2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

27 Mart 2013 Çarşamba

Öcalan Mandela olur mu? Bir münazara.

Sevgili okuyucular, hepinize merhaba. Bugünkü münazaramızda, Öcalan'ın Mandela ile ne kadar benzeştiği, bu iki liderin rollerinin aynılığı üzerine bir tartışma olacak.

Öncelikle "Öcalan Mandela olamaz" diyen tarafın görüşlerini anlatması için sözü Sevilay Yükselir'e bırakıyorum:

Öcalan'ın kendi durumunu, Mandela'nın hapisteki durumuna benzeterek devletten serbestlik istemesine birkaç noktada itirazım var!
Bir kere aynı uğurda -halkların eşitliği ve özgürlüğü- konusunda mücadele veriyor olsalar da ikisinin de mücadelelerinde kullandığı yöntemler farklı! Silahlı mücadeleden yana olsa da Mandela o silahların masum insanları, sivilleri hedef almasına asla izin vermedi! Kullandığı dilde her zaman ırkçılığın her türlüsünün bir insan hakkı suçu olduğunu vurguladı. Çok kötü koşullarda cezaevinde tutuklu olmasına, 27 yıl boyunca ona sürekli taş kırdırılmasına rağmen efelenmedi, onu içeride tutan faşizan güçlere. Diklenmedi. Mağrur bir özgürlük savaşçısı olarak hayat sürdü hapishanede. O hiçbir zaman, "Astığım astık! Kestiğim kestik!" demedi yani. İşte bu yüzden de dünya kamuoyunu arkasına aldı Mandela. Onun serbest kalması için sadece Afrikalı siyahlar değil, dünyanın bütün özgürlükçüleri, insan haklarına bütün inananlar mücadele etti. O serbest kaldığında özgürlükçü beyazlar da en az siyahlar kadar sevindi. Bir de tabii onun örgütü ve Afrikalı Siyahlar üzerindeki gücüyle Öcalan'ın bütün Türkiye'nin Kürtleri, PKK'lı gerillalar, Kandil'dekiler üzerindeki etkisi kıyaslanamayacak durumda! Bambaşka! Özellikle Silvan meselesinde de ortaya çıkmıştır ki gerek Kandil, gerekse yasal zeminde uzantısı olan BDP'li siyasiler için Öcalan'ın talimatlarının filan pek bir anlamı yok artık! Buradan da şu sonuca varılabilir ki; Öcalan serbest kalsa dahi onu çok fazla kaale almadığı ayan beyan ortada olan PKK'lılar savaşmaya devam edecektir!

Değerli görüşleri için Sevilay Hanım'a teşekkürler. Şimdi karşı cephenin görüşünü anlatmak için sözü tekrar Sevilay Hanım'a veriyorum:

Öcalan'ın Mandela'yla aynı kaderi paylaşabileceği ihtimali ise son derece gerçekçi ve mantıklı bir yaklaşım. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar bu memlekette ama ben de böyle düşünüyorum. Eğer başarıya ulaşırsa Öcalan'ın bu sürecin sonunda serbest kalmama ihtimali sıfırdır bana göre! Ve ayrıca adının Mandela gibi bir "barış figürü" olarak tarihe yazılması da uzak ihtimal değildir! Gerçekten de ikisinin hikâyeleri de aynılığa doğru yol alıyor.

Bunu söylediğim için bazıları havaya zıplayacak ama onlara tavsiyem, bunu yapmadan önce Mandela'nın yaşam öyküsüne bir zahmet göz atmaları. Bugün dünyanın en saygın devlet adamları arasında sayılan o Mandela, politik hayatına çok kanlı eylemlere imza atan "Ulusun Mızrağı" isimli örgütü kurarak başlamıştır. Halkı için özgürlük savaşçısı olan o Mandela, ülkesini yönetenlerce "eli kanlı katil bir terörist" olarak görüldüğü için 28 yılını zindanlarda geçirmiştir. Barış için çözüm arayan devlet, o Mandela'yla masaya oturduğunda hâlâ hapisteydi. Ancak o Mandela hapisten çıktıktan sonra barış için gösterdiği çabanın karşılığında Nobel'le onurlandırıldı.

Dedim ya yukarıda! Birilerinin hâlâ urganla gezdiği bir ortamda; "Sonunda Öcalan da serbest kalacaktır!" demek gerçekten de sıkıntılı, söyleyebilen açısından ama yapacak bir şey yok! Gerçek bu ve bence bu gerçeği de konuşmanın tam zamanı.

Evet, Sevilay Hanımları dinlediniz. Ola ki iki yıl sonra devlet 3. bir pozisyon alsa, Sevilay Hanım'ın oraya yükseleceğini tahmin etmek zor değil.

