2011 Uludere katliamı: 29 Aralık 2011. http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com

31 Ağustos 2010 Salı

FIBA 2010: Türkiye - Yunanistan

Öncelikle şunu söyleymek lazım: Uzun zamandır bu kadar iyi bir alan savunması izlememiştim ben. Bunun sebebi azamiyetle NBA takip etmemden olabilir, belki Avrupa basketbolunda bunu uygulayan trend-setter takımlar vardır, lakin bu kadar dinamik ve de efektif bir alan savunması görmeyeli çok olduydu. Bunun üzerindeki krema da kadronun efektifliği. Mesela 3. çeyrekte sahada 4 uzun ve tek kısalı bir formasyonda yer aldık; ama uzunlarınız atletik olunca hem hücum etkinliğinde sorun çekmedik, hem de alan savunmasına tam performans devam ettik. Buradan lafı Ömer Aşık'a getireceğim. Bu akşamın kahramanı bir çok insanın gözünde Ersan haklı olarak, lakin Ömer inanılmaz geliştirmiş kendisini. Atletik yeteneklerinin yanısıra iyi bir basketbol zekası var, özellikle de hücum anlamında. Kesinlikle NBA seviyesinde var olabilecek bir performans sergiliyor iki maçtır. Neticede klasik bir Türkiye Basketbol Takımı resmi. Turnuva öncesi kötü performans/düşük beklenti = Mükemmel turnuva performansı. Ya da tam tersi. Yıllardır böyle bu. Bunun yanısıra, eğer Yunanistan'ı yenebildiysek burada bir iş var. Yol açık. Eğer bu alan savunmasını Brezilya'nun potaaltını kitlemek için de kullanabilirsek ve de İspanya'nın dış şut tehditine de cevap olursa bu, yol hakikaten açık. Yarınki Porto Riko maçı çok önemli bir sınav bu yüzden. Bir sonraki aşamalar öncesindeki en ciddi maç bu, ve de Avrupa ekolü dışındaki bir takıma karşı kendimizi göreceğiz. Oradaki performansımız daha kesin bir yorum yapma şansı verecektir. Maç sırasında zaten sıklıkla www.twitter.com/semioticus hesabımdan yorum yapmakta olduğumdan, burada çok fazla tekrara girmek istemiyorum. Ama neticede şu anki görüntü çok hoş.
Not: Bunu mutlaka eklemem lazım. Şu maçta hiç de hakemleri suçlayacak bir durum yoktu ortada. Sert oyun oldu, kararında maç yönetildi, iki takım aleyhine de çalınmayan fauller var. Fakat Murathanoğlu öyle bir gazlıyor ki sağ olsun, millet "hakemi de yendik!" havasında geziyor.
Yok öyle bir şey, sakin olun. Şu milli maçlardaki "Bütün dünya bize karşı!" tribinden de kurtulun artık.
Murat Murathanoğlu, sen büyük bir spikersin. Büyük düşün. Yakışmıyor.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Blog Kültürü

Futbloglar camiasında ciddi bir tartışma konusu var. Konunun temelinde şu var deyip özet geçmek isterdim, lakin çok boyutlu bir tartışma konusu ve benim her özetleme çabam bir yanlış anlama ile sonuçlanacaktır. O yüzden alakalı yazıların link'lerini vereyim:

Bu borges'in yazısı, bu da Alp'in cevabı. Altında da tartışmalar var tabii ki.

Şimdi bu yazıları satır satır incelesem sayfalar yetmez, o yüzden ben kendi tarafımı anlatayım. İki tarafı da ilgilendiren kısımlar zaten doğal olarak gelişecektir.

Öncelikle şu soruya cevap vermek lazım. Biz neden yazıyoruz? Benim için cevap şudur: Ben yazmadan yaşayamam, çünkü eğitimim, gelişimim vs. sebebiyle bir olaya baktığımda birçok açı görüyorum ve ama doğru ama yanlış bu açıları paylaşma zorunluluğunda hissediyorum kendimi. Tabii ki kendimce yanlış olan bir genel kanıdan bahsediyorsam, bu fikirleri mümkün olduğunca çok kişiye anlatmaya çalışırım ve fikir toplamak isterim. Bir yazarın, özellikle de edebi değil de toplumsal konularda yazan bir yazarın derdi başka ne olabilir ki? Okunmak, daha çok okunmak, daha çok geribildirim almak ve nihai olarak da birkaç kişiyi etkilemek görüşler ile. Farklı motivasyonları olan varsa saygı duyarım, ama benim amacım budur.

İşte bölünmeler de bu amacı oluşturacak aracı belirlerken başlıyor. Mesela bir inanış var, saygı duyarım: Bloglar "amatör"dür ve amatör kalmalıdır. Blog ruhu anarşist bir ruhtur vs. Fakat bu genelgeçer bir doğru değil. Bugün amatör olarak başlayıp da profesyonelleşmiş lakin ruhunu kaybetmemiş bir çok blog vardır ABD'de, mesela Huffingtonpost hala daha en liberaldir ve de egemenini eleştirir, ya da cracked.com ciddi paralar kazanmasına karşın gayet de çomak sokan mizah yapabilmektedir yeri gelince vs. Çünkü burada farklı bir internet kültürü vardır, çünkü reklam verenin derdi en nihayetinde kapitalizm olsa da bilir ki kısa vadedeki kârı tüm sistemin ileride bir blog sayesinde çökebilme riskinden daha önemlidir ve de uzun vadede hepimiz ölüyüzdür. Bu yüzden, eğer blog eski çizgisinden uzaklaşıyorsa ve hitleri azalıyorsa vs. buna dolaylı ya da doğrudan muhalefet etmez, ve de bu blog birkaç kişinin bakış açısını değiştirme misyonunu da tamamlar ki zaten devrim hiçbir zaman "V For Vendetta"daki gibi gelmeyecektir. Evrilirsin, bilinç oluşur, muhalefet başlar, haklar koparırsın ve de kopardığın haklar vasıtasıyla uyuşursun belki ama kendi dönemini kurtarırsın.

