infial yaratacak potansiyele sahip iki yazı okudum. Birincisi, Sibel Arna'dan "insan da olsa, dadı dadıdır" temalı bir dırdır, ikincisi ise Yıldırım Türker'den, etnik kimliği sebebiyle türlü işkenceye -hem fiziksel, hem de psikolojik- maruz kalan Azat'ın çilesi. Benim tepkim, ilk yazıya sanki kadın dünyayı yakmış gibi gösterilen tepkinin yanında, Azat'ın hikayesinin istatistik haline geliyor olması. Tabii ki ikisi aynı kulvarda koşan olaylar değil, lakin Arna'ya insanlık suçu işlemişçesine tepki verilirken, esas insanlık suçunun kıyıda köşede kalması rahatsızlık verici. Arna'dan başlayalım. Kendisi burjuva sınıfının gururlu bir üyesi olarak çıktıkları mavi yolculuğu anlatırken, dadısının kendisine çıkardığı zorluklardan şunun gibi ifadelerle bahsetmiş: "Tekneye binince, Göcek, Rodos, Simi gezince ona bir şeyler oldu. Resmen aklı uçtu. Yoksa neden Rüzgar’a tarhana çorbası yapalım dediğimde yayla çorbası pişirsin?" "O da insan. Evet denizi görünce giresi geliyor, seni bikinili görünce onun da canı sere serpe uzanmak istiyor. Eminim kamaradaki aynaya her baktığında acaba yüzüm yanmış mı diye kontrol ediyor." "Arkadaşım Tülin’in bakıcısının Antalya’daki tatil köyünde bir saat ortadan kaybolmasına, işini gücünü bırakıp gidip göbek dansı kursu almasına kaç puan verirsiniz? Kardeşim dadı mısın, dansöz mü?" Şimdi bu cümleleri savunmanın hiçbir yolu yordamı olamaz, lakin gösterilen şaşkınlığı anlamlandıramıyorum. Öncelikle bir soruya cevap vermemiz lazım: Biz Arna'nın bu cümleleri bir gazetede yazmış olmasına mı tepkiliyiz, yoksa böyle şeyler düşünmesine mi? Eğer tepki sadece yazmış olmasına ise, orada gizliden gizliye bir sindirme söz konusu. Çünkü azıcık kafamızı çalıştırdığımızda hepimiz biliyor ve fark ediyoruz ki, kapitalist sistemdeki bir işveren edasıyla bu cümleleri kurması hiç de garip değil. Düşünün, Arna Hürriyet'in business ekinde yazıyor olsun ve şu cümleleri sarf etsin: "İşçilerin bazen sorumluluklarını unutup kaytardıkları da bir gerçek. Onlar da insan, tabii iş koşullarında arada kendilerini düşünüyorlar, ama sen çalışmak zorundasın değil mi? Makineyi stand-by'a almak ile tamamen kapatmak arasındaki farkı nasıl bilemezsin? Biraz güleryüz gösterince hemen yüz göz olunmamalı..." Bu cümleler bu kadar infial yaratır mıydı? "Burjuva patron" der geçerdik herhalde. Sibel Arna'nın farkı ne? Bu dünya düzeninde, üstteki sınıflar altındaki sınıflara azamiyetle küçümseyici gözle bakarlar. Sibel Arna'nın densizliği, bu düşündüklerini böyle paldır küldür yazması. Lakin ifadelerini biraz daha usturuplu dillendirseydi bu kadar büyük sorun olmazdı. Çünkü bu yazının temeline olan itiraz, daha büyük resme dair olmak zorunda, ve interneti genellikle kullanan orta sınıfa bu kadar eleştiri büyük gelir. Özellikle de bu sınıfın hassasiyetleri İsrail - Türkiye geriliminde politik neden - insani duygular arasında gidip geldikten sonra, Sibel Arna aranan kan olmuştur bu kesim için.
* * *
Gelelim Azat'a. 1.5 yaşında bebekken işkence gören, annesi haksız bir suçlama ile yıllarca hapiste süründürülen, yasalara aykırı bir şekilde annesinin yanında değil de Çocuk Esirgeme Kurumu'nda büyüyen, tam uzun süre sonra kavuşmalarına karşın yeniden yolları ayrı bırakılan Azat ve annesinin dramatik hikayesini, popüler medyadaki en insan kalem Yıldırım Türker çok güzel anlattı. Anlattı ama kime? Mesela ekşisözlük kullanıcı kitlesinin Sibel Arna'ya gösterdikleri reaksiyonun, o "ne biçim insan bu?" diye sivrilen dillerin (hakkında 500'e yakın entry var) Azat'a yansıması 10 entry ile oldu. Bir yanda, burjuva toplumunun hakim düşüncesini fütursuzca dile getirmiş bir Hürriyet yazarı (bu gazeteden ne bekliyordunuz ki?), diğer yanda bizzat devlet mekanizmasınca yetim bırakılacak olan, hayata tutunmaya çalışan bir çocuğun dramı. Sizce hangisi daha ayıp, hangisi daha insana dair?

