tag:blogger.com,1999:blog-5001658107323514980.post2978107914709463566..comments2023-10-27T13:23:48.150+03:00Comments on Komünal İşkembe: Bir güzelliğin daha sonuna geldik: Roll'dan vedasemioticus (shelbyl)http://www.blogger.com/profile/16204028248874222567noreply@blogger.comBlogger2125tag:blogger.com,1999:blog-5001658107323514980.post-52414140445807434702009-11-21T01:12:29.915+02:002009-11-21T01:12:29.915+02:00-->Yukarıdan devam
Tırmanırken ise Tuncel Kurt...<b>-->Yukarıdan devam</b><br /><br /><i>Tırmanırken ise Tuncel Kurtiz gibi yapmakta fayda var. Telâş etmeyin, şiir dergisi gibi bir niyetimiz yok. X-Ray’den bahsediyoruz ve X-Ray tarzı “rock art”tan. Ya da Godard’ın denklemiyle, “Bir Artı Bir”den. Herkesin kendi kendine yapabileceği bir şey bu. Ama birlikte yapıldığında ve neşredildiğinde daha zevkli olduğu da malûm. Şeytanın dürttüğü de. Uyar mıyız, uymaz mıyız, belli olmaz. Yine de, 2010 başında, Godard’ın yeni filminin, “Sosyalizm”in vizyona gireceğine bakılırsa, taşı yeniden yüklenmek zevkli olabilir. “Kötü haber” diye başladık, ama görüldüğü gibi, lafın gelişi öyleydi, haber aslında iyi.<br />Şimdi gelelim iyi habere. Bu da lafın gelişi mi iyi, yoksa aslında kötü mü, zaman gösterir. Express’le Roll arasında şöyle bir fark var: En kestirme izahıyla, Roll’da belirleyici olan Camus faktörü ve zevk ilkesi. Express’teki belirleyici ise Gramsci-Sartre faktörü ve organik-angajman meselesi. “Mr. Peters’ın Bağlantıları”nda Arthur Miller’ın özetlediği mesele: “Bir söz ağzından çıkana kadar sana aittir, ağzından çıktıktan sonra sen ona aitsindir.”<br />16 yıl önce ağzımızdan bir söz çıktı. 16 yıldır o söze aitiz. Ocak 1994’ten Ocak 1997’ye dek, üç yıl boyunca her hafta o sözü taşıyıp durduk. Her seferinde zevk aldığımız söylenemez, ama yolun kendisi, karanlık tüneller bir yana, zevkliydi. Haftalık Express’i ekonomi bitirdi. Noktayı koyduğumuzda, mecalimiz kalmamıştı. Ama, Vedat Okyar’ın dediği gibi, deli gömleği ütü tutmuyor, 2001’de yeniden yola düzüldük, bu sefer aylık olarak ve bir türlü isim bulamadığımız için Postexpress olarak. Zamanla “Post” ekinden vazgeçtik, ama o vazgeçmedi, Express’e yapıştı kaldı. Ama zaten mühim olan isim değil, unvan. X’i gören anlıyor, X-Ray’i.<br />Kasım 2009 itibariyle, 100. “post” sayımızı idrak ediyoruz. Öncesindeki 154’le, 254 Express oldu. Şimdi makas değiştirme zamanı. 101. sayı, Express’in üçüncü döneminin ilk sayısı. Haftalık, aylık derken, Express bundan böyle 15:35 Katarı. Yani 15 günlük. Nâzım’ın 15:45 Katarı’na (“geçti çığlıklarla 15:45 katarı”) nazire, sarsıla sarsıla ilerliyor 15:35 Katarı. Her ayın 15’inde ve 35’inde bayilerde, kitapçılarda olmak üzere. 35’i rötar payı, yoksa varışı 31’i veya 32’si. Bilemediniz ayın üçü, dördü...<br />Peki, ne zaman çıkıyor sefere? Mantıken 15 Aralık’ta, ama bakarsınız, Enki Bilal’e ve Pete Doherty’ye nazire “32 Aralık”ta çıkagelir. Ama hayat bu, Lennon’ın dediği gibi, “sen başka bir takım şeyler planlarken olan şeydir”. Öyle bir “şey” olursa, 15:35 Katarı’nı “mor perşembe”ye erteleriz ya da “kırmızı pazartesi”ye, sarsıla sarsıla ilerler.<br />Haber iyi mi, kötü mü? Öyle ya da böyle, 100. sayı şerefine, Lennon demlenelim. “Starting Over”dan başlayarak...</i>"<br /><br /><b>Feysbuk grubundaki "Haberler" kısmı zamanla değişeceği için komple kopyaladım. Kaynak tam olarak şu;<br /><br />http://www.facebook.com/group.php?gid=20462823410</b>sokaktaki adamhttps://www.blogger.com/profile/11302979056928818338noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-5001658107323514980.post-27329890077195067382009-11-21T01:11:26.605+02:002009-11-21T01:11:26.605+02:00Express'in selamı var!