Bu bir tercihtir. Bakın bunun altını çiziyorum, tercih. Bu size doğru gelir, yanlış gelir, tutarsız gelir ama bu çalıştığı görülmüş bir yoldur nihayetinde. Siz bunu samimi de bulmayabilirsiniz, ki haklısınız samimiyeti de yoktur, lakin bu işin kesinliği de yoktur.

Bugün bir gazetede yazmaya başladığınızda elbette etrafınıza bir çerçeve çizilecektir ve de onun dışına çıkamayacaksınızdır. Lakin o gazete, sizin çerçeve dışında kaldığınız blog'unuza bulaşamayacaktır çünkü o gazetenin geliri sizin her türden kitleyi çekemenizle doğrudan orantılıdır. Win-win denen tabir.

Bu noktada şu eleştiri gelebilir: Güç bozar. Evet bozar, ve belki de siz bu sürecin sonunda eski olduğunuz yerde de kalmazsınız. Lakin en nihayetinde bir kültürü başlatmış ve de birkaç özgün girişimciyi daha etkilemiş olursunuz. Bu bir devinimdir, ve de öyle ya da böyle dalgalar halinde gelecektir. Şunu unutmayalım, Türkiye'de hala daha internet "elit" ve de "bakir" bir ortam ve de kitleselleşmesi için daha çok yol var. Bu yolun en başındayken teorik tartışmalara boğulmamak, kitaba bağlı kalmamak lazım.

Peki nedir? Ben blogger'ların anaakım medyaya geçmelerinden hiçbir rahatsızlık duymam ve hatta bir gün ben de bu ortamın ya da benim fikirlerimin anaakıma geçiş yapabilmesini isterim. Çünkü bunun gerçek olduğu bir ülkede ikamet ediyorum şu anda, bu bir hayal değil. Türkiye için şu anda hayal, lakin global ölçekte aslında çok da oluru olan bir iş. Fakat anaakıma geçen blogger'ın, blog'unu mesleki kurallarına bağlı kalarak işletmesini beklerim. Anaakım medyanın sıklıkla yaptığı kaynak kullanmama hastalığı, fikirleri döndürüp döndürüp yayınlama hastalığı, kendini mutlak otorite görme hastalığı, işine yaklaşımındaki ciddiyetini kaybetme hastalığı, bir kraldan çok kralcı olma hastalığından uzak durmasını beklerim. Yoksa bir Hürriyet, bir Hıncal Uluç, bir Rıdvan Dilmen vs. olursunuz hiç anlamadan.

En başa geri dönelim. Bu iki yazıda da katıldığım ve katılmadığım noktalar vardı demiştim, bunları da sanırım bu yazının hüviyetine iyice yedirdim. Temel sorun şu ki, daha nasıl gelişeceğini bilmediğimiz bir blog dünyasına don biçiyoruz ve de aslında bilmeliyiz ki seksen çeşit don var.

Özetin özeti: Aracı amaçlaştırmadan, objektifi subjektifleştirmeden ilerleyelim; bunlar güzel ve faydalı tartışmalar en nihayetinde.

24 Ağustos 2010 Salı

Ray Malifalitiko, Ray Hani Statüko?

Anayasa referandumu tartışmaları "Daha çok korkutan kazanır" sloganıyla devam ededursun, her ne kadar daha önce bu konuda yazmama kararı alsam da, dün yaşadığım faydalı bir fikir teatisi sonrasında bir bakış açısını irdelemek istedim. Bilindiği gibi AKP, bu referandum paketini pazarlarken bir söylemin üzerinde çok durdu, o da "12 Eylül zihniyeti ile hesaplaşma." Bir yerde statüko ile hesaplaşma. Ki CHP ve MHP'nin ve 12 Eylül yerleşik yargısının verdiği tepkilere bakıldığında, bu ambalaj doğru seçilmiş bir ambalaj gibi duruyor. Lakin AKP'nin 12 Eylül = Statüko = Anayasa Paketi'ne evet denkleminin statüko tanımında birkaç sorun var. Öncelikle, statükonun bir tek kimliği yoktur,statükoya tek bir perspektiften bakılamaz. Statükoyu oluşturan bir çok kurum vardır. İkincisi, hükümet dilince 12 Eylül olarak tanımlanan statükonun en büyük temsilcilerinden Cemil Çiçek'in Başbakan Yardımcısı olduğu bir hükümetin, statükoya samimiyetle savaş açtığını düşünmek mümkün olamaz. Üçüncüsü, bir çok maddenin tek oyla oylandığı bir pakette, mutlak bir ileri ya da geri gidişten bahsedilemez. Dördüncüsü, AKP politik erk sahibi olarak "statüko"ya karşı olduğu iddiasında olsa bile burada bir çelişki doğabilir. Sonuçta erk sahibi en nihayetinde yeni bir statüko yaratacaktır, ve de bu statükonun daha iyi ya da kötü olacağı öznel beklentilerle belirlenir. Beşincisi, özneler statükoya tamamen karşı olmak zorunda değillerdir. Bu yüzden "Anayasa Paketi statükoya karşı, sen de karşısın, o zaman evet demelisin" gibi bir çıkarımda da bulunulamaz. Bu yüzden, benim baktığım açıdan derdi cidden statüko olanlar bu pakete ya "Yetmez ama Evet!" ya da "Boykot!" yaklaşımında bulunurlarken, bunu bir "benim statükom daha güzel" zihniyetine dönüştüren taraflar "Evet!'" ya da "Hayır!" seçeneklerine odaklanmakta ve odaklatmaktadırlar. İktidar partisinin her vatandaşın zorla oy kullanmasını sağlamaya çalışması, tam da bir statükocu yaklaşım değil midir en nihayetinde? 12 Eylül'de de bu yapılmamış mıdır? Bu yüzden "statükoya karşıyız, bu yüzden sandıktayız" tarzı sloganlar (böyle bir şey var mı bilmiyorum, eğer yayılırsa telif hakkı benimdir.) bana iyi niyetli olsa da samimi gelmemekte. Not: Başlığa anlam veremeyenler bu muhteşem çalışmayı mutlaka izlemeliler.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Bisiklet yazıları - 1