14 Haziran 2010 Pazartesi

Komünal'den Notlar #2: Ahmet Davutoğlu ve Dış Politika

Komünal İşkembe yazarlarının buraya yazmadıkları zamanda yaptıklarından bir demet sunmuştuk geçmişte. Bu da onun devamı olsun. Blog yazışmalarından ufak bir parçayı, küçük düzenleme/düzeltmelerle bloga koymak istedik. Düzeltmeler miniskül çapta olacaktır. Amaç ciddi olduğu kadar, kullanılan argo (samimi) dili de koruyarak, “nitelikli geyik” yapıyormuş havası katmaktır. Son dönemde yaşanan gelişmelerden etkilenerek, Baskın Oran’ın Radikal 2’de yazdığı bir yazıdan hareketle Ahmet Davutoğlu’nu tartıştık. natura horror vacui: Son dönemde çok tartışılan Türk dış politikası ve Ahmet Davutoğlu üzerine Baskın Oran geçen pazar (sonradan eklenen not: aslında birkaç pazar önce yazılmış) bir yazı yazmış. Eşek olduğum için yeni okudum. shelbyl: Ben eşek olmadığımdan o yazıyı çok önce okumuştum :) Baskin Hoca'nın analizi, bir gazete yazısı için inanılmaz sadelik ve doğrudanlıkta. Yani o analizi sayfalarca da yapabilirsin, bu haliyle kusur da bulunur; ama ana fikri çok iyi vermiş. Geçen gün "tarım olmadan nasıl kalkınırız" romantiklerine laf atarken biraz da bu yazıdan esinlenmiştim. (Bunun benzerini bir hafta önce/sonra da yazdı bu arada) Hâlâ daha Turkiye'yi ABD, Rusya falan gibi hayal eden ülkeler var. Birader, senin ne yüzölçümün, ne nüfusun o işe yeter. 2+2=4. Almanya, Fransa ne ise; Türkiye de o olur. Ayağını uzatırken yorganını terziye diktirmelisin (Kamer Genç kaçtı lan içime.) cagatto: Ben aslında Baskın Oran'ın bazı dediklerine katılmıyorum. Analizinde de bazı eksikler ve sapmalar var. Davutoğlu'nu ben de beğeniyorum bakan olarak ve bugüne kadar gelmiş dış işleri bakanları içinde özel bir yeri olduğunu kabul ediyorum, ama sadece Türkiye Cumhuriyeti değil Osmanlı'nın bile en büyük dış işleri bakanı demek biraz fanatikçe. Şimdi kalkıp Fatih Sultan Mehmet'in dış işleri bakanı ile Davutoğlu'nu mu karşılaştıralım yani? Karşılaştırmak bir yana, Türk tarihi açısından o kadar muhteşem bir rol üstlenip görevini de mükemmel bir şekilde icra ettiğini düşünmüyorum kendisinin. Baskın Oran'ın anlattığı şekilde kendi düşünce tarzı çerçevesinde sistemli bir dış politika oluşturmak elbette ki takdire şayan, ancak bunu sadece Davutoğlu yapmış ve ondan önce kimse sallamamış bu rolü diye sunmak yanıltıcı. “Türkiye'nin sadece yüzde 3’ü Avrupa'da” diyerek batıcı yaklaşımı eleştirmeye çalışmak da bence çok zayıf. Japonya'ya özensek batici olmuyor muyuz yani? Ya da kapitalizmi kendi istediği gibi, çıkarları doğrultusunda yorumlayan Çin'i izlesek? Batı’nın en büyük iki aktörü Avrupa ve Amerika bile birçok konuda devlet sistemlerini ayrıştırmışken hep batıcı olmak ne demek? İsrail'in Avrupa'da toprağı olmamasına karşın neden hep Avrupa'da sayılır? Ben Davutoğlu'nun öyle muhteşem bir şey başardığını görmedim. Görevi sırasında Yorgo Papandreu ile kişisel ilişkilerini de kullanıp son dönemde Yunanistan ile sorunsuz bir dönem geçirmemizin ana sebebi olan İsmail Cem bence bu ülke için çok daha önemlidir. Baskın Oran'ın kendisinin de dediği gibi “komşularla sıfır sorun” yeni bir politika değildir, Atatürk'e uzanmakta ve onun imzaladığı anlaşmalarda da vardır. En büyük düşmanımız olarak söylenen Yunanistan'la bugün sorun yoksa Davutoğlu'na mi borçluyuz? “Komşularla sıfır sorun” demek, “İran'la sıfır sorun” demek değildir, ama AKP yönetimi böyle algılıyor bence. Ermenistan ile ilgili sürekli devletin girişimleri vardı, Türkeş'in bile zamanında girişimi vardı, AB'nin falan zorlamasıyla protokol imzalayıp sonra altından bir şey çıkmaması bence “komşularla sıfır sorun” politikasının pek de işlemediğini gösteriyor. Suriye ile olan sorunların çoğu Davutoğlu'ndan önce çözülmüştü. Irak'la sorunlar mecburen PKK çerçevesi içinde ele alınıyor. Ayrıca komşularımız illa sınırımızdaki adamlar mı? Bence Türkiye'nin İsrail ile ya da Azerbaycan ile komşuluğu Suriye ile komşuluğundan çok daha önemlidir. Ayrıca yazıdaki analizin çok kaba gözlüklerle yapıldığına inanıyorum. Baskın Oran diyor ki: “ ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur’ geri zekâlılığından ‘Komşularla Sıfır Sorun’a geçerek paranoyadan sıyrılmak, bu sayede de, kendisini “müseccel problemli” olarak sınıflandırmış bir Batı’nın karşısına yepyeni bir kimlikle çıkmak nedir, bir düşünün. " Bu bence çok isabetsiz. Bundan önceki dış ilişkiler çalışanları ‘Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur’ politikasında mı hareket ediyordu allah aşkına? Bir iki tane geçmişten fantezi örneği verilerek “bakın, önceden herkes ırkçı rüyalar peşindeydi, şimdi çok dengeli politika izliyoruz” demek büyük haksızlık. Ayrıca Türkiye'nin yeni kimliği nedir şu an? Baskın Oran gerçekten köprü olacağımızı şimdi düşünüyor, ancak Hamas'ı ve El Kaide'yi terör örgütü kabul etmeyip (bir AKP milletvekili öyle diyor), kimi kime bağlıyoruz anlamadım. Son olarak dış politikamızın içeride nasıl çoğulculuğa götürdüğünü anlayamadım. Her sene bir papaz öldürülüyor bu ülkede, oy kaygısıyla apaçık Yahudi düşmanlığı yapılıyor, ondan sonra dış politikamız çoğulcu oluyor. Türkiye'nin Filistin'e verdiği destek nasıl çokkültürlülüğe yönlendiriyor bizi, bunu görmek çok zor. Sürekli medeniyetler buluşması diye nutuk atıp ondan sonra sadece Filistin'deki Arap Müslümanların yanında durmak, sürekli İsrail düşmanlığı yapmak, sıfır sorunumuz olan İran'da ölen gazeteci ve sivillere ses çıkarmamak nasıl bir politikadır? Sonuç olarak kişisel görüşüm Davutoğlu'nun elbette sıradışı ve bulunduğu ortamda başarılı bir bakan olduğu. Ancak Baskın Oran'in abarttığını ve çok partizan konuştuğunu düşünüyorum. Davutoğlu'nu eleştirirken de “ama o da onun sorunu değil, hükümetin politikası” demek çok saçma. Dış işleri bakanı hükümet politikasını icra etmekle yükümlü bir devlet memuru mudur sadece? shelbyl: Cagatto’nun söyledikleri yazının kendi içinde mükemmel eleştiriler, ve hepsi gavur tabiriyle "right on". Ama şu var, Baskın Hoca, hükümeti ve Davutoğlu'nu Ermeni sorunu konusunda ciddi şekilde eleştirmişti zaten geçmişte. Bir de bu yazıyı İsrail krizi çıkmadan yazmıştı, şimdi sorsak görüşlerini revize etmiştir muhtemelen. Ben Baskın Hoca'nın söylediklerini daha yumuşatıp derim ki: Davutoğlu bu ülkeye İsmail Cem'den sonra gelmiş en kalifiye dış işleri bakanıdır. Hoca o giriş cümlesinde fazlasıyla gaza gelmiş. Bu arada Cagattocuğum (sonradan eklenen not: gerçek isimleri, mahlaslarla değiştirip samimiyet ekleyince komik oluyormuş lan), eğer dilersen eleştirilerini ileteyim