Türk medyasındaki tutarsızlıklar malum, ne kadar arsızca yapılmış olursa olsun kimsenin de hesap sorma ihtiyacı ve de hesap sorulma korkusu yok. Bu tamam, Sevilay Yükselir'e kadar daha neler yapanlar var zira.

Fakat burada daha önemli bir nokta var: Ya Sevilay Yükselir, iktidarın ağzı değiştiği için kendini yeniden programlamaya çalışıyor ya da kendisi 2 yıl önce bir şey demesi için yönlendirilirken bugün başka bir yöne gitmesi telkin ediliyor. Bu iki ihtimalden hangisi gerçek olursa olsun, 2 sene önceki kafanın bugün sesinin daha az çıktığını görmek, iktidar apolojistliği malum bir kalemin de bu tür bir ağız değişikliğine utanmazca gittiğini görmek bence umut verici bir gelişme.

Eğer ileride devletin 2009-2013 arası Öcalan'a ve Kürt hareketine karşı tutumunu anlamak isteyen olursa sadece onun ağzına değil oynattıkları ağızlara da bakması isabetli olacaktır. Böyle de bir dipnot bırakayım bu müstakbel araştırmaya dair.

24 Mart 2013 Pazar

Ateşkese ve barış sürecine dair

Laf kalabalığına daha düzenli bir formda katkı yapmak ümidiyle. (Sıkılan son maddeye geçsin)

1. Neden ateşkes oldu ve barış süreci olgunlaşıyor?

Bugüne kadarki empas: Daha önce "Kürt Sorunu, Pozisyonsuzluk ve Şiddet" diye bir yazı yazmış, sorunun çözülmesine dair bir sıkıntıdan bahsetmiştim: Devletin PKK'yı işine gelince "terörist örgüt" olarak görmesi ve operasyon yapması, işine gelince de görüşmede taraf olarak alması bunlardan biriydi, yani devlet karşıdaki tarafla barış yapıp masaya mı oturacak, yoksa bu örgütü doğuran koşulları ortadan kaldırmaya mı çalışacak, belli değildi. "Hem karnım tok olsun, hem ekmeğim somun olsun" kafasıyla sorun çözülemezdi, nitekim çözülemedi de. Devlet, BDP'yi Kürt hareketinin siyasal temsilcisi olarak görmeye ve PKK'yı doğrudan muhatap almaya hiç olmadığı kadar yakın. (%100 değil henüz, zira KCK davası gibi bir hayalet var ortalıkta gezinen) Ama bu kilitlenme çözülüyor gibi, güvenlikçi kafa da görüntü itibariyle kısmen tasfiye edildi.

Oyunun kurallarının değişmesi: Şimdiye kadar iki tarafın da fedakarlık yapıp, elinde tuttuğundan daha iyi bir sonuç alabileceği denklem yoktu. Bir nevi tutsak ikilemi. Milliyetçilik fenomeni, iktidarın güvenlikçi söylemden ekmek yemesine, bu söylemin sürmesi de Kürt tarafının silahlı mücadelesinin kendi kitlesi gözünde meşru kalmasına yol açıyordu.

Bu durumda ya iki tarafın da kazanacağı bir gelişme olacak, ya da oyunun yapısı değişecek ki bu kilit kırılsın: Aradığımız gelişme de Arap Baharı ve onun getirdiği dinamikler oldu. Birincisi, Suriye, Irak, İran gibi ülkelerle aramızın bozulması, PKK'yı potansiyel olarak daha güçlü bir konuma soktu. İkincisi, değişen koşullarda (ve yakın gelecekte sınırlarda) Kürtler yeni bir doğal partner olarak ortaya çıktı.

90'lı yıllarda da dile getirilmiş bir "federasyon" ya da "konfederasyon" düşüncesinin günümüzde optimal bir çözüm olabileceğini söylemek artık idealistlik/komploistlik değil.

2. Neden henüz barış değil?

Kurumsal değil, kişisel ilerleyen süreç: Benim barış süreci konusundaki en büyük endişem, Türk tarafındaki beklentisizlik. Hükümet ve sözcü medya cephesinden gelen söylemlere bakınca iki ihtimal ortaya çıkıyor: Ya Türk tarafının nabzı düşürülmeye çalışılıyor, ya da cidden erk sahibi ciddi bir kesim burada kendi koşullarıyla bir savaş kazandıkları/örgüt yendikleri düşüncesinde. Kurumsal altyapı oluşmadan (meclis kararı, komisyon, kanunlar vs.) bu sürecin birkaç kişinin iradesine bağlı olarak ilerliyor olduğu ihtimali korkutucu. Hele ki "oh barış geldi" haklı rehaveti varken.