Ben şu adresten çaldım, o nereden çalmış bilmiyorum
Bisiklete olan sevgim, yaklaşık olarak 10 yıldır böylesine coşmamıştı. 10 yıl deyince ben de garipsedim sevgili işkembeseverler ama yaş olmuş 26, çok doğal tabii ki. Bu bisiklete karşı sevgi pıtırcığı haline gelişimi kendi kişisel blogumda da yazmış olduğum için uzatmadan özetleyeyim istiyorum;

Çalıştığım yere gelip giden bir genç var, Elmadağ'dan bisikletle hem de! Ankara'yı az çok bilenler bilir, uzun bir mesafe. İstanbul için sanırım Büyükçekmece'den Taksim desem belki abartı olabilir ama Küçükçekmece kadar da yakın değil. Gecenin bu saatinde uyuyamamış halimin üstüne ramazan davulcusunu da duyunca parmağımdan çıkanı gözüm görmüyor olabilir, üzgünüm.

Her neyse, bu genç, Polonya'da bir kampa gidip, oradan bir bisiklet bulup, 150 km yol yapıp Almanya'ya geçmiş ve döndüğünde bunu anlattı bize gündelik hayatından bir parçaymışçasına. Zaten ne zamandır aklımdaydı, işte o gün aradığım gazı buldum ve hemen bisikletçiye koşup, kaskımı eldivenimi alıp, ertesi sabah Elvankent'ten Kızılay'a işe geldim. Merak eden, şöyle buyursun. Beni tanıyan ve Natura Horror Vacui kadar olmasa da, tonajı 0.1'e yaklaşan bir kütle olarak bir nebze tosunumdur. Dolayısıyla biraz zorlandım bu mesafeyi gitmekte, zorlanmadım dersem yalan olur, ama yine de beklediğimden rahat oldu. Google Earth'ten kendim ölçtüm biçtim, 30 km etti. Maps'teki gibi en kestirme yollardan gidemedim tabii ki altımda bisiklet olduğu için.

Derken derken işte, bu hafta 3 gün bisikletle gittim işe, mutlu oldum. Hal böyle olunca, yani hem baktım keyifli oluyor, hem spora ayrıca vakit ayıramazken, sabah işe gitmek ve akşam işten dönmek için kullandığım zamanı bu şekilde kullanıyorum, hem beleş (öğrenciyim abiii), hem de tamamen hareketsiz hayatıma biraz hareket geliyor, dedim "öyleyse neden böyle devam etmiyorum?" ve bunu daha da keyifli bir hale getirmek için, 15 yıllık gül gibi market bisikletimle yollarımı kısmen ayırmaya karar verdim. Bu kararımın ardından, son 1 hafta içinde Ankara'da 5 farklı bisikletçi gezdim.

Siz sevgili işkembeseverlere bu yazıyı yazıyor olmamın nedeni de, gezdiğim bu 5 bisikletçi hakkında biraz fikir vermek, yeri geldiğinde bisikletçi arayanlara bir nebze olsun rehberlik etmek.

1 - Sıradışı Bisiklet (SDS): Yakın zamanda Sıhhiye'den Ümitköy MESA'ya taşınan SDS Bisiklet, Ankara'daki büyük bisikletçilerden. Büyük ölçüde Bianchi ve Trek satıyorlar. Her pazar bir kısım insan, SDS'nin minibüsüne 3-5 benzin parası atarak bisikletleriyle bir o yana, bir bu yana geziyorlar. Perşembe akşamları da "Perşembe Akşamı Bisikletçileri"nin onların da katıldığı bir versiyonu var. Perşembe akşam 8'de Arcadium'da toplanıp, düşük tempolu, herkesin uyabileceği bir tur gerçekleştiriyorlar. Henüz hiç katılamadım ne yazık ki, ama keyifli olduğunu tahmin ediyorum.
SDS'ye bir arkadaşımın önerisiyle gitmiştim ilk birkaç malzeme almaya. Bu sene Şubat-Mart civarıydı. Pek sıcak karşılamışlardı. Zaten sen-ben yaşta insanlar diyeyim. İkinci gidişim, Ümitköy'deki tükanlarına ilk gidişimdi, o da yaklaşık olarak Temmuz başı oluyor. O gidişimde de yine bir pazar turunun ardından, orada takılan 2 50-60 yaşlarında abi vardı. Bisikletin frenleri falan yapıldı, 1-2 eksik giderildi. Abilerden bir tanesi epey uzun uzun oradaki bisikletleri anlattı, bisiklet ve turları hakkında biraz laflama fırsatı oldu. Bu esnada çocuğu bakkala gönderip dondurma aldırdılar, dondurma ikram ettiler, derken yok meyveydi şuydu buydu kakara kikiri pek hoş oldu, 4 saat oldu. Farkında değildim hiç, toparlandım döndüm ondan sonra. Gördüm ki bisiklet insanları pek süper.
Şu son 2 hafta içinde de 2 kere daha gittim işte; kask+eldiven almaya ve bugün fiyat sormaya. Hibrit bir Trek almayı düşündüm, onunla ilgili danıştım. Gayet yardımcı oldu sağolsun oradaki arkadaş, aradığım bisikletin onlardan biri olduğuna ikna olmasam da, memnun ayrıldım.
Bu esnada bir de, sitelerinde şöyle bir ifade var, ki bence önemli: "Sizleri ürünleri görmeniz ve bir bardak çayımızı içmeniz için mağazamıza bekliyoruz."
Birkaç maddede SDS'yi özetlemek gerekirse;