hocaya? Cagatto: Shelbylcim, dediğin gibi önceden Baskın Oran protokoller konusunda eleştirilerini köşesinde yazmıştır, ben kaçırmışım. Son bir senedir köşe yazılarını pek okuyamıyorum, ama Ankara'da olduğum sürede bir iki şey kapmaya çalıştım. Hoca bu eleştirileri eminim başkalarından da duymuştur, köşesinde böyle bir yazı ile bence Davutoğlu'na çok güzel destekte bulunmuş. Ki bence desteklenmesi de lazım. Dediğin gibi bu yazı İsrail krizi öncesinde yazılmış. Aslında ben de Davutoğlu'nun çabalarının bu kriz esnasında büyük kayba uğradığını düşünüyorum, çünkü İngilizce açıklamalarını dinlediğim kadarıyla da Davutoğlu gayet anlaşılır bir şekilde bu krizi idare etti, ancak Tayyip Erdoğan'ın içerideki konuşmaları Davutoğlu'nun son bir senede özel bir konuma getirdiği Türkiye imajını zedeledi. Son birkaç gündür bati medyasında çıkan yazılar bu yönde. Shelbyl: Gene kesinlikle katılıyorum sana. Oğlum sen ne desen katılıyorum ben sana ya, ne yapacağız böyle? Everfever: Bir hatırlatma açısından İsmail Cem'in Dış İşleri Bakanlığı yıllarındaki başarılarının bir listesini, özetini veya öyküsünü bulabileceğimiz bir kaynak var mıdır? Ben kendisinin çok popüler olduğunun dışında pek bir şey hatırlamıyorum da, o yüzden sordum. Shelbyl: Abi Yunanistan? Everfever: Kardak krizini mi çözmüştü? Oğlum ben yaşlandım, hafıza filan kalmadı. Shelbyl: Ya Yorgo ile kankaydı bunlar işte, sorun morun kalmadı. Abi 90'li yıllarda her gün Yunanistan ile savaş çıkacak diye beklerdik yahu? Sen hakikaten yaşlanmışsın. :) natura horror vacui: Çok az vaktim var, birazdan işten çıkıp servise yetişeceğim (Sonradan eklenen not: Yazar servisi kaçırırsa akşam trafiğinde boku yiyebileceğini ima ediyor. Altmetin: Eve ulaşmam Türk Dış Politikasından daha önemli).Cagatto’nun eleştirilerinin çoğuna katılıyorum, ama karşı çıktıklarım var. Uzun uzun yazacağım eve gidince. Şunu söylemek istedim: İsmail Cem çok saygın bir dış işleri bakanıydı, iyi bir devlet adamıydı ama yeni bir şey sunmadı. Yunanistan'la yakınlaşma bile aslında -90’ların gergin ortamına rağmen- uzun süredir amaçlanan ama nihayete ermeyen bir şeydi. Cem döneminde bu kadar başarılı olunmasında, Apo'nun yakalanması sonrası, Kenya'daki Yunanistan Büyükelçiliği'nde saklandığının ortaya çıkmasıyla, Yunanistan'daki kimi siyasetçilerin istifası başrol oynadı. Yunanistan'la yakınlaşma mevcut konjonktürün getirdiği bir şeydi. And Yorgo and İsmail happened to be present. Onun dışında Türkiye'nin aslında DP döneminden beri izlediği politika güçlendirildi. Hatta Pro-American itibarımız daha da güçlendi. AB'ye entegrasyonun da yeni bir amaç olmadığı aşikar. İlerleme kaydedildi ama yoldan çıkılmadı, yeni bir yol denenmedi, tali yollar aranmadı... İsmail Cem sağlamcı oynadı, risk almadı. Shelbyl: Natura'm, İsmail Cem zaten Abdurrahman Çelebi'dir. Bu ülke konjonktürü dahi yürütemeyen birçok dış işleri bakanı gördü, adam "respectable" bir şekilde salındı dış semalarda. Sağlamcı oynamasını bir eksiklik olarak görmüyorum, ve hatta o koşullarda mantıklı bir hareket olarak düşünüyorum. Everfever: İki NATO üyesi ülke arasında savaş çıkması? Lan ben mi hayal aleminde yaşıyordum o zamanlar, yoksa millet mi paranoyağa bağlamıştı? Evet, o dönemler (o dönem dediğim aslında çok uzun bir dönem) iki ülke arasında sürekli sidik yarıştırmalar, it dalaşları vs. vuku bulmaktaydı. Demirel'in gerine gerine "Ege bir Yunan gölü değildir. Türk gölü de değildir. Nihayetinde Ege göl değildir" diyerek kriz önlediği, saçma sapan, bir kaşık suda fırtına koparılan, Kardak krizi gibi saçmalıkların yaşandığı bir dönemdi. Natura’nınn dediklerini de göz önüne alınca İsmail Cem'in Ahmet Davutoğlu'ndan daha iyi bir Dış İşleri Bakanı olduğunu ima etmek haksızlık gibi geliyor. Hatta İsmail Cem olayı bana şu anda okuduklarım ve hatırladıklarımla "Some people have greatness thrust upon them" vecizesini hatırlatıyor (Evet bazı şeyleri hatırlayabiliyorum). Elbette İsmail Cem dönemi hakkında biraz daha fazla okuma yaparak bir kanıya varmam şart. shelbyl: Kardak krizini ben mi çıkardım oğlum? Kıbrıs'ta savaş çıkmadı mı fiilen? Yunanistan NATO'dan askerlerini çekmedi mi birkaç yıllığına Kıbrıs olayı patlak verince? O gerginlikler havadan sudan olaylar mıydı yani? Bir de algı meselesi var her şeyden önemlisi. Bu ülkede Yunan algısını değiştirdi Ismail Cem donemi. Yarın öbür gün Ermeni ve Yahudi algısı da olumluya evrilirse, o zaman da Davutoğlu'nu anar 30 yıl sonrakiler. Bu arada ben “İsmail Cem Davutoğlu'ndan iyidir” demedim. "Cem'den sonra gelmiş en kalifiye adamdır" dedim. Bu illa Cem Davutoğlu'ndan daha iyi demek değil, ikisini de önemli atfetmek sadece. Bu arada Davutoğlu'nun planı müthiş, ona lafım yok da, kendisinin hangi icraatını görebildik ki? Ermenistan protokolleri patladı, İsrail olayında sular bir o yana bir bu yana akıyor. Ancak vizeler kaldırıldı şu ana kadar, somut başarı odur. cagatto: Benim de amacım Ismail Cem daha iyidir demek değildi, belki yanlış anlaşıldı. Nitekim bu biraz da şu politikacı daha iyiydi gibi, biraz da ideolojik bir tartışma olabilir, yani gayet zor kesin bir şey diyebilmek. Yani ben Colin Powell mı iyiydi, yoksa Condoleeza Rice mı diye sorsam başka düşünceler de işin içine girecektir. Demek istediğim yazının Davutoğlu'nu biraz abartmış olması, bence ne Türkiye için çok büyük bir gömlek, ne de kendi mirasını bırakacak bir şey yapmış durumda şu an. Bu açıdan Burak'ın dediklerine katılıyorum. Yani Davutoğlu'nun yapmak istediklerinin çoğunu ben de desteklerim ancak şu ana kadar henüz bir şey yapmadı açıkçası (bana biraz Obama'yı hatırlatıyor bu yönden). İsmail Cem'i örnek vermemin sebebi konjonktürel sebeplerden ötürü de olsa kendisinin açık ve ısrarcı bir şekilde Yunanistan ile yakınlaşma politikası izlediği ve benim aklımda Yunanistan ile arkadaşça ilişkiler geliştirmemizin mimarı olarak kalmasıdır. Bunun dışında wikipedia'nın dediği şu (sonradan eklenen not: çevirmek zor geldi :)):
He negotiated candidate status for Turkey's bid to join the European Union as foreign minister.[1]He was largely credited with Turkey's declaration as a full member candidate during the Helsinki summit, after much negotiation with the E.U. and a night trip by E.U. foreign policy chief Javier Solana and the then E.U. Commissioner Verheugen to Ankara to iron out the last details. Cem and his Greek counterpart George Papandreou worked to improve Turkish-Greek relations.[1]It is during Cem's tenure as foreign minister that a confident, albeit a step-by-step approach was taken towards a rapprochement between Turkey and Greece. The relations were actually at an all time low after the Ocalan affair, whereby Greek Foreign Minister Pangalos and some officials of the Greek Foreign Ministry were involved in hiding terrorist organization PKK leader prior to his arrest by the Turkish police. Cem and Papandreou picked up the historically hostile relationships initially starting with some confidence measures.