Ağırlıkla Kürt tarafının adımları: Bu girişi okuyunca "ne yani hükümet ilk defa barış masasına oturdu daha ne yapsın?" tadında bir tepki verebilirsiniz de, bu sizin miyopik bir halde Türk tarafından baktığınız haricinde bir şey göstermez. Dışarıdan bakılınca mesele şu: PKK, daha önce 8 defa ateşkes yaptı ve ne olduğunu biliyoruz. Öcalan, daha önce de silahlı mücadeleyi bırakma kararı aldı ve gene ne olduğunu biliyoruz. "Bu sefer farklı" geçerli bir sebep, diğer hallerde eksik kalan "güven ortamı"nın varlığı da olumlu, lakin daha yolun başındayız.

Meselenin demokratikleşme sürecinde direkt olarak Kürtleri ilgilendiren konu başlıkları var. Hakikatleri Araştırma Komisyonu, Terörle Mücadele Kanunu, seçim barajı, anadil hakları, yerel yönetim vs. gibi boyutları var. Bu konuda adımların gelmeyip "hadi çekilin artık" denmesini, birkaç ay sonra bir "operasyon kazası" (bkz: Silvan) olursa verilecek "hani PKK silah bırakıyordu" tepkilerini düşünmek dahi istemiyor insan.

3. Aydına düşen rol ne?

Lüzumsuz müdahiller: Bu âkil adamlar vs. muhabbetlerine hiç girmeyeceğim. Eğer bu sürecin adını barış koyduysak, savaşan iki taraf olduğunu kabul ediyoruz demektir. Barış kararını savaşanlar verir, "niye öyle barışmadın da böyle barıştın?" falan diye hesap sorulmaz. Bugüne kadarki süreçte "hem toptan şiddete karşıyım :(" demek nasıl tutarsız bir görüş idi ise, "böyle barış olmaz" demek en az aynı derecede tutarsız.

Demokratikleşme zemini: Yukarıdaki soruda bahsettiğim gibi, herkes elinden geldiğince bu süreçte düzgün bir diyalog zemininin oluşması için çaba sarf etmek zorunda. Kurumsal yapının oluşması hususunda kamuoyu oluşturmak, herhangi bir tarafın "güven" ilkesini zedeleyici hamlelerini eleştirmek, birincil görev. Bu konuda Nuray Mert'in dün yazdığı yazı gayet isabetli.

Kayıtsız şartsız devletten taraf olmaya alışmış, "bu hükümet buraya kadar getirdi, destek olmalı" ağzını hiç bozmayacak kalemler, veyahut kendi mesuliyetini Kürt hareketinin sırtına yıkmaya alışmış isimlerin sesinden daha gür ses çıkarmalı.

4. Özet geç lan.

- Bu sorunun oluşması için en büyük engel, "güven sorunu" aşılmış gibi duruyor. Bunun bozulmaması için uğraşmak elzem.
- Artık üniter ulus devlet paradigması bitti. Buna alışmak lazım.
- Ortadoğu'da oyunun kuralları, tarafların çıkarları değişiyor. "Kazan-kazan" bir formüle destek vermek, herhangi bir "kazan-kaybet" ile kalakalmaktan yeğdir. Zaman durmuyor, akıyor.
- Bu savaşın bir tarafı Kürt hareketidir, onların razı olduğu çözüme Türk tarafından kibirle bezenmiş ses çıkarmak halt etmektir.
- "Onurlu" (ne sinir olurum şu lafa da) çözüm isteyen özgürlükçü/demokrat (bu da ideoloji oldu çıktı başımıza) insanın yapması gereken, demokratikleşme için devletin atması gereken adımlar konusunda onu sıkıştırmaktır.
- Herkes kendi çıkarlarını, koşullarını düşünerek siyasî zemine dahil olsun. Kalıcı bir barış, güvenlikçi uygulamaların azalması, ekonomik-sosyal konuların tartışılmasının önünün açılması, meclisteki muhalefetin niteliğinin değişmesi hayırlı olacaktır.
- Rehavete kapılmamak lazım. Deplasmanda avantajlı bir skor elde etmiş olabiliriz ama kontratakları güçlü bir rakip hala daha mevcut.

20 Mart 2013 Çarşamba

AİHM'nin Balyoz kararı gerçekten ne diyor?

Deveye "boynun neden eğri" diye sormuşlar, "Türkiye medyasının özellikle beynelmilel husuları aktarmalarına güvenmediğim için her haberi ya Google'dan iki defa kontrol ediyorum, ya da gidip orijinal kaynağı buluyorum, bilgisayar başında canım çıkıyor" demiş.