- Çok ilgililer
- Çok bilgililer
- Gayet keyifliler
- Samimi de buluyorum
- Trek ve Bianchi satıyorlar dolayısıyla bisikletler 300-350 €'nun altına inmiyor pek
- Trek için ömür boyu garanti veriyorlar
- Bisiklet dışında, aksesuar ve malzemelerin fiyatı orta seviyede, nakitte %10 civarı bir indirim sağlıyorlar, bence daha da fazla sağlarlar zorlarsanız.




Adres: Koru mah. Beyazgül B Sitesi No:181 Çayyolu /Ankara
Adres ayrıntısı: Eskiden otobüslerin indirdiği, Migros ve Best Buy'ın bulunduğu, Etimesgut'tan Bağlıca yolundan bağlanılan yer
Telefon: 0 312 240 60 65 - 66

2 - Erdoğanlar Bisiklet: SDS'den sonra, az önce bahsettiğim arkadaşın Scott önerisi üzerine, Erdoğanlar'a gitmiştim, bugün tekrar gittim. Hem işyerime de yakın, süper oldu. İlk gidişimde, dağ bisikleti değil ama yarış/yol bisikleti de değil ama daha çok onun gibi (bir başka arkadaşımın kebapçıya sipariş verirken Bardacık Sokak'ı "bardak gibi ama değil gibi" anlatması gibi oldu biraz) dedim ve öneriler geldi. Tükan sahibi abi ilgilendi ve istediğim şeye gayet yakın öneriler sundu. Teknik detaylar verdi, hangisi ne için iyi olur onu anlattı. Neden nasıl ne malzeme ne kadro ne teknik tek tek anlattı üşenmeden. Saydıklarının içinden bir bisiklet beğendim, "ben kendim de bunu kullanıyorum!" dedi. Ama esnaf ayağı değil, gerçekten onu kullanıyormuş. Dedim o zaman güzel.
Bugün ikinci gidişim oldu. 3. bir arkadaşla bu sefer. O dağ bisikleti baktı, ben yine o vurulduğum bisiklete baktım. 2 seçenek arasında kalmıştım daha çok, her ikisini de hazırladılar, deneme sürüşü yaptım. Abi kendininkini de denetti sağ olsun, ama hiç iyi olmadı. Resmen bindim, bisiklet gitti bir tur attı kendi kendine, geldi. Öyle güzel. Her neyse, sonuçta ona karar verdim gibi, ama biraz pahalı olduğu için çok emin değilim hala alıp almama konusunda. O bisiklet beni Hindistan'a bile götürürmüş, ona cezboldum biraz. Gerçekten o paraya Hindistan'a first class gidiş-dönüş bileti alırım lan! Etim ne budum ne... Neyse, bakacağız. Yarın öbür gün uzun yola gidesim, uzun yol gittiğim yerde ve yolda keyif alasım var, bana onu sağlasın, daha da fazla bir şey istemiyorum.
Erdoğanlar'ı özetleyelim;

- Çok ilgililer
- Çok bilgililer
- Eninde sonunda oranın bir ticarethane olduğu biraz sıkça/net fark ediliyor
- Scott, Giant ve Sedona satıyorlar büyük ölçüde dolayısıyla daha uygun fiyatlı bisikletler de var.
- Scott için iki yıl garanti veriyorlar
- Bisiklet dışında, aksesuar ve malzemelerin fiyatı orta seviyede, nakitte %10 civarı bir indirim sağlıyorlar, daha fazlasını çok sanmıyorum.




Adres: Libya Cad. No: 9/B ANKARA
Adres ayrıntısı: Kolej kavşağından İncesu tarafına girince sağda Libya Caddesi var, onun üzerinde yakında. Veya Kızılay'dan, Yüksel'den dümmmmdüz yürüyünce yolun sonundaki üst geçit Libya Caddesi'nin üstünden geçiyor işte.
Telefon: (312) 435 74 55 - 56