İsmail Cem'in halk içindeki şu anki sevilirliği de muhtemelen kanser ile savaşıp sonra hayatını kaybetmesi. Wikipedia'nın yazdıklarına bakarsak İsmail Cem'in yeni bir şey önermediğini görüyoruz, ancak Türk dış islerinin senelerce süren mesela AB üyeliği konusunda çabalarını sonuçlandıran o (bir nevi). Benim tepkim Baskın Oran'ın biraz çok genele kaçan analiziydi. Ismail Cem örneği de Türk dış işlerinin “Türk’ün Turk’ten başka dostu yoktur” geri zekalılığını önceden göstermediğini anlatmak içindir. Öyle bir mantalite önceki dış işleri yönetimlerinde ne kadar varsa şimdi de vardır, çünkü bir devletin dış ilişkilerinin genel hatları iktidarlara bağlı değildir. Davutoğlu ile bire bir kıyaslamak o yüzden pek bir şey kazandırmaz. Çünkü elbette ki bir dış işleri bakanı konjonktüre uygun hareket etmek zorunda. Şu an Davutoğlu'nun yeni bir şey getirdiği ya da önerdiği bana açıkçası görünmüyor. En azından Baskın Oran'ın söyledikleri doğrultusunda Türk dış işlerinin yepyeni bir konseptle falan ortaya çıktığı yok, sadece mevcut iktidarın tercihleri ve konjonktürel gelişmelerden ötürü yeni Osmanlı tipinden bence saçma tartışmalar var. (Çok kültürlülük, çeşitlilik gibi cici sözler söyleyip Alevi vatandaşlara destek olmayan, sırf o kökenden olduğu için Kılıçdaroğlu’na “ ‘candaş’ medya desteği var” diyebilen bir başbakandan ne tür bir çok kültürlülük bekleyebiliriz?) Son iki üç senedir açıkçası Türkiye'de hiç kimsenin AB'yi iplediğini düşünmüyorum, ilk döneminde “AB'ye üye yaptık” havasıyla etrafta dolaşan ve Ankara'nın her yerine AB bayrağı diken AKP iktidarı da AB'den umudunu kesmiş durumda. Avrupa'da son seçimlere de bakarsanız sosyal demokratlar yerine bolca hristiyan demokratların ve muhafazakar kesimin yönetimi eline geçirdiğini görürsünüz, ki bunun sonucu Türkiye'nin Avrupa hayalinin suya düşeceğininçok güçlü sinyallerini vermiştir. Avrupa'dan ümidi Türkiye de kesince mecburen Rusya'ya, İran'a falan yaranıp ondan sonra “biz köprü oluyoruz” demek bana tatmin edici gelmiyor. Ayrıca her seferinde “biz Amerika'ya, IMF'ye bağımlı değiliz, artik özgürüz, kendi politikamızı üretiyoruz” deyip ondan sonra IMF ile anlaşma yapmadan ekonomik program yapamamak ya da Obama ile telefonda görüşmeden bir açıklama yapamamak (bkz. son İsrail krizi) bence yönetimin inandırıcılığını yitirdiği yerler. Dün Radikal'de Yıldırım Türker'in yazdığı gibi İsrail'e “katil katil” diye bağırıp halen o ülkeden sürekli silah almak nasıl bir tezattır? Baskın Oran'ın bize övdüğü Davutoğlu'nun yönetimindeki Dış işleri ümit milli takımın İsrail'deki hazırlık maçını iptal etmesinden başka ne yaptı ki? BM'de yazılan kararı bile yanlış cevirdiler içeride rezil olmamak için. BM İsrail'i kınamadı elbette ki, sadece metinde “BM 10 kişiden fazla sivillerin öldüğü olayları kınar” dendi İngilizce, ancak bizim Türkçe'ye dış işleri 10 kişiyi silerek çevirdi. Bu mudur yani? Önceden dediğim gibi, ben de Davutoğlu'nu çok beğeniyorum ve desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum, ancak körü körüne bir kişiye ya da kuruma destek vermek sağlıklı değil. aksine böyle yaklaşımların son senelerde olduğu gibi halkı daha partizan hale getirip kutuplaştırdığını düşünüyorum. Tayyip Erdogan'ın hem iç işlerinde, hem dış işlerinde izlediği “bizden olmayan ölsün” politikası da bana feci şekilde Bush'un aynı politikasını hatırlatıyor. Eren: Cagatto’nun Türkiye dış politikası hakkındaki analizi gayet başarılı bence. Özellikle AB ve BM kararı ile ilgili kısma katılmamak mümkün değil. Sadece Ortadoğu ile Batı arasında köprü muhabbetinin AB'ye üyelik sürecinde rol oynayan diğer maddelerde yerimizde saymaya son verdiğimiz takdirde Türkiye'nin AB'ye üyelik şansına olumlu katkı yapabileceğini düşünüyorum. Yani sadece içi boş bir söylem olarak görmüyorum. natura horror vacui: Kaldığım yerden devam edeyim. Öncelikle Shelbylcim, sen de takdir edersin ki izlenen yeni politikanın sonuçları bir anda değil, uzun vadede görülecektir. Şu an itibariyle yeni yeni temelleri atılıyor. Yalnız Davutoğlu'nun planı çok riskli. Bugün ekşi sözlükte birisi yazmış "ya bölgede gerçekten barışı sağlayacak bu adam, ya da 3. dünya savaşı'na sebep olacak" diye. Sonuna kadar katılıyorum. O kadar keskin hatları olan bir politika öneriyor ki, Türkiye gerçekten de bölgenin her anlamda en güçlü ülkesi konumuna gelebilir, ama aynı zamanda dımdızlak da kalabilir. Cagatto'ya şu konuda karşı çıkıyorum, Eren'in de dediği gibi AB'den uzaklaşma bir sırt çevirmeden ziyade farklı bir yoldan gitmeyi ifade ediyor benim için. AB'den umut kesmekten ziyade, süreci hızlandırmak için yapılmış gibi görünüyor. Davutoğlu'nun bölgenin lideri olmaya oynadığı açık. Bunu başarabilirse -orta ve uzun vadede-, AB'nin Türkiye'yi karşısına almak yerine, yanına almayı tercih edeceğini düşünüyor. Ben de ona katılmıyor değilim. Ancak bunun oluşmasında Eren'in dediğinin önemi büyük: yerimizde saymaya son vermemiz lazım. Bir de Cagatto’nun ilk yazdığı eleştirilerde birkaç düzeltme yapalım. Yanlış hatırlamıyorsam El Kaide için "ben onu terör örgütü olarak görmüyorum" denmedi. Söz konusu olan Hamas'tır. Bu da tartışmalı bir mevzudur benim gözümde. Şimdi askeri kanadı olan İzzeddin El-Kassam Tugayları'na değil de, Hamas'a komple terör örgütü demek beraberinde şunu getirir: PKK terör örgütüdür, dolayısıyla fiilen onun siyasi kanadı olan BDP de öyledir. Zamanında IRA terör örgütü olarak tanımlanmıştır, dolayısıyla Sinn Fein de terör örgütüdür. Dediğim gibi, bu konu tehlikeli bir bölge. "Hamas'ı terör örgütü olarak görmüyorum" demek bence de yanlıştır. Ancak halkın oyuyla başa geçmiş bir hükümeti meşru saymamak da aynı derecede yanlıştır Son Gazze olayları ve BM tutumu konusunda şu kadarını söyleyebilirim, her ne kadar BM İsrail'i kınamamış olsa da, Türkiye'nin eli ileri derecede güçlenmiş durumda. İsrail'in üzerindeki Gazze ablukasıyla ilgili baskının da doğru bir politikayla günbegün artacağını düşünüyorum. Hazır BM'den söz etmişken İran'a yaptırımlar konusundaki uygulamayla ilgili de birkaç şey