Bu sefer mevzu Balyoz kararı, ya da resmi adıyla Çakmak v. Türkiye. Emekli Tümamiral Cem Aziz Çakmak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne tam 6 konuda başvurmuş, bunların 4'ü mutlak, 1'i şartlı olarak reddedilmiş, 1'i de henüz hükme bağlanmayıp Türkiye'ye bildirilmiş durumda. Nereden biliyorum, çünkü kararın orijinalini okudum, özet geçeceğim (hukukî lingoda sıkıntılar olabilir, ben sadece okuduğumu anlatıyorum):

1. Çakmak'ın "tutukluluğa karşı etkili olarak iç hukuk yollarını kullanamadığı" yönündeki şikayetini mahkeme "halihazırda karar verecek bilgimiz yok" deyip Türkiye'ye bildirmiş, yani henüz hükme bağlamamış. Kararda yargı erkinin kendisinin salıverilme taleplerini savunma makamını dinlemeden reddetmesi konusunun açıklığa kavuşturulması isteniyor.

2. Çakmak'ın "tutukluluğunun iç hukuka ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne aykırı olduğu" şikayeti reddediliyor. Mahkeme, tutukluluk için gerekli deliller ile hüküm için gerekli delillerin farklı nitelikte olacağına, Çakmak'ın tutukluluğu için yeterli şüphe olduğuna, delillerin hem sahte, hem de gerçek olduğuna dair raporlar olduğuna fakat bunun tutukluluk aşamasında çok manidar olmadığına dikkat çekiyor. 

Esas dezenformasyon bu hususta yapıldığı için tekrar yazayım: Mahkeme "deliller gerçek, kesin, müthiş" falan gibi bir yorum yapmıyor. Mahkeme sadece delillerin yarattığı şüphenin tutukluluğa yeterli olduğunu söylüyor. Çünkü Batı standartlarında "darbe teşebbüsü" çok ciddi bir suç, bizdeki gibi öğle arası atıştırması değil.

3. Çakmak'ın "tutukluluk süresinin uzunluğu"na yönelik şikayeti reddediliyor. Mahkeme, davanın özel niteliği ve ciddiyeti göz önüne alınırsa 20 ay tutukluluk süresinin kabul edilebilir olduğunu söylüyor.

4. Çakmak'ın "yargı sürecinin uzunluğu"na dair şikayeti de reddediliyor. Mahkeme, davanın boyutunu göz önüne alıyor ve yargı makamının üç yıllık süre zarfında "boş durmadığını" belirtiyor.

5. Çakmak'ın "adil yargılanmama" şikayeti reddediliyor, fakat tekrar başvuru yapma hakkı saklı tutuluyor. Mahkeme, şu an gerekçeli kararın hazırlandığını ve de daha temyiz sürecinin var olduğunu belirterek, iç hukuk yolları tükenmediği için şu noktada "adil yargılama" konusunda bir hükme varamayacağını söylüyor.

İkinci dezenformasyon da burada geliyor: Mahkeme "Balyoz davası yargılaması adil yapılmıştır" hükmüne varmıyor. Eğer yargı süreci nihayete varınca hala daha bu adaletsizliğin devam ettiği kanısı varsa tekrar başvuru yolunu, aynı Çetin Doğan'ın kararında olduğu gibi, açık bırakıyor.

6. Çakmak'ın "masumiyet karinesinin ihlali" şikayeti, bu konuda hiç delil sunulmadığı için reddediliyor.

Şimdi buradan ne çıkar? Balyoz davasına dair en sağlıklı itiraz, yargılama sürecinde delillerin değerlendirilmesi gibi mühim bir aşamanın atlanması idi. Bunun yanısıra hem deliller, hem tanıklar hususunda da soru işareti yaratacak işler yapıldı. (bkz: Doğan Akın'ın bu yazısının 25. maddesi) 

Eğer ki bu sakıncalı durumlar temyiz sürecinde açıklığa kavuşturulmazsa, AİHM'ye tekrar yapılacak bir başvuruda hükümlüler hem delillerin sahihliği, hem de yargılama sürecinin adilliği konusunda gayet sağlam itirazlarda bulunma şansına sahipler. Şu an AİHM sadece iki ciddi sanığın "tutukluluk" sürecine odaklanıyor, ve o yüzden bütün bir dava sürecini onayladığı gibi bir kanaat ziyadesiyle eksik kalır. 

Son 5 yılın en büyük 3 davasının en çok kredibilite sahibi olan Balyoz'un adaletli bir şekilde sonlanması için bir kez olsun kamplaşmayı, dezenformasyonu, "adamın gol diyor" muhabbetini bırakıp, bu dava sürecini hakkaniyetle irdelemek şart. 

Olmayacak duaya amin demekten kim ölmüş.