3 - Delta Bisiklet: Mağaza, internet sitesi, bisikletforum.com vs. diye bakınca, Ankara'nın en büyük bisikletçisi, hatta bu saydığım ilk 3 yerden, Ankara dışında şubeleri de olan tek bisikletçi. Ama, tek kelime bile değil, dört harfle; tırt. Muhtemelen diğerlerinden daha fazla müşterileri var, dolayısıyla biraz daha tok satıcı olabilirler. Aradığınız bisiklete en yakınını burada bulmanız çok çok olası (ki ben bulamadım, o benim garipliğim), zira bir sürü çeşit bisiklet var mağazalarında. Katlanır bisikletlerden, yarış bisikletlerine, akrobasiye, tandem bisiklete kadar türlü türlüsü. Yine bu saydığım 3 bisikletçiye göre, birincil amacın ticaret olduğu şap şap vuruyor yüzünüze.
Bugün girdik mağazaya, biraz bakındık. Sonra orada çalışan olduğunu anladığımız genç kadına gidip sorduk böyle böyle diye. Önerdiği 3 bisiklet, istediğime pek yakın değildi. Özellikle ikinci önerdiği bisikleti anlatırken, "bu var, lastiği özeldir, size daha uygundur, Shimano vites, bir de buraları buraları böyle kırmızıdır." dedi, ve o an bitti gözümde o bisikletçi. "Buraları buraları böyle kırmızı" ne lan? Ben de görüyorum oralarının oralarının öyle kırmızı olduğunu? Ee? Bu hangimize ne kattı? Veya vitesin üstünde Shimano yazdığını ben de görüyorum, ama Shimano'nun 80 çeşit vitesi olduğunu da öğrenmiş oldum şu 2 haftada. Biraz daha yardımcı olamaz mısın? Buraları buraları kırmızıymış. Yani ya anlamıyorsun bu işten, ya işini sevmiyorsun, başın kalabalık, işin çok, hayattan bezdin, sevgilinle dargınsın, ama bu kadar da belli etme gözünü seveyim... Yok eğer bunların hiçbiri değil de, müşteri beğenmiyorsan, o zaman kafanı da kalbini de kırırım...
Özetle, bu en büyük bisikletçiden en hızlı şekilde çıktık. Varın siz düşünün... Gelelim özete;

- İlgililer demeye dilim varmıyor, ama sorduk, söyledi şimdi yani. Yalan olmasın...
- İlgilenen şahıs benden daha fazla şey biliyor gibi değildi
- Eninde sonunda değil, en başından en sonuna oranın bir ticarethane olduğu çok net fark ediliyor
- Cannondale, Geotech ve Corratec satıyorlar büyük ölçüde, ürün yelpazeleri (gözle görebildiğiniz kısım en azından) çok daha geniş, alternatif çok fazla
- Bisiklet dışında, aksesuar ve malzemelerin fiyatı hakkında fikir sahibi olacak kadar vakit geçiremedim






Adres: Bosna Hersek Cad 21/D 06510 Emek ANKARA
Adres ayrıntısı: Milli Kütüphane'nin arkasından geçen caddeden AŞTİ yönünde giderken, solda kalıyor.
Telefon: +90 312 223 60 27 pbx (10 Hat)

4 - Performans Bisiklet: İçeriye girdiğimden çok, bir bisikletçi yerine işi öğretilmiş bir satış elemanıyla karşılaştım. Delta'dakinden daha samimi ve ilgiliydi, ancak yine de pek tatmin olmadım. Yani SDS, Erdoğanlar ve az sonra bahsedeceğim Red Bisiklet'te ilgilenen insanların hayatlarının bisikletle geçtiği belliyken, Performans ve Delta için aynı şeyi diyemedim. Sedona satıyorlar büyük ölçüde. Bisikletler genelde tozlanmış, pek yerinden kıpırdamıyor sanırsam. Abi sağ olsun ilgilendi etti ama yine de elinden geldiğince. Hemen özetleyeyim;

- İlgiliydi abi sağolsun
- Bilgi konusunda emin değilim, ama Delta'dan iyiydi.
- Fiyatlar uygunca, nakitte %5 indirim yapıyor. Ayıp yahu, %5 ne? Yapma daha iyi... Ha, tabii ki kâr marjı düşük olabilir, o zaman aferim. Web sayfasında da sağda "fiyatları indirdik! %3, %4, %5" yazıyor. Çok param olunca bağış yapacağım, %10 indirebilsinler hiç olmazsa.
- Sedona gördüm gani gani, onun dışında Bianchi ve hatırlamadığım 1 marka daha vardı. Şimdi bakınca fark ettim, Whistle galiba
- Bisiklet dışında, aksesuar ve malzemelerin fiyatı hakkında fikir sahibi olacak kadar vakit geçiremedim aynı şekilde






Adres: İnternet sayfasında adres yok, harita var
Adres ayrıntısı: Uuu beybi
Telefon: +90 312 343 21 17

5 - Red Bisiklet: Yine öneri üzerine gittiğim bir bisikletçi. Bu 5 tanenin içinden, en "mahalle bisikletçisi" gibi olanı. Ufacık bir dükkan, birkaç bisiklet, birkaç malzeme ve bir bisikletçi. Ama adamın kendisi belli ki bisikletle fazlasıyla haşır neşir. Suratsız bir insan gibi görünebilir, ama gerçekten yardımcı olmaya çalışıyor. Pazarlık da yapar, uygun fiyatı daha da uygun eder. Ufak tefek işçilikten para da almaz. 1 kere gördüm kendisini, ama öneren arkadaş dedi bunları kısmen, kısmen de tanık oldum. Ne zaman açık ne zaman kapalı belli olmuyor, gitmeden aramak gerek. Tamirat ve aksesuar/yedek parça konusunda kesinlikle öneririm.




Adres: Ata sokak No: 10/B Yücetepe mahallesi Anıttepe-Ankara
Adres ayrıntısı: Akdeniz Caddesi'nin, Anıtkabir'in yanında olan kısmının ilk paralelinde
Telefon: 0 535 978 87 82

Bir başka bisiklet yazısıyla da sizlerle birlikte oluncaya dek, şimdilik esen kalın efen'im...