söylemek lazım. Son dönemde benim gördüğüm en önemli olaylardan biridir o oylama. Her ne kadar 12 oyla kabul edilmiş olsa da, Türkiye'nin uzun yıllardır izlediği pısırık politikadan sıyrıldığını gösteriyor benim için verdiği red oyu. Daha da önemlisi Lübnan'ın kullandığı çekimser oyun Türkiye'nin telkinleriyle olması. Oylama sonrası Davutoğlu'nun açıklamalarını dinlediyseniz, "bizim red oyu kullanacağımız zaten biliniyordu, asıl Lübnan'ın red oyu kullanması kriz yaratacaktı. O yüzden red yerine çekimser oy kullanmalarını biz rica ettik olası bir krizi engellemek için" dedi. Bu şu demek, Türkiye bölgenin siyasi dengesini sağlayan güç konumuna gelmeye çalışıyor. Daha da önemlisi Hillary Clinton'un, yanılmıyorsam Kolombiya'da yaptığı "Brezilya ve Türkiye'nin İran'a yardım etmeye devam etmesi gerektiğini düşünüyoruz" açıklamasıdır. Bu sabah bir haber okudum. Bu şu demek, Türkiye'nin mimarlığında Ortadoğu'da Schengen benzeri bir bölge kuruluyor. Bakın bu Cagatto’nun sözünü ettiği çok kültürlülüğün uygulamaya konması demektir. Bölgede yaşayan Türk, Kürt, Arap, Özellikle Suriye ve Lübnan'da bolca bulunan Hristiyan ve Süryani, Lübnan'da yaklaşık 500000 nüfusa ulaşan Ermenileri biraraya getirecek bir proje. Bunun ticari getirilerini sayma gereği bile duymuyorum. Eğer bu gerçekleşirse, hakikaten kökten bir hamle olur; sadece Türk dış politikası için değil, tüm bölge için. Gürcistan'la da aynı yolda ilerleniyor. THY'nin İstanbul-Hopa seferleri aslında Batum'a yapılıyor ve oradan otobüsle aktarmayla Hopa'ya gidiliyor. Bunlar sadece kimlikle yapılıyor, bakın pasaport değil. An itibariyle bu uygulamanın Türkiye-Gürcistan arasında genel bir yapıya kavuşması için çalışmalar yapılıyor. Yunanistan'la daha geçen ay tarihimizin en kapsamlı ticari anlaşmalarını imzaladık, vizenin kaldırılması konuşuluyor. Bunlar küçük şeyler değil. AKP dış politikasıyla ilgili eleştirilerimi birkaç hafta önce -İsrail mevzuu kopmadan birkaç gün önce- blogda yazmıştım zaten. Eleştirilerim bakidir. Ancak Davutoğlu için "yeni bir şeyler önermiyor" demek insafsızlıktır. Hataları yok mu? Elbette var. Ancak bu toprakların gördüğü en etkin diplomasi atağını uyguluyor, ve evet buna Osmanlı da dahil. En iyi dış işleri bakanı olmayabilir ama tartışmasız tarihimizin en etkin dış işleri bakanı. Kabul edelim ki, Ahmet Davutoğlu AKP hükümetinde değil de, sosyal demokrat veya (hayali bile güzel) sosyalist bir hükümette dışişleri bakanı olsaydı, şu anda kendisini eleştiren tüm solcular "anti-emperyalizm"e karşı savaş verdiğini söyleyip, Davutoğlu'nu idol ilan ederlerdi. Yanlış bir başbakanın kabinesinde bakan olması, kendisini kötü bir bakan yapmaz. Daha da önemlisi, söz konusu hükümetin yurt içinde uyguladığı kötü politikaların sorumlusu dış işleri bakanı değildir (bkz. Cagatto’nun yazısındaki Alevi eleştirisi). Everfever: Şakşakçı konumuna düşmeyi göze alarak Natura’yı alkışlıyorum. :) Benim İsmail Cem konusuna takılmış olmamın tek sebebi Shelbyl’in "Davutoğlu bu ülkeye İsmail Cem'den sonra gelmiş en kalifiye dış işleri bakanıdır" demesi. Shelbyl, İsmail Cem'in Davutoğlu'ndan daha kalifiye olduğunu düşünmese bile bu cümle İsmail Cem'in Davutoğlu'ndan daha iyi olduğu düşüncesini içeriyor. En azından öyle bir ima var. Ben bu yüzden bu olayı biraz deşmek istedim shelbyl: Abicim oradaki "sonra" kelimesi, zaman olarak onları ilişkiye koyuyor, başarı sıralaması olarak değil. Messi, Maradona'dan sonra Arjantin'in çıkardığı en büyük yıldızdır. Şimdi ben burada Maradona Messi'den iyi mi diyorum? Hayır. Anlaştık mı? Natura'ya gelince, ekşi sözlüğe şunu yazmıştım zamanında:
Dış ilişkiler uzun vadeli olaylardır. Türkiye'nin çoğu dış işleri sorunu, şu an kilitlenmiştir bir mahkum ikilemi açmazı gibi. O kilitler ancak oyunun kurallarının değişmesi ile açılır hale gelecektir. Davutoğlu'nun yaptığı da budur. Doğruluğu yanlışlığı ileride görülecektir. Ama bugün "paradigma değişiyor, nah değişir!" diye itiraz edenlerin de durup düşünmesi gereken bir şey var: Şimdiye kadar güttüğümüz çözümsüzlük stratejisi ile elimize ne geçirdik? Strateji dehası demek için henüz çok erken, o yüzden bu önerme doğrudur demiyorum. Lakin kukla, amaçsız bir dış işleri bakanı olmadığı aşikar. Her şeyi geçtim, ne yapmaya çalıştığını biliyor. ve hatta benzer politikaları güttüğü, Türkiye'nin eline güç kazandırdığı ve de sorun çözme yolunda aşama kaydedebildiği için herkesçe sevilen İsmail Cem gibi bir pozisyona gelebilmesi de mümkün. Bu adam hükümetteki en düzgün, en dolu adam, buna kalıbımı basarım. Ve Ortadogu'da paradigma değiştirebilmek için global olçüde bundan daha uygun bir zaman dilimi de olamazdı. Dipnot: Bir ülkenin gelişmesi için tarım ve sanayi olmazsa olmaz değil günümüzde, hizmet sektörüyle kalkınan zilyon tane ülke var. Ki Hindistan, Brezilya vs. gökten yağan para ile büyümedi, adamlar yabancı sermaye çekerek bu hale geldiler. Tek doğrusu yok bu işin.
Lakin bu İsrail olayında pek de başarılı olduğumuzu sanmıyorum, ki bunda aslan payı "one minute"un devamını çekmeye çalışan Erdogan'ındır. Ermenistan olayında da ayni endişeler geçerli. Ben Davutoğlu'nu başarısız bulduğumu soylemedim, lakin yaptiği hamlelerin arkası dolmadığı için "stratejik deha", "büyük başgan!" olarak nitelemek çok erken bir tutum olur. natura horror vacui: Ekşi sözlüğe yazdıklarının hepsinin altına imzamı atarım. Ama İsrail konusunda çok aynı fikirde değilim. Gazze filosu sonrasını açıkçası iyi yönettiklerini düşünüyorum. Ben "one minute"den daha vahim bir hezeyan bekliyordum açıkçası. Sakin kalmayı başardılar. Bunda Davutoğlu'nun telkinlerinin rol oynadığına eminim. Gaza gelen birçok insanın beklentisi -ve de isteği-, İsrail'le ilişkileri bir süreliğine maslahatgüzarlık seviyesine indirmekti. Ama gaza gelmediler. Filo olayının öncesinde Türkiye'nin İsrail'in OECD'ye girmesini veto etmesi bekleniyordu, onu yapmadılar. Yani gemileri yakıp gitmiyorlar bence. Sonuçlarını zaman gösterecek elbette. Ermenistan konusunda ise, Ermenistan'ın süreci dondurmasında Türkiye'nin tavrından ziyade Diasporanın etkili olduğunu düşünüyorum. Ermenistan topu Türkiye'ye atmışken, Türkiye'nin yapması gereken sürecin devamıyla ilgili kararlılığını göstermektir. Belirli bir noktaya gelinmesi bile sevindirici. öngörülemeyen bir duraklama olduğu doğru, ama ben yine de ilerisi için umutluyum. Davutoğlu'nun an itibariyle "büyük başkan" olmadığına katılıyorum, ancak tekrar ediyorum, benim gördüğüm en etkin dış işleri bakanı. bunun tartışmasını bile yapmam.