"EXPRESS Sayı:100...Express'in selamı var!<br /><br />"<i>EXPRESS Sayı:100<br />20 Kasım - 20 Aralık<br /><br /><br />EXPRESS MERAM 100: DALYA<br /><br />15:35 Katarı<br /><br />Bir iyi, bir kötü haber. Önce kötüsü: Duymuşsunuzdur, Roll’la vedalaştık, Léo Ferré’ye selam ederek: “Tenk yu şeytan, bize Roll’u verdiğin için.”<br />Vedamızı krize, ekonomik sıkıntılara bağlayan yorumlar oldu. Doğrusunu bizden duyun: Sebep ekonomi değil. Öyle olsa, Roll’un hiç çıkmaması gerekirdi. Hadi çıktı, birkaç sayıda tası tarağı toplardı. Sebep ekonomi değil, zevk ilkesi. Ya da Sisyphos meselesi –Camus’nün yorumladığı şekliyle.<br />Malûm, Sisyphos taşı sırtına alır, tepeye taşır, sonra da aşağıya yuvarlar. Sonra tekrar sırtlar, tekrar tepeye çıkar, tekrar yuvarlar. Böyle sürer gider. Bir zorunluluk değildir bu, bir zevk meselesidir. O taşı yukarı çıkarmanın, yuvarlamanın, yuvarlanışını seyretmenin zevki. Hele, kolektif bir faaliyetse. Birlikte taşımanın, yuvarlamanın, yuvarlanışı seyretmenin zevki... Kasım 1996’da, bundan 13 yıl önce, şeytana ve Camus’ye uyup o taşı taşımaya başladık. 144 defa periyodik, altı defa da özel vesilelerle tepeye çıkardık, yazıp çizip yuvarladık. Üç-beş kişiydik, upuzun bir künye olduk.<br />Gelgelelim, öyle bir noktaya geldik ki, taşıdığımız taş da, üzerine yazıp çizdiklerimiz de, onu yuvarlanırken seyretmek de eski zevki vermez oldu. Bunda, giderek artan maddî yükün, aleyhimize işleyen ekonominin payı var elbette. Ama, belirleyici olan o değil, fikrî-ruhî boyut. Başka bir taş, başka şekiller arzusu. Joe Strummer & The Mescaleros’un “Rock Art and The X-Ray Style”ındaki türden şeyler. Ama başka türlüsü. Turgut Uyar’ın, Roll’un veda mektubumuzda alıntıladığımız deyişindeki gibi:<br />“Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız, yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha. Sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever, tamamlar. Ama her taşa sarılırken gücünüz, aşkınız, korkunuz yenidir, tazedir. Başaramamak endişenizin zevkiyle çalışacaksınız.”<br />İki Tuncel Kurtiz anısı bütün hikâyeyi özetliyor aslında. Büyükparmakkapı’daki büromuzda “blind-test” yapıyoruz, şarkılar dinletiyoruz ona, her şarkı bir kapı açıyor. Mevzu her neyse, coşkuyla anlatırken birden durdu. “Kaç satıyor sizin dergi?” dedi. “Üç-beş” dedik. “Boş ver abi” dedi, “üç-beş olsun, bizim olsun. Mesela benim için Amerika Tom Waits dinleyenlerden ibarettir.”<br />Tom Waits dinleyenlerin başka neler dinlediklerini tahmin etmek zor değil. Kimlerin Tom Waits sevdiği ise sürprizli bir hadise. John Berger mesela. Aslında başka türlüsü de olamazdı: John Berger “buluştuğumuz yer” değil mi?<br />Peki, Roll’dan sonra?<br />Sisyphos zevkinden vazgeçecek değiliz elbette. Taş, başka bir taş olacak, başka türlü yontulup başka türlü şekillenecek. Peki, tepeye nasıl taşınacak? Buyrun ikinci Tuncel Kurtiz anısına. Bir Express söyleşisi için Kallavi Sokak’ta beş kat tırmanmaya başlamıştık. O önde, biz arkada. İlk adımını attı, atmadı, Nâzım okumaya başladı, derken Can Yücel’e geçti. Beki de tersi. Ve o arada dedi ki, “çocuklar, merdiven tırmanırken, yokuş çıkarken şiir okuyunca insan hem yorulmuyor, hem sıkılmıyor”. O şiirleri dinleye dinleye, o dizelerin çağrıştırdığı resimleri seyrede seyrede tırmandık. Tuncel Kurtiz’in şahsında Bedreddin, Yılmaz Güney, “Mahabharata” ve “Otobüs” cabası. Ve ne yorulduk, ne sıkıldık.<br />Şarkı söyleyerek çıksaydık da sıkılmazdık, ama yorulurduk, nefesimiz daralır, şarkı tavsar, canımız sıkılırdı.<br />Roll şarkılı bir tırmanıştı. Yorulduğumuzu hissedince şarkı tavsamasın, zevk azab olmasın dedik, durduk. Bundan böyle, şarkıları tırmanırken değil, taşı yontarken, üzerine yazıp çizerken, yuvarlarken, yuvarlanışını seyrederken söylemek daha iyi olacak. Daha zevkli anlamında daha iyi.</i><br /><br /><b>Devamı aşağıda --></b>sokaktaki adamhttps://www.blogger.com/profile/11302979056928818338noreply@blogger.com