PS. Yazdığım yazılardaki satırlar arası aşırı satır boşluğu sorunu gerçekten benden kaynaklanmıyor, çözebildiğim ölçüde uğraşıp çözüyorum ama saatlerimiz sabah 4.00'ı gösterirken ve ertesi gün işe gidecekken o iş yalan. Özür dilerim.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Düzen manyaklığı

A dostlar,

Komünal İşkembe'ye yazdığım en kişisel yazıdır aşağıdaki. Burada görmeye pek alışkın olmadığınız (aynı zamanda olmadığımız da) bir yazı, ama yazasım geldi. O kadar ki, yazıya etiket bile bulamadım. İşkembe'ye içimi döküveresim geldi, döktüm. Nedense böyle de bir not düşme ihtiyacı hissettim.

Gözlerinizden öperim.

-----

Böyle çok siyasala çalan bir başlıkla giriş yaptığıma bakmayın, ki her ne kadar siyasi gündem şu an fazlasıyla sıcak da olsa, benim derdim tamamen "düzen sağlama" manyaklığı. Ha, bu nedir? Bir annenin odanın sürekli 'derli toplu' olmasını istemesidir. Nedir, kardeşinle paylaştığın odada kendi masanın dağınık olmasının kardeşini ırgalamasıdır. Veya nedir, senin 24 saat kullandığın odana babanın 2 saniye girince içinin daralıp sana söylenmesi, eşyaların, ıvırın zıvırın koordinatlarını beğenmemesidir. O masanın orada, şu koltuğun burada olması gerekirken senin o masayı buraya şu koltuğu oraya koyman ve kendince daha rahat etmen ama başkalarının rahat etmemesidir. Veya okuduğun kitabı başucunda yere koyarken, onun aslında orada durmaması gerektiği iddiasıdır. Size ne lan!? Yani evet, çekmecede duran bir eski sinema bileti, bir yenmiş çukulata ambalajı veya boş bir kalem size çok manasız görünebilir sizi de anlıyorum, ama çekmecemde ne işiniz var?

Çok doluyum sevgili günlük. 26 yaşındayım, ev ahalisiyle bu sıkıntıları henüz atlatabilmişken, aynı sıkıntıyı şu an bir de ofiste yaşıyorum. Bir masam var, masamda bir sürü kağıt, 1 monitör, 1 kulaklık, masaya yapıştırılmış bir şeyler, çekmecelerde ıvır zıvırlar (tişört, havlu, kitap, makale, harici disk vb.), masanın altında ayağımı uzatabileceğim bir sehpa var. İlk bakışta görebildiklerimi saydım.

Babamla çok tersiz. Ben ne kadar dağınıksam, o da o kadar 'derli toplu'. Yani bunu nasıl anlatabilirim hiç bilmiyorum. Ama annemin "bir gün de bir şeyini ben toplayayım" diye 'şikayet etmişliği' var yani, öyle düşünün. Kitaplıktan bir kitap aldı, bir şeye mi baktı. Oturduğu yerdeki sehpaya koyayım da kalkınca yerleştireyim yok. Hemen yerine. Dolapta o kitap şu rafta, bu kitap beriki rafta mı duruyor, yerleri değişirse anında fark eder. Bunları biraz daha evdeki ortak kullanım alanlarına göre söylüyorum tabii ki. Gerçi evin duvarları boydan boya kitap kaplı gibi oldu böyle, her örneği de kitap üzerinden verince gören de bir şey sanacak. Veya mesela televizyonun kumandaları sürekli x noktasında mı duruyor? Sen odadan en son çıkarken onları y noktasına bıraktıysan "oğlum şunları yerli yerinde bırak" diyebilir. Neden? Çünkü onun tanımladığı "yerli yeri" orası onun ve değişikliğe kapalı. Oranın düzeni öyle çünkü.

Veya mesela bir gün arabanın radyosunun 18 kanalının (3 tane 6'lı grup) 7-12 numara arasını kendi dinlediğim radyolara göre ayarlamışım. İlk 6 aynı ama. Dokunmadım. Benim ayarladığım radyolardan diğer ilk 6'ya geçmek için bir düğmeye 3 (üç) kere basmak gerekiyor sadece. Arabaya bir dahaki bindiğimde değişmiş, onlara da ilk 6'da ayarlı olanlar ayarlanmış. Yahu niye? Araba benim değil çünkü. Ki araba benim de olsa, evin 'default'u babamın ayarları. Sonra şöyle bir diyalog geçti aramızda;

Sokaktaki baba - ...Radyolarımın ayarını da bozmuşsun zaten!
Sokaktaki adam - Sen benimkileri bozmuşsun asıl?
SB - E oğlum hep değiştirmişsin kanalları?
SA - Baba ikinci 6'lı gruba ayarlamıştım kendiminkileri, şuna 3 kere basınca seninkilere geçiyor yine.
SB - Beni uğraşamam/beceremem öyle.
SA - ...

Tamam, kabul. Araba evde 'babanın', aynen mutfak 'annenin' olduğu gibi. Ki bence her ikisinin de öyle olmaması lazım. Ama hiç olmazsa odam benim olsun yahu? Aslan da yattığı yerden falan belli olmaz, yemişler sizi. Aynı bilgisayarı kullanırken de ekran çözünürlüğü kendi istediği gibi kalsın istiyordu hep. Neden? Çünkü 'normal'i o.