4 Haziran 2010 Cuma

Shelbyl ile Masal Saati

Günlerden bir gün bir ülke varmış. Bu ülkenin siyasetçileri dinazor, bürokratları örümcek beyinli, halkı ise mukaddesatçıymış. Bunlar internette gördükleri ve inanmadıkları her şeyi "o bizim kutsal değerümüz böühühühü dalga geçmeyin böühühüh" diye yasaklamaya çalışırlarmış; o ülkedeki hakimler de hukuka pek hakim olmadıklarından bu istenileni yaparmış.
Bu ülkenin internetten sorumlu bakanı ilk bilgisayarı ne zaman gördüğü meçhul, denizcilik fakültesinden mezun, uzmanlığı ulaştırma olan bir adammış. Başbakan bir bakmış ve demiş ki: "İnternet de ulaştırma değil mi? Bu ulaştırır." Aynı adam demiryollarını da çoğunlukla ulaştıramazmış ama olsun, bu onun yıllarca görev yapmasına engel değilmiş.
...
Yahu böyle yumuşatmaya çalıştım ama olmayacak.
Hepiniz hödüksünüz.
Ama en çok da "Youtube'a ben giriyorum ki ehue" deyip o yasağın ve yasağın sebebi yasanın kalkması için hiçbir şey yapmamış olanlar hödük.

2 Haziran 2010 Çarşamba

Bir Turnusol Kağıdı Olarak İsrail Krizi

İki gündür son yaşanan olaylarla ilgili bir yazı yazmak istiyorum, fakat konuya dair bilgimiz kısıtlı sayıdaki tanık ifadelerine ve de IDF'nin yayınladığı ve IDF'yi haklı çıkaracak video görüntülerine dair olduğu için olaya tam anlamıyla hakim olamayacağımdan bunu erteleyip durdum. Ve fakat bugün fark ettim ki, olaya hiçbir zaman hakim olamayacağız, o yüzden kanaati er geç oluşturmak lazım.
Ben bu olayda İsrail'i suçlu görüyorum. Ne olursa olsun, beyaz bayrak çekmiş bir gemiye uluslararası sularda asker indirmek mazur görülemez. Ayrıca İsrail'in "ama askerlerimize saldırdılar!" beyanı da eş düzeyde anlamsız, zira benim uluslararası sularda salınan gemime eli silahlı insanlar çıkartma yapsa ben de saldırırım. Bunun adı "nefs-i müdafaa"dır. İsrail'in "cephane" diye bastığı fotoğraflarda mutfak bıçağı ve inşaat malzemeleri olması da ayrı bir komedi zaten.
Ki zaten İsrail'in geçmişinde de buna benzer bir olay var. 1947 yılında, Exodus adlı Yahudi göçmenleri taşıyan bir gemi Filistin topraklarına kabul edilmemişti İngilizler tarafından. Kabul edilmemeyi bırakın, İngiliz askerleri gemiye çıkıp Yahudi göçmenlere müdahalede bulunmuşlardı. Göçmenlerin eli de armut toplamamıştı tabii.
Ben kendi teorimi söyleyip, esas bahsetmek istediğim şeye değineyim sonrasında. Mavi Manzara gemisinin amacı, İsrail'i provoke etmek, ve İsrail'in ne kadar mantıksız, anlayışsız ve uzlaşma karşıtı olduğunu göstermekti. Fakat bu kadarını beklemiyorlardı gemidekiler. İsrail askerlerinin gemiye yaklaştığını görünce de, gemide bulabildikleri malzemeyi toplayıp direniş gösterdiler.
Neticede masum hayatların, alternatif yollar varken, kaybedildiği hiçbir operasyon "tolere edilebilir" olamaz benim gözümde. Bu yüzden İsrail suçludur.
* * *
Gelelim esas mevzumuza. Türk basınındaki "bağcı dövücüler" gene sazı ellerine aldılar. yozdil, oegin, catakli ve faltayli benim görüp işittiklerim; dahası da vardır kesin. Neymiş, Hamas İsrail'in PKK'sı imiş, PKK'ya Avrupalılar yardım yapsa n'olurmuş...
Bakınız, Hamas siyasi olarak seçilerek meşruluk kazanmış bir partidir. Ayrıca insanı yardım malzemeleri Hamas'a değil, Gazze halkına gitmektedir. Ve ayrıca o malzemelerin içinde hiçbir askeri mühimmat yoktur. Ve ayrıca Türkiye'de Gazze gibi kuşatma altına alınmış bir bölge de yoktur.
Hadi Hamas-PKK ucuz retorik, zaten bunlar gibi adamlardan fazlasını bekleyemeyiz de, esas mesele ne olacak? Söylemleri şu ana kadar hep "Vatanı Amerika'ya İsrail'e satıyorlar, yaşasın bağımsızlık, yaşasın antiemperyalizm" olan insanlar birden "Ama İsrail haklı, Türkiye kendisini zora sokmamalı anlaşmalara devam etmelidir" falan der oldular. Buraya kadar mı sizin antiemperyalizminiz? N'oldu o "onurlu, savaşan, dik" Türkiye idealinize?
Turnusol kağıdı işte burada işleve giriyor. Uluslararası sular, silahsız gemiye saldırı, kural, hak hukuk bazen gidiveriyor. Amaç, ne olursa olsun, kazı çevirip muhalefet etmek. Mevzu AKP karşıtlığı ise, canlarına kıyılan masum insanlar teferruat oluyor.
Sonra da Ergenekoncu deyince kızıyorsunuz. Ekleme: Konunun İsrail açısından güzel bir incelemesi için (İngilizce)