Ofis diyorduk değil mi? Cumartesi ofisten sadece 2 saatliğine ayrıldım, ve geri geldiğimde masamı tanıyamadım. Özenle dağıttığım, her bir kağıdın durduğu yerde çok büyük anlamı olduğu masam döndüğümde tabula rasa olmuştu! Bütün kağıtlar evraklar üst üste konmuş, bir dosyaya tepilmiş, üstündeki diğer ıvır zıvır öbür masaya kaydırılmış. Hepsinden öte, ayağımı uzattığım sehpayı masanın altından alıp, karşıdaki masanın önüne koymuş "burası çok boş, burada daha iyi durdu" diye. Sana nee? Ofisten de çıkmıştı ben döndüğümde neyse ki, içimde patladı, buraya döküyorum içimi sevgili günlük.

Daha sonra da fark ettim ki, geçen hafta gelen atık kağıt kutusunu da çöpe atmış. Neden? İçerideki depomsu odayı toplamış çünkü. Odada her şeyin yeri değişmiş. Evet, şimdi her şey üst üste alt alta, muntazam falan. Ama artık kendisinden başka kimse bilmiyor ne nerede. Kağıt çöpü aradım, "ben attım onu, gelmezler zaten almaya." dedi. Şöyle ki;

Ofisteki adam - Abla bizim kağıt çöpü nerede?
Ofisteki kadın - Attım ben onu attım.
Ofisteki adam - O_o (Dünyanın en rahat atışıyla beleren gözlerle) Niye abla?
Ofisteki kadın - Ama bir bak orası ne güzel oldu!
Ofisteki adam - E abla bari bir soraydın yahu!
Ofisteki kadın - Ama zaten almazlar ki onları, kalacak öyle.

Yahu nereden biliyorsun? Veriyorlarsa, gelip almakla da yükümlüler. Deneriz, almıyorlarsa da şansımıza küseriz. Niye atıyorsun? Bak yine sinirlendim.

Olmaz olsun böyle işgüzarlık arkadaş ya! Gerçekten bir daha masamdaki bir şey şuradan alınıp buraya konacak olursa, bunu yapan her kim ise, kendisinin kullandığı bir şeylerin yerini altüst ederim, buraya da yazdım! Misal evde masamdan bir şeyler 'ayıklanmış' olursa, ben de yatak odasında gereksiz olduğunu düşündüğüm şeyleri ayıklarım. Veya ofiste bir oynama olursa masamda, hiç üşenmem mutfaktaki bütün eşyaların malzemenin yerini değiştiririm! Bardaklar elmaların yerine, elmalar buzluktaki etin, buzluktaki et de dolaptaki tabakların içine...

Ama bir bak orası negsel olur!

10 Ağustos 2010 Salı

Anayasa Referandumu: Son Raund

Sanki Türkiye demokrasi adına verilen en büyük mücadele bu. Sanki 13 Eylül'de uyanacağız ve Türkiye'deki bütün insan hakkı ihlalleri, azınlıkların tüm çileleri, sendikal sorunlar vs. bitmiş olacak ve süper bir sosyal, laik, demokratik devlete dönüşeceğiz. Sanki 12 Eylül Anayasası, omurgasını kaybetmeden orada duruyor olmayacak. (Gerizekalı ilk üç maddeden bahsediyorum, evet.) Sanki bu ülkede yasa, icraatin garantisi. Bu mevzuyu bu kadar abartıp her gün gözüme, burnuma, kulağıma, bulduğu her deliğe sokanlardan, siyasal tarihin s'sini bilmeden, diğer ülke demokrasileri hakkında hiçbir fikri olmadan "demokrasi fatihi" kesilenlerden, sanki yeni Anayasa ile ülke bölünüyormuş gibi infial yaratanlardan, o kadar kavga gürültü üretip de, içeriği hakkında iki kelam etmeyen beyinsizlerden, olayı parti yarışına dönüştürmüş basiretsizlerden bıktım usandım. Bu pusula, bu konuda son diyeceğimdir. Derdimi anlatmama vesile olmuş İç Mihrak'a buradan teşekkür ederim. (kaynak)
Ekleme: Bu da bonus olsun, ekşisözlük'te dopermen yazmış. (link) babaerenler de cilasını atmış. (link)

6 Ağustos 2010 Cuma

Gizli Homofobi (Benim de İ.ne Arkadaşım Var)

Cinsel yönelimler konusunda daha emekleme aşamasında bir toplumuz, ve ne yazık ki bazı şeyleri seksen defa yazsan seksen bir de şart olmakta.

Ara ara hoplayan sinirlerime bu sefer dokunan kişi Taraf yazarı Murat Kapkıner. Kapkıner, esasen Hilal Kaplan'ın eşcinselliği İslami standartlarda yarı-normalleştirmeye çalışan "Eşcinsellik hastalık değil günahtır." yazısına tepki göstermiş. Bir cümle ile özetlemek gerekirse "Eşcinsellik bal gibi de hastalık arkadaşım işte", iki cümle gerekirse "Hem de tiksinç bir hastalık ıyk" mealinde bir yazı yazmış. Hatta şöyle bir cümlesi de var:

"Eşcinselliğe günah derseniz afife kadın ve afif erkekleri aşağılamış olur, onların da potansiyel birer eşcinsel olduklarını söylemiş olursunuz. (Sen buna müsaitsin demiş olursunuz.)"

Ben artık heterodan çok heterocu insanlara cinsiyet anlatmaktan yoruldum, lakin Kapkıner'in yazısının son cümlesi artık kaypaklığın kitabını yazdığından gene buraya alayım dedim:

Bu yazı eşcinselleri aşağılamak, onları dışlamak için yazılmamış, aksine onlar için ne yapılabiliri tartışmıştır. Onları kendi doğuştanlıklarına tekrar kavuşturmanın yolları ne olabilir sorusuna yanıt aramıştır.