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Türk Dış Politikası üzerine

Birkaç gün önce Ahmet Davutoğlu'nun Foreign Policy'de yayınlanan makalesini okuyup üzerine yorum yapmıştım. O gün gelişen olaylardan ziyade Türk Dış Politikası'yla ilgili genel bir makale olduğundan hem dergideki yazıyı, hem de yorumumu buraya da taşımayı uygun gördüm. ----------------------------------------------------------------- Genel olarak özellikle Davutoğlu sonrası gözle görülen yeni Türk Dış Politikası’nı anlatması açısından ilginç bir makale olmuş. Zaten çevre ülkelere dönük bir politika izlendiği biliniyor. Bunu uzun uzun anlatmış sadece. Ama mesela “zero problems towards neighbors” (komşulara yönelik sıfır sorun) politikasından bahsederken, hâlâ Kıbrıs konusunda bir adım ilerleme kaydedemediklerini belirtmemiş. Ermenistan’la belirli bir noktaya gelinmesi elbette umut verici ama ben bu durumun da iyi siyasal ilişkilerden ziyade, iyi ekonomik ilişkilere ulaşmakla alakalı olduğunu düşünüyorum. Zaten yazının sonunda ekonomik hedeflerden söz ederken bunu anlatıyor. Zira hepimiz biliyoruz ki, korkulanın aksine AKP aslında İslamcı bir parti olmaktan çok Allah’ına kadar liberal bir partidir. Hatta dini imanı paradır kendilerinin bence. Lübnan, Suriye, Rusya vs. ile vizenin kaldırılmasındaki ana amaç da bu zaten; ticaretin hacim kazanması. Keza Ermenistan’la yakınlaşmanın asıl sebebi de ticari pazar yaratmak. Çevre ülkelerle yakınlaşmakla ilgili söyleyeceklerini baştan meşrulaştırmak için Boşnakların, Gürcülerin, Azerilerin falan bolca buralarda yaşadığını söylemesiyle, kurduğu şu cümle arasında bir çelişki görmüyor değilim: “It will therefore fall largely to nation-states to meet and create solutions for the global political, cultural, and economic turmoil that will likely last for the next decade and beyond.” (Dolayısıyla muhtemelen önümüzdeki on yıl ve ötesinde sürecek olan küresel siyasi, kültürel ve ekonomik hengame için biraraya gelip çözümler üretme işi büyük oranda ulus devletlere düşecek.) Bir de şöyle bir şey demiş, halt etmiş: “Turkey also has advanced considerably in the European integration process compared with the previous decade, when it was not even clear whether the EU was seriously considering Turkey's candidacy.” (Ayrıca Türkiye Avrupa'ya entegreasyon sürecinde, AB'nin, Türkiye'nin adaylığını ciddi olarak düşünüp düşünmediğinin bile belirgin olmadığı bir önceki on yıla göre, önemli yol kat etmiştir.) Tabi bu cümleyle birlikte son 7 yıllık AKP iktidarından söz ettiğini de belirtmek gerek. AB üyeliği sanki yarım asırdan fazladır Türkiye’nin tüm hükümetlerinin gündeminde değilmiş gibi, Ecevit hükümetinin ana eylem noktası değilmiş gibi konuşup her şeyi AKP’ye mal etmek en hafif tabiriyle gaflettir. Ayrıca kurduğu cümlenin son kısmı halen geçerliliğini koruyor. Zira müzakere sürecinde kapatılan kalemlerden hiç söz etmemiş sayın Dışişleri Bakanımız. Buna bağlı olarak uluslar arası organizasyonlarla ilgili ilerleme kaydettiklerinden, NATO’da aktif rol alındığından, Afganistan’dan falan söz etmiş. Bir de şöyle bir cümle kurmuş: “Although Turkey maintains a powerful military due to its insecure neighborhood, we do not make threats.” (Her ne kadar Türkiye bulunduğu güvensiz bölge yüzünden kuvvetli bir askeri güce sahip olsa da, tehdit oluşturmuyoruz -"tehdit etmiyoruz" şeklinde de çevrilebilir-) Bunun tanımı aba altından sopa göstermektir. Bu makale kaleme alındığı sıralarda Kuzey Irak’a düzenlenen operasyonla, yukarıdaki cümle arasındaki tutarsızlıktan söz etmiyorum bile. Rusya ve İran’la yakınlaşmanın yaratmış olabileceği tedirginliği ortadan kaldırmak için yazının muhtelif yerlerinde ABD’ye dalkavukluk yapmasına da bayıldım. Gerçi suçlamıyorum, nihayetinde diplomasi böyle bir şey. Sanırım yazıda söyledikleri içinde en doğru kısım şu: “For example, Turkey has a vision of the Middle East. This vision encompasses the entire region: it cannot be reduced to the struggle against the PKK...” (Örneğin Türkiye Orta Doğu konusunda bir vizyona sahiptir. Bu vizyon tüm bölgeyi kapsar: sadece PKK'ya karşı verilen mücadeleye indirgenemez...)Yeni dönem dış politikayı da buna göre yönlendirmeye çalışıyor, Allah’ı var. Yalnız bunda arabulucu rolünü Türkiye kendi üstlenmiş gibi gösterirsen gülerler adama. Mirasçısı olduklarını söyledikleri Menderes-Özal çizgisinin layıkıyla korunması sonucu, Amerikan uyduculuğunun Türkiye’ye biçtiği roldür bu. Kimseyi yemesin sayın Dışişleri Bakanım. Tüm bunlara rağmen genel olarak Davutoğlu sonrası dış politikamızı beğendiğimi belirtmem lazım. Bir de yazısındaki şu bölümü umarım uygulamaya da koyarlar diyerek bu uzuuun yorumu bitireyim: “From these three methodological approaches, five operational principles guide Turkey's foreign policy-making process. The first principle is the balance between security and democracy. The legitimacy of any political regime comes from its ability to provide security and freedom together to its citizens; this security should not be at the expense of freedoms and human rights in the country. “ (Bu üç metodolojik yaklaşımdan, beş farklı eylemsel ilke Türkiye'nin dış politika belirleme sürecine yön verir. İlk ilke güvenlik ve demokrasi arasındaki dengedir. Herhangi bir siyasi rejimin meşruiyeti yurttaşlarına güvenlik ve özgürlüğü birarada sağlama yetisinden gelir; bu güvenlik özgürlükler ve insan hakları pahasına olmamalıdır.)

25 Mayıs 2010 Salı

Ver Gazı

Milli birlik ve beraberliğe son derece ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde (zaten ne zaman ihtiyaç duymuyoruz ki...) Milliyet Gazetesi üzerine düşeni yapmaya çalışmış.
Efendim, maç bilgisi haber bile olmamış Türkiye A Milli Erkek Voleybol Takımı'nın (tabii haberin ilk cümlesinde erkek takımı olduğu söylenmiyor, zira milli takımların varsayılan cinsiyeti erkektir)İtalya'yı 3-0 mağlup etmesinin, İtalya'yı karıştırması (haberin yorumu) tabii ki yeterince dikkat çekici bulunmuş. Haberde İtalya'nın ne kadar karıştığına dair şu alıntı var:
"İtalyan medyası da İtalyan Milli Takımı’na ateş püskürerek, “İnanılması zor ama tam 44 yıldır bizi yenemeyen Türkiye karşısında küçüldük, yerin dibine battık. ” yorumunda bulundu."
Hangi İtalyan medyası diye sorabilirsiniz, cevap: Hepsi. Tüm İtalya kan ağlıyor, İtalya'daki arkadaşlarımla konuştum öyle dediler. Hatta Milan'da göstericilerin çatışma çıkarttığı da söyleniyor, ki ajanslar şu fotoğrafı geçmişler:
Hakikaten ateş püskürmüşler yalnız.

20 Mayıs 2010 Perşembe

Kitap Tanıtımı: Katı Olan Herşey Buharlaşıyor

Marshall Berman'ın modernite ve kapitalizm üzerine kaleme aldığı ünlü kitabı Katı Olan Herşey Buharlaşıyor ile çok keyif aldığım bir sosyoloji dersinde tanıştım. Kitabın zihnimde kalan kısımlarını karaladığım, 3 yıl öncesine ait, dosyayı karıştırırken bu kitaba dair yazdıklarımı paylaşmak istedim.
Modernleşme kavramı üzerinde yoğunlaşan ve bu kavramı Paris, St. Petersburg, New York gibi modernitenin simgesi olan şehirlerin modernleşme süreçlerine paralel olarak açıklayan bu kitapta, Marshall Berman modernitenin içinde barındırdığı paradokslara değinirken dört önemli ismin fikirleri üzerinde durmaktadır. Bunlar; Nietzche, Goethe, Marks ve Baudelaire'dir. Berman’a göre modernite; ‘hem o hem bu yerine ya o ya bu’ parolasını kullanır. Bu durum modernitenin kutuplaşmayı da beraberinde getirmesine sebep olur.
Kitabın giriş bölümünde Nietzche’nin görüşlerine yer veren yazar, Nietzche’nin ortaya attığı nihilizm görüşü ile modernite arasında bir anoloji kuruyor. Nietzche’ye göre; modern toplum bir kafes olmakla kalmaz içindeki insanlar da o parmaklıklar tarafından şekillendirilir. Berman’a göre Nietzche’nin bu sözde bahsettiği kafes bir hapishane değildir; kafesin bütün yaptığı bir hiçlikler nesline duyduğu boşluğu sağlamaktır.
Kitabın birinci bölümünde Goethe üzerinde duran yazar, Goethe’nin eserinde yer alan Faust’u modern insanla özdeşleştiriyor. Faust’un temsil ettiği insan modeli, confirmist olmayan, marjinal ve entelektüel bir modeldir. Faust ‘yapmak’ için dünü, bugünü ve geleceği ‘yıkmak’ tadır; modern insanın da yaptığı budur aslında... Faust toplumsal ilerlemenin önemli insani bedeller olmaksızın elde edileceği bir dünya tasarlar; ama bunun bir bedeli vardır elbette. Hayatı trajediden ayırmak isterken kendi trajedisinin içine düşer. Berman kitabında Faust’u üç evre içinde ele alıyor: Faust önce hayalci, sonra aşık ve en sonunda da geliştiricidir veya modern insandır. Ancak tüm modern insanlar gibi Faust da bilinçli arzuların tatminiyle tatmin olmamaktadır.
Yazarın üçüncü olarak değindiği isim, Marks'tır. Bu kitabı yazarken referans alınan söz Marx’ın; '‘Katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve insanlar nihayet kendi yaşam koşulları ve diğer insanlarla olan ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar.’' sözüdür. Marx toplumu burjuvalar ve proleterler olmak üzere iki şekilde ele alır. Bujuvazi hareketin oluşturduğu ve kendi sonunu kendisi hazırlayan modernitenin yaralarını daha dolu ve derin bir şekilde sarabileceği yeni bir modernite ortaya koymayı ummaktadır. Ona göre dünyayı modern yapan kapitalizm modernitenin önünde bir engeldir.
Marx ‘kapitalist modernizm’in iki sonucu olduğunu söyler:
1. Tatmin edilemez arzular ve güdüler, sonsuz bir yaratma 2. Nihilizm, durdurulamaz yıkım ve hayatın darmadağın olması
Marx bunlara çözüm olarak komünizmi sunmaktadır. Ona göre; komünizm modernliğin tamamlanmış halidir. Diğer türlü burjuvazinin oluşturduğu modernizim insanlar arasındaki ilişkiyi yalnızca çıkar ilişkisine indirmektedir ve insanların savaştığı tüm özgürlükler yerine tek bir özgürlük koymaktadır o da ‘serbest ticaret’tir. Marx’ın asıl amacı,başlangıçta da değinildiği gibi burjuvadan bağımsız yeni bir modernizim ortaya koymaktır.
Yazar son olarak Baudelaire'den bahsediyor. Ona göre ilk modernist olan Baudelaire modernizmi ‘pastoral ve karşı pastoral’ (modernperestlik ve kültürel umutsuzluk) ismini verdiği iki ayrı cepheden değerlendirmektedir. Baudelaire göre; evet bir modernizm vardır ama bu güzelliklerle beraber sefalet ve kaygı duygusunu, modern insanın ödemesi gereken faturayı da getirir.
Yazar, Baudelaire’in eserinde geçen ‘gözler ailesi’ hikayesine de etkileyici bir şekilde değinmektedir. Bu hikayede Paris’in yıkıntı bulvarındaki ihtişamlı kafede oturan ‘modern insan’ ile ‘modernleşen dünyanın modernleşemeyen yüzünü ifade eden yoksul gözler’in buluşmasından bahsedilir. Modern dünya bütün esnek görüntüsüne rağmen hatlarını o kadar keskin bir şekilde çizmiştir ki; aynı kaldırımda bulunan ancak ihtişamlı kafenin duvarıyla ayrılan insanların anlık olarak bakışlarının birbiriyle buluşması bile inanılması güç veya çok özel bir durum gibi aktarılmaktadır.
Yazarın Baudelaire’den bahsederken üzerinde durduğu bir diğer kavram da ‘kaybedilen hale’ dir. Bu kavramla Baudelaire, değerlerin yozlaşması üzerinde durmaktadır. Bunu yaparken bir şairle sıradan bir insanın geceleri aynı genelevde buluşabildiklerinden bahsetmektedir. ‘Kaybedilen Hale’ ve ‘Yoksulların Gözleri’ aynı bulvarda geçer. Ama kaldırımda kaybedilen hale de insanlar kim olduklarını vurgularken; lağımda kaybedilen hale insanları için kim olduklarının bir önemi yoktur. Baudelaire göre, antimodern ile modern düşünür aynı bataklıkta bulur kendisini. Aradaki tek fark antimodernistin bundan duyduğu rahatsızlıktır.
Yazar, kitabın geri kalan kısmında Paris, St. Petersburg ve New York şehirlerinin modernleşme sürecinden bahsetmektedir. Berman'ın bu şehirler ile ilgili enfes anlatımına bir başka yazıda değineceğim.