Bu "ben aslında onları düşünüyorum, benim de Ermeni/Kürt/eşcinsel arkadaşım var" riyakârlığından nefret ediyorum bu bir. Sosyal bilimler "toplumsal cinsiyet" kavramını, cinsiyetin sonradan eklenen özelliklerini, "anacıllık" diye hormona iliştirilen şeyin hormondan çok toplumsal vazife olduğunu vs. tartışırken, Kapkıner çıkıp "onları insan doğasına geri döndürelim hadi, bakın çok yardımseverim" ayağına yatıyor bu iki. İslamcıların, eşcinselliği kendi eksenlerinde genelgeçer kuramlarla açıklamaya çalışması, bana bir zamanların popüler "bakın bilimin bulduğu herşey Kur'anda varmış esasında vay anasını" zibidiliğini hatırlatıyor bu da üç.

Yapmayın güzel arkadaşım, etmeyin. Açık açık çıkın ve "Bence eşcinselleri döve döve adam ederiz" falan deyin, daha samimi olursunuz.

Ekleme: Kapkıner Taraf yazarı değilmiş, yazısını Taraf'ın Her Taraf köşesine yollamış bir yazarmış.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Tiwüdüne Bandım

Yonca Evcimik böyle bir felaket sürüyordu piyasaya, haberimiz vardı da klibini ben yeni gördüm. Klibi izleyene kadar "Belki de cidden dalga olsun diye yapmışlardır, evet, belki de masum bir geyikti bu..." düşüncesinde/umudundaydım, ama tabii ki boşa çıktı bu.


Yonca Evcimik - Tweetine Bandim (VIDEO KLIP)
Uploaded by YoncaTube. - Explore more music videos.

Şimdi efendim, normalde Komünal İşkembe platformunda niteli(ksizli)ği çok çok bariz popüler kültür abuklamalarını tartışmıyoruz da, bu olay Web 2.0'ın tozlu bandwidth'lerinde yerini almalı (şarkının abukluğu bana da sirayet etti işte.) Disko-ahır, ışıklı memeler, Keko ile Eşeko tadındaki mizansen, 47 yaşındaki Yonca Ablanın Çılgın Bediş haline dönme çabaları, acayip jimnastik hareketleri (dans mı yoksa?)... Uzun uzun kritik etmeye gerek yok.

Bir de daha geniş çerçeveden bakmak lazım şarkının ironisine. Türk Pop Müziği'nin daha emekleme aşamasında, küreselleşme denen şeyle bu kadar haşır neşir olmamışken, Grup Vitamin vardı, bu işlerin en güzelini o yaptı ve de dimağlarda hoş bir tat olarak kaldı. Bugün tekrar piyasaya çıkmaya yeltense Grup Vitamin, o yıllardaki haliyle yapmaz o işi.

Ama Yoncimik ne yapmış? Sözde sosyal medya ile dalga geçeyim derken, bizzat sosyal medyanın getirdiği yeni dinamikleri göz ardı etmiş, 1990'lardaymış gibi takılmaya çalışmış.

Eğer böyle bir çalışma yapacaksanız, ya gerçekten olayla dalga geçeceksiniz, ya Twitter'daki ünlülere laf atacaksınız, ya sound'unuz emek süzgecinden geçmiş olacak... Mesela kısa ömürlü Panik grubunun bir Diskotek çalışması vardı zamanında:



Parça kaliteli parça, ne ile dalga geçtiği belli, klibi düşük bütçeli ve samimi, Şiki Şiki Baba referansı zaten gülümsetiyor falan filan. Ne yaptığı belli bir ürün. Ya da Ata Demirer'in "Bulütutta aşklar yalaaaan!" güzellemesinin, derdi vs. belli. Bir onlara bakıyoruz, bir de buraya. Durum aşikar.

Bilenler bilir, alkolün etkisiyle freestyle saçmalamalarım vardır benim, iddialıyım şu şarkıyı en sallama işimle cebimden çıkartırım.

Sözün özü: Madem bir iş yapıyorsun, üzerine iki dakika düşün "Ya biz ne yapıyoruz ki şimdi?" diye.

3 Ağustos 2010 Salı

Huzur Partisi

Necmettin Erbakan yeni parti kuruyormuş, adı da buymuş. (haber linki) Demokrasilerde herkes parti kurabilir tabii ki, kurmasında sakınca yok. Lakin kendisi, bu kuracağı partinin gerçekten huzur vaat ettiğine inanıyor mu acaba? Siyasi olarak misyonunu ve miadını doldurmuş insanlar ya ebedi istirahatlerine, ya da köşelerine çekilmekteler. Peki Erbakan'ın gerçekten amacı nedir? Kendisi Türkiye'yi kurtaracak enerjiye, programa, vizyona sahip olduğunu ciddi ciddi düşünüyor mu? (Aynı ekolden bir de Rahşan Ecevit kaldı, parti kurup duruyordu en son.) Hayatınızı hangi mesleğe adarsanız adayın, bir yerden sonra emekliye ayrılmak istersiniz. Siyasetçilerde durum tersine işliyor, yaş ilerledikçe daha da hırslanıyorlar. Ya da canları çok sıkılıyor. Ben bunu anlamlandıramıyorum. Bu durumun açıklamasının siyasi hırs vs. olmasını da istemiyorum açıkçası. Başka bir fenomen olsun, siyasete bulaşanların kanlarındaki perotofinin arttığı için bu hale geliyor olsunlar falan.